Çomak ve Çomakçı!

Erdelan, çoraplarını katlayarak bavulun kenarlarına yerleştirdi: “Hep böyle sıcak tut ilişkilerini! Senin, ailene, Şah Âlâ Hazretleri’ne sırt çevirdiğini, kendilerinden biri olduğunu sansın… Bu çok önemli! Anlıyor musun?”

“Evet, anlıyorum!”

“Anlamıyorsun! Bunu da anla, anlamaya çalış, çabala! Sana gereken talimatı daha sonra göndereceğim… Yakında, çok önemli olaylar olacak. Düşün ki, mesela bir savaş çıkacak! Bu devletin silaha ihtiyacı olacak! Nerede olacak senin yerin? Ha?”

“Neden savaş çıksın ki? Hem savaş olursa general amcam hayatta olsaydı ne söylerdi onu düşünürüm! Savaşırdım!”

“İşte! Dedim ya anlamıyorsun!” Kafasını sallayarak mırıldandı: “İşim çok zor!”

“Ya ne?”

Okumaya devam et “Çomak ve Çomakçı!”

A. Ömer Türkeş’in eleştirel yazısı

A. Ömer Türkeş’in Ölümü Gözlerinden Gördüm adlı romanım için

“Adalet yerini bulsun diye” başlığıyla kaleme aldığı

eleştirel yazısı:

2009 yılının soğuk bir kış günü Tebriz kentinde başlayıp aynı gün aynı yerde sonlanan Ölümü Gözlerinden Gördüm romanında Azerbaycan halkının/insanının yüz yıllık çilesini anlatmış Haşim Hüşrevşahi… Orta halli insanların yaşadığı sakin bir semtte, ortak avlusu ucuz çiçekler, cılız ağaçlarla süslenmiş sitelerden birinin giriş katındayız. Burası Yusuf’un evi; bakımsız, dağınık, tozlu ve havasız. Yusuf yaşadığı, gördüğü, işittiği şeylerin yükünü kaldırmakta zorlanan, acısını hafifletmek için anlatmak, yazmak ihtiyacı duyan bir adam. Kalemi güçlü ama içi yaralı, kafası karışık, umudu tükenmiş; 

“Öfkelerimiz, zavallılıklarımız, hırslarımız ve evet, evet acımalarımız… Birilerinin acıması, acınması! Ya da bir gülümsemenin yıkıp yerle bir ettiği dik duruşlarımız! Güneşin artık bizim içimizdeki dağların ardından doğmayacağını, hiçbir sabahın bizim içimizden başlamayacağını ne zaman fark edeceğiz. Arkaik mezarları saklayan içimizdeki höyükleri, kar kaplı zirvelerle karıştırdık hep. Ölüler kentimiz hep yıkıntılar içindeydi oysa, değil mi? Bu bodur duvarlara sığışmış kısır hayaller! Neresinden söz ediyorsun bu yeryüzünün? Nesinden? Biz, bir Yelda Gecesi’nde ay tutulmasına yakalandık. Zaman geçmedi, ay aydınlanmadı. Biz aşkı da bir güvercin gibi hayal ettik, gelip avlumuzun kıyısına oturur sandık. Bizi görür ve bahçeye iner diye düşündük. Yaşamın nesinden, neresinden söz ediyoruz?” 

Romanın bütününe göre çok kısa olan giriş bölümüne genişçe yer vermemin nedeni, ikinci bölümden başlayarak bambaşka yönlerde hikâyenin anahtarı vazifesi görmesinden. Yusuf, romanda bir daha karşımıza çıkmayacak ama bütün roman kişileri Yusuf’un hayatından bir parça taşıyacaklar.

Okumaya devam et “A. Ömer Türkeş’in eleştirel yazısı”

bu hepimizin rivayetidir-2

Kuğulu’dan gelen serin rüzgâr, yanağında duyumsadığı sıcaklığı yalayarak geçiyordu. Hava giderek kararıyordu. Kaldırım ışıkları, vitrin projektörleri caddeyi aydınlatmaya başlamıştı. Tülay’ın içinde duyumsadığı acı tat, ağzında, dilinin ucundaydı sanki. Acı bir kahvenin ötesinde, gençlik yıllarında peş peşe yaktığı Üçüncü sigarasının çıplak acılığını anımsatıyordu. Gözünü daldığı caddedeki arabalardan alarak Taylan’a döndü: “Neden bu mektuplar?”

–          Bilmem!
–          Hayır bu yanıt değil!
–          Bir şiiri bitirmek diyelim!
–          Bunu da yazmıştın…
–          Doğru… yazmıştım.
–          Bitirmek! Sonlandırmak mı?
–          Hayır, yarım kalmış bir şiiri yazıp bitirmek…
–          Bu mu?
–          Evet!
–          Ya ben o şiir değilsem? Ya ben o şiirin yazılıp sonlanmasına tanık olmak istemiyorsam! Ya beni üzmüşsen bu mektuplarınla! Hiç düşünmedin mi?
–          Hayır düşünmedim!
–          Al işte… yazdığın mektuplar. Aralarından seç bir tanesini oku!

kuğulu-2

Okumaya devam et “bu hepimizin rivayetidir-2”

onuru bağışlayanlar haykırmaz…


Masalı anlatan ihtiyar adam derin bir nefes aldı ve hayıflanarak sözlerine devam etti: Ben bilmiyordum onuru bağışlayanlar haykırmaz. Coşkuya kapılıp tezahürat yaparak bağıranların uğultusu, kendilerine onur bahşedilenlerin sevincinin sesidir. Ve kalabalık çığlıklar atıyordu… Şu anda size anlatacaklarım öykümüzün kaderidir. Sakın bana, ‘Öykünün de kaderi mi olurmuş?’ diye sormayın! Ah serüvenler… serüvenler… Eğer şimdi anlatacaklarım ve sizin duyacaklarınız olmasaydı, belki de size anlatmakta olduğum öykü asla var olmayacaktı ve ben hiçbir zaman onun râvisi olamayacaktım. Ve şayet siz şimdi beni dinlemezseniz, rivayet yine olmayacak ve öykü oluşmayacak. Biz, kendi irademizle kaderimizde yerimizi almışız ve bu öykünün bir parçası olarak varız. Ancak görüyorsunuz; öyküler de, onun kahramanları kadar kendi kaderlerinin tutsağıdır. Râviler ve o rivayeti dinlemeye katılanlar, rivayet olunanlar kadar bu kaderin kahramanlarıdır. Ama ilave ediyorum: Bu kaderde önemli olan, size ne anlattığım değil, beni, bunu size rivayet etmeme kimin, niye hükmettiğidir. O ilk rivayet! Eğer gözlerim gözyaşlarıyla dolduysa bu, yalnızca anlatırken o kaderi paylaşmama değil, bizim nasıl olur da kaderimizi çizerken başkalarının her şeyimizi altüst edebilecek kararlarına göz yummamızadır… Bir şeyleri kazanırken neleri kaybettiğimizi, kaybedeceğimizi hesaba katamayışımızadır. Ahhh, serüvenler, serüvenler…

Okumaya devam et “onuru bağışlayanlar haykırmaz…”

yarın diye bir şey yok!

***

Getirdiğin mor çiçekleri vazoya koymak için mutfağa geçtim. Arkamdan geldin. Çayı pencerenin önünde içtik. ‘Bugün mesai yok mu?’ diye sordum. Sen, ne yani der gibi, ‘Vaaar!’ dedin. İçten içe sevindim. Demek acelen yoktu. Hemen kaçmayacaktın! Sigaranı yakarken, ‘Bir telefon etmeliyim,’ dedin. Doktor arkadaşınla bir hasta hakkında konuştun, biraz geç kalacağını eklemeyi de ihmal etmedin. Çaylarımızı alıp benim odama geçtik. Sen, yine cam kenarına attığım yatağımın baş kısmına yaslanarak uzandın. Teybim cam kenarındaki aralıkta duruyordu. Senin üzerinden abanarak teybin düğmesine bastım. “When I dream…” diye bir şarkı çalmaya başladı. Sonra, üzerine upuzun uzandım ve elinden sigaranı alarak sehpanın üzerindeki kül tablasına attım. ‘Sen kımıldamayacaksın,’ dedim. Kendini benim ellerime bırakmıştın. Kravatını açtım, sonra gömleğinin düğmelerini çözdüm. Açığa çıkan her yeri öpüyordum ve senin kımıltısız durman gerekiyordu. Yanakları alev alev yanan, yüreği ağzında çarpan ve çıldırmakta olan bir ölü gibi kımıltısızdın. Az sonra, çırılçıplaktın yatağımda. Seninle ilk sevişmemizin üzerinden bir yıl mı geçiyordu? Bu kez kendi yatağımda seni teslim alıyordum. Karnının üzerinde, dizlerimin üstünde durdum ve o, ‘komik’ dediğin sabahlığımı üzerimden attım.

Okumaya devam et “yarın diye bir şey yok!”

cesaret delirebilmektir

Cesaret unutulmuş bir bodrum katında karnına, yüzüne inen tekme tokatlara gülmek de değil!
Cesaret delirebilmektir. Bilerek, hissederek aşık olmaktır cesaret. Beni korkutan belki de Huriye’nin cesaretini görmekti.

Havuzun etrafına dizilen saksılardaki çiçeklerin sarardığı sıcak bir yaz günüydü. Huriye’ler bize misafir gelmişlerdi. O benden dört yaş küçüktü. Onlar geldiklerinde esas şenlik benim içimde başlardı. Huriye’nin adını duyunca karnımda bir şeyler ezilirdi. O kadar insan doluşurdu eve ama ben sadece onun sesini duyardım sanki. Sadece onun gözlerini görmek isterdim. Siyah iri gözlerini. Gülerken kirpikleri kaşına değerdi. Dilinin ucu, ısıracak gibi görünürdü. Yemekten sonra herkes öğlen uykusuna çekildiğinde, yüklüğün olduğu odaya geçerdim. Serin olurdu orası. O günlerde Verter’in Acıları’nı, Matissen’in Tüy adlı romanını yeni bitirmiştim.

Okumaya devam et “cesaret delirebilmektir”

sen!

...
Sen son büyünün son gizemiydin son gizi! Anlamalıydım. Sen sudan fışkıran ve suyu mesken eden ateştin. Sen sunaklarına kurbanlar yatırılan ölümsüz ateştin. O ateşin gizlediği gizdin! Yerle gök arasındaki bağ! Sen ilkel mağaralarımıza inen yıldırımdın. Zihnimin dört bir bucağını aydınlatan ve aydınlığın kadar korkutan aydınlık. Ah Agni! Dağların kara kayalıklarının böğründen fışkıran pınar gibi ruhumu serinleten, dağın yüreğinden lavlar gibi püskürüp yüreğimi yakan Agni! Ah ey kutsal ateşim. Ah ey al kısrağına kurulmuş, külleri savrulan ak saçlım! Yoksa neden olmadığında karanlıklara bürünmüş, neden peşine düşmüş olayım ki!

Sabah kalk dedin, çarşıya çıkacağız dedin. Çıktık. Sokağın sonuna doğru aktar dükkânına girelim dedin, girdik. Adamın tek gözü hep çapaklı. Sen eteğini kurumuş karanfillerin, ıhlamur çiçeklerinin üzerinden savurarak geçtin, bildiğin bir köşe vardı hep. Her zaman bildiğin bir yer vardı. Vardın. Bildiğin o yaprakları avuçladın, burnuna yaklaştırıp derin bir soluk aldın. Bildiğin bir koku vardı orada. Han Nine’nin sandığının dibinde uyuyan bohçasının kokusu. Han Nine senin saçlarını tararken o masalı mırıldamıştı. Mırıldamıştı ve sen onu unutmak için bunca yolu gelmiştin. Gelmiştin ki beni iki parçaya ayırasın ve bir parçamı alıp çarşıdaki aktar dükkanına kadar sürükleyesin ve diyesin ki “işte budur senin kaderin! Al ve iç. Al ve kokla. Al ve öl!” Ezan sesine benziyordu sesin. Sebepsiz kucaklamıştım seni. Boynun terliydi, tarçın bahçesi. Sanki sandal tütsüsü yakmışlardı koynunda. Hatırlamak istemiyordum son masalını.
....
...
..
((h.h.)

bu hepimzin rivayetidir (3)

“Ben başka öykünün kızıyım. Taşıdığım sırtımdaki çantaya bak. Ya da odamın karanlık köşesinde unuttuğun bavula. Ben o hikâyeyi anlatmak için buraya kadar geldim.

Hatırlar mısın… Bülbülderesi’nin o yokuşuna gelince sana “Buraya kadar!” dedim.
Evet. Buraya kadar. Çünkü burada bir ev var. O evde bir kız çocuğu pencereye oturmuş geceyi seyreder. O gecede hep dolunay, o gecede hep bir sızıntı var. Kan sızıntısı. Bunu bir şarkı olarak duyarsın, belki bir ağıt. Belki de benim ağzımdan bir masal.

Ben ağzımı sana bağışlamıştım oysa. Soluğumu soluğuna düğümlemiştim. Ateşimi ateşine salmıştım. Sen korkak, ben hain!

Okumaya devam et “bu hepimzin rivayetidir (3)”

bu hepimizin rivayetidir! -1-


– Merhaba!
– Merhaba!?
– Ama siz o değilsiniz!
– Kim değilim?

Böyle başlamıştı sana gelmem. Tam otuz yedi yıl önce! Şimdi birkaç resim buldum, bazı akrabalardan, ama eskiye ait çok az ispat var elimde. Sen bu ispatlardan birisin. Sen benim gözlerimin içinin güldüğü yıllarını hatırlıyorsun, sonra o parıltı söndü gözlerimde, görüyorsun işte! Üzüleceksin ama hapishaneden önce işkence de var. İşkenceden sonra gözlerimin parıltısı söndü.
Tülay bir adım önden, Taylan onun arkasından, Kuğulu Park’ın havuzuna kurulmuş küçük kambur köprüyü geçtiler. Havada, parkın ışıkları altında küçücük billur parçalarına benzer kar taneleri uçuşuyordu. Arnavut taşlara dikkatle basarak ilerliyordu Tülay. Kestane dumanının yanındaki piyangocuyu ve duvara gözlükler, çakmaklar dizmiş adamı geçtiler. Köşedeki kafeye oturdular. Hava serinceydi. Ama buna rağmen kaldırım masalarından birine oturdular. Garson gelince, Tülay “Sen söyle,” der gibi baktı Taylan’a.

– İki neskafe!

Tülay gülümsedi. Seneler önce, o siyah beyaz resimde kalakalan o küçük kızın bonkör sevinci, şimdi hafif kırışmış yüzünden masaya boca oldu.

– Niye güldün?
– Hayatımdaki ilk neskafe içişimi hatırladım da!
– Nasıl?!
Okumaya devam et “bu hepimizin rivayetidir! -1-“

O fahişe ne yaptı?

O sıcak yaz ayından sonra Suğra’nın gözü her yerde Hüseyin’i arıyordu. Uğradığı karakolda ona sadece gülmüşler, boş ver demişler, rahat etti demişler, kim bilir ne yapmıştır, demişlerdi. Suğra, Allah belanızı versin deyip çıkmıştı. Karakoldaki polislerin ve bekçilerin çoğu bu ikiz kız kardeşin müdavimlerindendi. Suğra, korumacısı adama yalvardı, bitir bu Hüseyin itinin işini, dedi. O da gitti Hüseyin’i buldu. Hüseyin önce bağırıp çağırdı, sonra avucuna parayı koyunca adam sustu, işin peşini bıraktı. Ama Suğra bırakmadı. Suğra’nın istediği gün nihayet gelip çattı. Kübra’nın ölümünden bir ay kadar geçiyordu. Suğra bir Cuma günü, mezar ziyaretinden dönerken, Selbi’yi görmek istemişti. Ama Selbi, herkesten habersiz mahalleden taşınmıştı. Suğra, Deveçi Bazarçası’ndan çıkıp, Râzi Lisesi’ni soluna alarak, ağzında çöplüğün bulunduğu dar, uzun sokaktan evine dönerken, saçları düzgün şekilde yağlanıp taranmış genç bir adam gördü. Aynı kareli, kahverengi ceket vardı üzerinde. Sol elinde aynı sarı renkli, iri taneli tespih. Suğra adımını hızlandırdı. Yerden irice bir taş alarak adamın arkasından ona yaklaştı. Elini uzatsa ensesine değecekti. Suğra’nın sırtı ter içindeydi. Sakin bir sesle çağırdı: “Hüseyin Efendi?”

Adam döndüğünde göz göze gelmeleriyle Suğra’nın taşı kaldırıp onun yüzünün ortasına çarpması bir oldu. Adam sendeledi. İkinci darbeyi alnının ortasına indirdi. Hüseyin, sırtıyla kâgir duvara çarptı. Burnundan, dişlerinden sıçrayan kan oluk oluk akıyordu. “Dur kadın! Ne yapıyorsun?” derken kan ağzından püskürüyordu. Hüseyin’in dizleri bükülürken Suğra son darbeyi onun tepesinin tam ortasına indirdi: “Bu da Kübra tarafından!” dedi, taşı yere fırlattı ve gözyaşlarını rüzgâra vererek koşmaya başladı. O sıcak yaz günü ortasında, o uzun sokakta kimseler yoktu. Ama Suğra, arkasında bütün Tebriz’in erkekleri onu kovalıyorlarmışçasına korku içinde koşuyordu. Şekilli’den Daş Derbend’e doğru koşarken soluğu durmak üzereydi. Eve kadar gidemezdi. Sağ taraftaki Menafi Sokağı’na saptı.

Menafi Çıkmaz Sokağı’nın sonunda, nefes nefese kalıp da yere çöktüğünde ve yorgun başını sokağın yer yer alçısı dökülmüş duvarına yasladığında, duvarın arkasından bir şarkı duyuldu. Ses, çok uzaklardan gelmiş, o anı bekliyormuş gibiydi. Mahzun, okşayıcı ve garipti: “Kalbimi bezlederim minnet-ü zevkle, dilesen…”

Okumaya devam et “O fahişe ne yaptı?”