Zalimi yaratan mazlumdur: Sıfır Ritim Deneyi

Yıl 1974. Deneyi yapan Marina Abramoviç. Sonuç: İnsanlar vahşet yaratmada birbirini tetkikler (yığın taşkınlıklarında olduğu gibi) ve birbirine güç verirler. Ancak esasta mazlumum tepkisiz kalması bütün olayları geliştirir.

İlk videoda Mirina deneyimini anlatıyor, ikinci videoda (2011) diğer performansını sergiliyor.

Bu deneyimleme hakkında birçok yazı yazılmıştır. Buraya tıklayabilirsiniz

Sadık Hidayet: otobiyografik notu.

Sadık Hidayet’in el yazısı ile kendisi hakkında yazdığı otobiyografik notun fotoğrafını aşağıda veriyorum. Kâğıt başlığında Tahran Üniversitesi yazılıdır:

Ben kendi yaşamımı yazmaktan Amerikanvari reklamlar karşısında ürktüğüm kadar ürküyorum. Acaba benim doğum tarihimi bilmek kimin ne derdine değer? Şayet bu bilgi nüfus cüzdanı çıkartmak için ise sadece beni ilgilendirmeli, gerçi sizden gizli saklı değil defalarca müneccimlerle danışmışım, ama onların öngörüleri hiçbir zaman doğru değildi. Şayet okurların ilgisi içinse o zaman onların genel oylamasına başvurmalı çünkü herkesten önce ben yaparsam sanki kendi yaşamımın aptalca ayrıntılarına pek bir değer veriyormuşum gibi olur. Kaldı ki birçok ayrıntı var ki insan başkalarının bakış açısıyla kendisini yargılamaya çalışır ve bu nedenle de onların görüşlerine baş vurmak daha uygun olur. Örneğin beden ölçülerimi elbiselerimi diken terzi çok daha iyi biliyor ve sokak başındaki ayakkabı tamircisi de bilir ayakkabımın hangi yanı sürtünüp yenmiştir. Bu açıklamalar bana hep yaşlı bir atı satışa çıkardıkları ve müşteri çekmek içinde onun özellikleri ve kusurlarını saydıkları büyükbaş hayvan satış pazarlarını anımsatır. Kaldı ki benim yaşamöykümün hiç öyle kayda değer bir yanı yoktur. Ne önemli bir olay olmuş ne bir unvanım olmuş ne önemli bir diplomam olmuş ne de okulda parlak bir öğrenciydim. Tam tersi hep başarısızlıkla karşı karşıyaydım. Çalıştığım devlet dairelerinde hep silik ve kayıp biriydim ve müdürlerim elimden kan ağlarlardı öyle ki istifa ettiğimde onu coşkun bir sevinçle karşılamışlardır. Genel olarak çevremin benim hakkındaki kanısı itilmiş, istenmeyen, işe yaramaz biri olmamdır ve belki de hakikat budur.

[Otobiyografi, yazarın el yazısı]
خانه صادق هدایت تهران
[Yazarın evi, Tahran]

خانه‌ی رو به ویران صادق هدایت | توانا
[Yazarın odası, Tahran’daki evi]

عکس/ پیکر صادق هدایت پس از خودکشی
[Paris, son uyku]

Kundaklandık: içimizdeki yangın sönmedi daha!

Sevgili Lütfiye Aydın‘ın facebook sayfasından alıp onun izniyle aşağıda verdiğim yazı 2 Temmuz 1993 dehşeti ve vahşetinin bir özetidir. Özel yazışmamızda kendisi bir notu da eklememi istedi:

Bu olayın yazarlığımın yörüngesini değiştirdiğini de ekleyin. Çünkü okuma yazmayı yeniden öğrendikten sonra, yangın kokusunu unutmak, külleri üfleyip yepyeni dünyalar kurgulamak bile sorun…

O’nun için Madımak yangını hâlâ sürüyor. Ya sizin için?..

LÜTFİYE AYDIN

2 Temmuz 1993 olaylarında, yani Madımak vahşetinde yanmadan önce, kendini aşağı atarak kurtarmış ve hafızasını kaybetmiş bir edebiyat öğretmeni..

Madımak Oteli’nin 109 ve 110 numaralı odaların pencerelerinden karşı binaya geçiş vardı.

Buradan kaçan 31 kişi kurtuldu.

Kendini, eşiyle birlikte, otelin boşluğuna atan yazar Lütfiye AYDIN’ın trajik hikâyesi bugün hâlâ sürüyor..

Alevler giderek yükseliyor.

Herkes çığlık çığlığa can derdinde.

Lütfiye AYDIN yangından kurtulmak için, eşi Avukat Cafer Can AYDIN’la birlikte kendini otelin apartman boşluğuna bırakıyor.

Dumandan göz gözü görmüyor.

Bağırıyorlar, bağırıyorlar, güçleri bitiyor.

Dumandan zehirlenip bayılıyorlar..

İtfaiye araçları otele ulaşmak istiyor.

Göstericiler, araçların tekerleklerinin önüne yatarak engellemek istiyorlar.

Polis havaya ateş açıyor.

Yangın söndürme çalışmaları nihayet başlayabiliyor.

İtfaiye yangını söndürürken, otel boşluğunun üzerindeki camlar patlıyor.

Kızgın camlar, yerde baygın yatan Lütfiye AYDIN’ın üzerine yağmur gibi yağıyor..

Gece 01.00’de yangın tamamen söndürülüyor.

Otelden 33 ölü çıkarılıyor..

Duvar dibinde olduğu için camların pek değmediği Cafer Can AYDIN kendine gelir gibi oluyor.

Güçlükle dışarı çıkıyor.

Bir polis O’nu görüyor, şaşırıyor;

– Başka yaşayanlar var mı? diyor.

Eşi Lütfiye AYDIN’ın adını söylüyor, bayılıyor.

Otel hâlâ tütüyor.

Ve otelden en son Lütfiye AYDIN çıkarılıyor..

Lütfiye AYDIN morgda..

Polis, Lütfiye AYDIN’ın öldüğünü düşünüyor.

Bir kamyonetin arkasına koyup hastane morguna kaldırıyor.

Cafer Can eşinin öldüğüne inanamıyor.

Sabaha karşı, güç bela, morga gidiyor .

O’na son kez bakmak için doktordan rica ediyor.

Doktor;

– Sivri bir şey var mı? diye soruyor, kalemini veriyor.

Kalem Lütfiye AYDIN’ın ayağına batırılıyor, tepki veriyor;

Yaşıyor..

Aradan birkaç saniye geçiyor, Lütfiye AYDIN sayıklıyor

– Ce.. Ce..

Eşi tamamlıyor;

– Ceren.. Ceren..

Ceren, kızlarının adı.

Cafer Can hem kızının adını – Ceren.. Ceren.. diye tekrarlıyor, hem de haykıra haykıra ağlıyor.

Lütfiye AYDIN kurtulmuştu ama bu “kurtuluş” hiç de kolay olmayacaktı..

GATA Yanık Merkezi..

Lütfiye AYDIN’ın vücudu ağır derecede yanıktı.

Önce Sivas’ta tedavi görüyor, daha sonra Ankara’da GATA Yanık Merkezi’nde.

Olaydan üç gün sonra, 5 Temmuz günü, gözünü GATA Yanık Merkezi’nde açıyor.

Ne güzel tesadüf; 5 Temmuz kızları Ceren’in doğum günüydü, 17’yi dolduruyordu.

O gün, 35 gün sürecek zorlu tedavi sürecine başlıyor doktorlar.

Ölü derileri tek tek soyuluyor, yatağı bir küvet oluyor.

Konuşmakta zorlanıyor.

En yakınlarını dahi tanıyamıyor.

Cumhuriyet Pazar bulmacası çözme alışkanlığı vardı.

Hastanedeyken sürekli;

– Bana bulmacamı getirin! diyor, nedense bir türlü getirilmiyor bulmaca..

Sonunda bir gün getiriyorlar, dünyalar O’nun oluyor..

Kalemi eline alıyor ve öylece kalakalıyor.

O da ne; harfler birbirine giriyor.

Zorluyor, zorluyor, olmuyor, okuyamıyor.

Gazeteyi neden getirmediklerini anlıyor..

Odadan çıkmıyor.

Aylar sonra hastaneden taburcu oluyor.

Evine gelir gelmez, odasının perdelerini kapattırıyor. Günlerce çıkmadan o karanlık odada, tek başına yaşıyor.

Eşi ve kızının büyük çabasıyla, günlerce verdikleri mücadele ile, sonunda hayata dönüyor.

Edebiyat öğretmeni, yazar Lütfiye AYDIN, okuma yazmayı yeniden öğreniyor.

Zamanla, odasından, evinden çıkmaya başlıyor.

Sokakta, haline bakıp soranlara;

– Trafik kazası geçirdim! diyor.

Yalan söylemiyor aslında, çünkü öyle biliyor.

Ne Sivas’ı, ne Madımak Oteli’ni, ne de yangını hatırlıyor…

Bir gün odasından katıla katıla ağlama sesi geliyor.

Anımsıyor, tüm olup biteni..

Hemen bir daktilo istiyor, yazmak istiyor.

Yazarsa belki arkadaşlarını, gencecik çocukları geri getireceğini düşünüyor, oturup yazmaya başlıyor.

Sekiz saat sürüyor yazması; yarım sayfa ancak yazabiliyor.

Pes etmiyor, yazmayı bırakmıyor.

Lütfiye AYDIN, bugün zor yazıyor ve güçlükle konuşuyor.

O’nun için Madımak yangını hâlâ sürüyor.

Ya sizin için?..

“Kareşçe ve Ötekisiz” sayfasından alıntı

Aşağıdaki öyküyü Prof Dr. A. Naki Selmanpakoğlu’dan az önce aldım. Hiçbir müdahale etmeden yayımlıyorum. Şükranlarımla.

 İNSAN DEDİĞİN…                                                                                           

     Haberlere bakılırsa pek çok ölü ve yaralı var, yaralıların çoğu da yanık.
Canları yakmışlar.
Türkü yakanları ateşle yakmışlar! Onlarla yanmak, acımı acılarına katmak, ya da derman olmak vardı. Geç bunları şimdi. Bakalım kimler gelecek yanık servisine.
Kültür Bakanı, bakmayanı, önde gideni, arkada kalanı kısacası alayı hastanedeydi o gün.
Basra değil Sivas yanmıştı bu kez, gayrısı boştu.
On – on beş yanıklı acil servise alınmış bizi bekliyor.
Aklım Cafer’le Lütfiye’de. Bensiz gittiler. Götürmediler beni “Askersin gelme” dediler.
İlkin duvara yakın bir yatakta Lütfiye’yi gördüm. Sarıp sarmalamışlar, kolunda serum, gözlerinde kocaman bir soru işareti, şaşkın bekliyor. Bana ve hiçbir yere baka baka. Lütfiye’nin uzağında bir başka yatakta Cafer, bir gözü eşi Lütfiye’de bir gözü bende, bir şeyler anlatmak istiyor.
Acilin her yanına sinmiş yanık kokusu, Alışık olmayanın dayanması zor. Lütfiye’de kül rengi bir öksürük. Sorular soruyor, yanıtlayamıyoruz. Cafer, yüzü hariç tüm bedeni sarılı. O kendi derdini unutmuş, Lütfiye için perişan. Ben her ikisi ve diğerleri için telaştayım.
      Hepsini yanık servisine yatırdık. Hızla yapılanları gözden geçirip tedavilerine başladık. Yanık acısına katlanıyor insan ancak böylesi yürek yakan bir acıya katlanmak güç.
Ne ameliyatlar ne pansumanlar giderebildi o yanık kokusunu ve yakılmak duygusunu.
Cafer en çetin ameliyat acılarını sızıldanmadan geçirdi. Tanrıya değil acemaşirana inanırdı. Lütfiye’nin can yoldaşı, kendi yanığı değil onun yarasıydı tek tasası
“Yetti artık doktor, ben de bittim ezberimdeki şiir de.” “Yetti be… Boş kaldığınızda Cafer gel ameliyata.” Pansuman uzayınca Ketamin bile acılarını dindiremiyordu artık. Kırk ömür yaşasa Madımak’ı unutmayacaktı.
Gülerdi sıcak sıcak, millet Bodrum’a gitti o Sivas’a yanmaya. Her pansumanda acıyı unutturmak adına geçmiş günleri andık:

Lütfiye Aydın - Biyografya
Lütfiye Aydın, Sivas katliamından hemen önceki günlere ait bir fotoğraf.

     Kafa çekmişiz ucuz tekel şarabıyla, balık köftesi yapmışız. Cafer bu işte uzman. “Ellerini yıkadın mı?” diye takılıyorum, zaten köfte sonu elleri bembeyaz. Lütfiye’nin Antep yemekleri nefis. Kızlarımızın adı Ceren.
Geldikleri gün koğuş kapısında göründü Nurullah, “Siye sauk gazuz getirem mi?”
Diğer hastalar gibi o da sevmişti Madımakçıları. Onlarla göz temasından hiç kaçınmıyordu.
Tek katlı, daire şeklinde ortada bir bahçeye bakan serviste ziyaretçiler ancak dış camdan perdeler açıkken içerisini görebiliyordu. Tüm odaların açıldığı yuvarlak bir koridor. Görevliler ve diğer hastalar dışında kimseyle konuşmak mümkün değil.

     Nurullah sekiz yaşında Mardinli, dolaşabiliyor koğuşları.
Küçük yaşta yanmış. Yedi çocuklu bir aileden. Tek kilimle döşeli çoğu zaman döşesiz bir tandır evinde yanmış. Nurullah’ı tandırdan kurtaran anası döşünü dövmekten bir hal olmuş. Tandıra lanet etmiş. Yezit koymuş tandırın adını. “Anam diyer bunları.”
Nurullah’ın çenesi göğsüne yapışık kalmış. İnsana hep alttan bakar gibiydi. Korkarak içer bir bardak suyu, gökyüzüne bakamaz yatmadan. Boynunun açılmasını en çok uçurtma uçurabilmek için isterdi.
Yedinci ameliyatta tam olarak açıldı boynu. O da Yanık Merkezi’nin kıdemlisi oldu. Sonradan Lütfiye bir kitabında bahsetti Nurullah’tan.
Yanık, burun kanatlarını çekmiş, havalanacak bir tay gibi. Yaşı daha küçük amma kelam-ı kadim dili, az konuşuyor. Çevirir arabeske radyonun düğmesini. Yanık yarasını kapatmak için vermeye razı oldu sünnet derisini.
Nurullah âşık olmuş dediler. Kabullenmedi.
“Ben hiç âşık olmadım olmayacağım.”
“Neden?”
“Ablam var o zaman başkaları da ablama âşık olur.”
Yüreğinde ve sesinde kavak yapraklarının pırpırı ile Lütfiye ona aşkın kötü bir şey olmadığını anlatırdı. Birinin taze yanığı diğerinin eski yanığına yoldaş oldu.

                          İnsan dediğin saçaktaki
                         Güvercinin farkında olacak
                         Ve bir çiçek açacak kendince.
                         Bu aşk var ya bu aşk;

Dikkat!
Yangında ilk kurtarılacak.

Lütfiye şiiri okurken şairi Metin Altıok’un yan koğuşta hâlâ yaşadığını sanıyordu. Aylar sürdü acılı yanık pansumanları, tek acısavar Nurullah’ın soğuk gazozlarıydı. Dışardan yiyecek yasak.
Nice sonra odasına girdiğimde Lütfiye okuduğu kitabı ters çevirip yatağa bıraktı:
“Doktor bana ne oldu?”
“Trafik kazası geçirdiniz.”
“Yok mu haber yapan bir gazete baksak”
“Vardır buluruz, boş ver şimdi, sen nasılsın? Seversin, Tamburi Cemil Bey’in Ninni’sini, çalalım mı ?”
“He valla sevinirim. Cefo da mı kaza geçirdi?
“Onunki hafif. Tek derdi sen, gerisi iyilik güzellik.” Güldü. Güldüm.
Lütfiye’de çiçek açmayan gülüşüm Cafer’de soluyordu.
“Niye devamlı odamızı değiştiriyorsunuz?”
“Kim bu aynadaki kadın?”
“Gençler neden ellerinde mumla nöbet tutuyorlar?”
Halüsinasyon nöbetlerinde, Cafer’e sorulan yanıtı olmayan sorular.
Cafer ne zaman sorularla bunalsa Nurullah’ı çağırırdı. O da,
“Görürem sen düşünisen, senin diyacağın budur” deyip yolu açardı.
Sonunda Lütfiye’nin gazete yasağı kalktı. Spor ve magazin sayfaları verildi.
Elindeki sayfalarda barış arıyor bulamıyor, sıkılıyordu. Sayfalar filmlerdeki tren penceresi.
“Hiç olmazsa sağ kolumu sarmayın ki kalem tutsun ellerim.”
Ziyaretçileri gelip telefonla konuşmaya başlayınca dışardaki bir dünyanın hala var oluşu yansıdı gözlerine. Her şeyin yasak olduğu Kerbelâ günlerinden çıkmaya insanları tanımaya başladı.
“Geldik biraz, kaldık bir yaz.” diyerek taburcu olmak istedi, İyi o zaman çıkartalım. Merkezin masrafı azalsın. Servisin orta bahçesindeki sedir ağaçlarını dışardaki akasyaları seyretmekten bıktı anlaşılan.
“Nurulaaah… “Cafer’in sesi odasından geliyor, yarı kısık ama gür. Denizden geçen tekneye kıyıdan sesleniyormuş gibi bağırıyor: “Nurulaaaaah!” İçeri girdim.
“ Hayrola Cafer? Nurullah taburcu olalı haftalar oldu.”
Geldiğinden beri unuttuğu o gevrek kahkahalarından birini attı. Acılardan yepyeni bir kahkaha yaratıyordu, ya da kırmızı bir karanfil.
“Yahu hoca, Nurullah Mardin’den telefon edip beni istemiş. Pansumandan yeni çıktı gelemez deyince hemşire, o da bağırsın, hiç olmazsa sesini duyayım demiş. Hadise bu.”
Aldım ahizeyi elime, Cafer’in umuduna sesleniyordu:
“Cafo Babey gökyüzünü seyrediyem.”