“Ben her zaman bir sosyalisttim. Kitlelere saygı gösterirdim, onların dostuydum… Ben teorik sosyalizmin sağlığına inanırım ve hala da insanlığın karşısında sosyalizmden başka bir yol olmadığına inanıyorum.”
İran’ın büyük şairi Huşeng Ebtehac (Sayeh) bugün anavatnında uzakta, Almanya’nın Köln şehrinde hayata gözlerini yumdu. Yeri doldurulamayacak kadar büyük bir değerdi.
Nazım Hikmet açlık grevine son verip yurt dışına çıkmaya mecbur bırakılınca ve vatandaşlıktan dışlanınca, Farsça şiirin önemli adlarından Huşeng Ebtehac (H. Elif Saye) 1952’de yayımladığı Nazım Hikmet’e adlı şiiri yazmıştır. Bu şiiri çevirdim, veriyorum:
Nazım Hikmet’e
Sıcak bir öpücük gibi Kızıl bir gonca Yengili kanlı bir bayrak gibi Göndere çekilen yüreğimi sana bağışlıyorum Nazım Hikmet Sadece benim kalbim değil Her yer senin evindir, yuvandır Bütün çocukların ve kadınların kalbi Bütün erkeklerin kalbi, Yaşamın başka renk aldığı, başka tarh aldığı O geceler ve gündüzler boyunca Senin umut şarkılarını duyan herkesin kalbi… Yaşam, yaşam ama böyle değil hayır şimdi senin ve benim yurdumda olduğu gibi bu denli çirkin değil onların yurdu ki senin gibi dünyayı aydınlatan bir gece ışığını kırıyorlar ve tan attığında onu yurdundan kovuyorlar. Ama Nazım Kimsenin vatanını Kağıt üzerinde ondan alamazlar! Evet Hikmet: ey koca güneş Doğudan Batı’ya herkes seni övüyor Bir uçtan bir uca dünyanın kulağında Senin can bağışlayan şarkıların dönüyor.
Baykuşlar Bizim yurdumuzun hummalı gecesinde Yanan her ışığı Kara toprağa seriyorlar Bizim bahçemizin goncasını Zulümle yolup Domuzların ayakları altına serpiyorlar Ve yarasaların keyfince Bu karanlıklar aydınlansın diye Ruhuyla yanan Arın her yıldızın önüne Perdeler çekiyorlar.
Umudun tatlı ilacı ancak Güneşin kanı gibi damarlarımızda çarpmaktadır bizim! Ve yitik çiçekler dayanmanın toprağından boy vermekte Aldanış goncası olmadan sürgün vermekte Ve bu gonca bize muştu vermektedir Sabahın mavi çiçeğinin muştusunu. Güneş kan yatağında yatmakta.
Özgür bırak şarkılarını Hikmet! Dönüp dursun diye dünyanın kulaklarında Ve marşlarını Güneşin gülüş çiçekleri gibi saç Bir uçtan bir uca Baykuşlar ve yarasalar Umut şarkılarından korkuyorlar Onlar tan yerinin iletisinden korkuyorlar.
Birlikte söyleyelim, okuyalım yoldaş Şafağın kanının nağmesini Tan gülüşlerinin nağmesini Büyük yarının kulağı Bizim nağmelerimizin perdesidir Geleceğin arın dudağı Bizim kalbimizin bestesidir
Stephan Vincent Benét (1898-1943) der ki: “Doğumunuzdan beş dakika sonra adınızı, milliyetinizi ve dininizi tayin ederler ve siz hayatınızın kalan kısmını sizin seçmediğiniz şeyleri savunmak için harcarsınız!” Benét’nin babası, dedesi, amcası hep üst rütbe askerler olarak Amerikan İç Savaşı yıllarında savaşa katılmışlardır. Çocuk Benét ise kendi deyişiyle “Ben çocukluğumu çeşitli askeri üstlerde geçirdim. (Hikayelerimde)… Sivil aile çocukları tek bir şehirde büyürlerken askeri çocuğun birkaç yıl arayla çeşitli askeri üstlere taşınmak zorunda olduğunu göstermeliydim.”[1]
“Pulitzer Ödülünü ona kazandıran John Brown’ın Bedeni adlı uzun anlatısal şiiri, ya da Şeytan ve Daniel Webster olmuştur. Belki de o şimdi Amarikan Adları adlı şiirinin son satırlarıyla anımsanır. Bu satırlar Dee Brown’ın 1970 yılında yayımladığı Kalbimi Wounded Knee[2]’ye Gömün: Bir Batı Amerika Kızılderi hikâyesi” adlı eserinden esenlenmiştir.”[3] Amerikalı yazar Dorris Alexander “Dee” Brown’ın (28 Şubat 1908 – 12 Aralık 2002) bu eserinin Türkçe çevirisinin tanıtım yazısında şöyle denir: “O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları, hala o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o kanlı çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada. Güzel bir düştü evet… Sonra bir ulusun umudu kırılıp paramparça oldu… Artık yeryüzünün merkezi yok, ölüp gitti kutsal ağaç. -Kara Geyik-”[4]
Bu makaleyi Haziran 2012’de yayımlamıştım. Bir kez daha yazım hataları da dahil hiçbir değişiklik yapmadan sunuyorum!
Soru: İran şiirinde aşk temasının farklılığından söze edebilir miyiz?
H.H.: Önce isterseniz aşk sözcüğünün içeriğinden ve de gönderilerine bir göz atalım. Sonra bu içerik ve gönderilerden hareket ederek İran şiirindeki tematik farklılığına ulaşalım. Sözü edilecek olan farklılık (şayet öyle bir noktaya ulaşırsak), batı şiirindeki aşk teması ile farklı olup olmadığını algılamadaki yola da bir nebze ışık tutar sanırım.
Aşk Arapça bir sözcüktür. Farsça sözlüklerde aşırı sevgi, tutku, sevda vb olarak anlamlandırılmıştır. Buna en yakın sözcük ise Aşeke’dir. Aşeke, ağaçlara dolanıp yükselen sarmaşıktır.
Eflatun’un aşk yorumundan sonra doğu felsefesi bu konuda büyük değişime uğramıştır. İslam âlimleri ve filozofları da Eflatun’un yorumunu kendi inanç ve kültürel-düşünsel süzgecinden geçirerek değişik yorumlara ulaşmışlardır. Özellikle “mecazi ve hakiki” diye aşka getirilen yorum bir diğerinin karşıtı olmaktan çok, “Ruhani” alemdeki yükseklik mertebesine göre ayrılmıştır. Mecazi aşk, kısaca maddi sevgi olarak ele alınır. Yani para tutkusu, makam tutkusu ya da karşı cinse duyulan cinsel istek! Hakiki olan ise mutlak ruha olan yöneliş ve cazbediliş olarak nitelendirilir. Görüldüğü gibi bu görüş de Eflatun’un işaret ettiği ruhun ezeldeki mutlak güzelliğe yönelişten başka bir şey değil.
Sen, denizlerimden ağan ve denizlerime geri dökülen o mutlak ateş. Dilimin ilk sözcüğü. Ezberlediği tekçe öyküsü. Şimdi kara bakışlarını görebiliyorum. Kara gecelerimde yanıp sönen parlak yıldızlarını…
Yedi yönden esen rüzgâr senin saçlarında çiftleşir. Senin rüzgârın yılanlarıma ıslık çalmayı öğretti, buğday başaklarıma esmeyi, çalgılarıma nağmeyi, acılarıma iniltiyi, kulaklarıma mırıltıları! Sen bana merdivenleri tırmanmayı öğrettin. Uzak bir kentin, uzak bir semtinde, uzak bir binanın uzak bir odasına tırmanan merdivenleri…
Sen iki dölyatağından çıkıp iki annenin eline doğan o kutsal erkek değilsin. Sen o iki annenin iki dölyatağından doğan ilk ve son kadınsın! Daha yaşın üç olmadan her gözünle başka görmeye başladın. Sağ gözün ağlarken sol gözün gülmeye mecbur. Sen gayrı muhal bir efsane. Sen gerçek bir acı, sonsuz bir sevda.
Rıza Beraheni’nin yetmişinci doğum günü nedeniyle Toronto’da bir kültür merkezinin 2005 yılında düzenlediği geceye kimi edebiyatçının ve düşünürün ilettikleri mesajları burada vermek istiyorum:
Eugene Benson (PEN Kanada dönemsel başkanı)
Rıza Beraheni’ye bir yazar, yazın kuramcısı ve özellikle ülkesi İran’da demokratik özgürlükler yolunda gösterdiği özveriler nedeniyle selamlarımı gönderiyorum. Onun, arzularının ve hedeflerinin yeni ülkesi Kanada’da hep yaşamasını umut ediyorum.
Hélène Cixous (Yazar, eleştirmen, kadın insan hakları, yazın kuramcısı, filozof)
Kitap okuma ömründe bir eserin keşfi sevilen bir ölünün mezarından kalkması kadar nadir bir olaydır. Böylesi bir olay her beş yılda ya da on yılda cereyan eder. O gün insanın edebiyatın gerçeğini algılayabileceği bir güçle. Bu macera birkaç sene önce benim için cereyan etti. Benim için kıyametin kıyamı idi. Ne mutlu o insana ki ansızın başka bir gezegenin başka bir dünyanın varlığını öğrenir.
Bu makale Çakır Dikeni Dergisi’nin ilk sayısında yayımlanmıştır, Aralık 2020
Yaşam dilin içinde cereyan eder. Bütün dünyamız ve bu arada olgu olarak yaşamımızın bir parçası olan sanat ve edebiyat da -ve açıktır ki şiir de- dilin içinde cereyan eder. Konuşulan/konuşulabilen ve yazılan/yazılabilen diller kendi sözcük hazinesi, sözcüklerin sesleri, yan yana geliş sistematiği, biçimleri ve diğer birçok özellikleri bakımından birbirinden farklılıklar gösterdiğinden her dilin kendine özgü şiir dili, şiirsel dili, mensur şiir/şiirsel dili , roman ve öykü dilinin olması kaçınılmazdır. Ancak yaşayan dillerin paylaştıkları ortak özellikleri -örneğin o dillerde yazılan şiirlerin yarattığı hisler, gönderilerinin ortak toplu bellekteki yanıtı- nedeniyle dil, edebiyat dili, şiir dili evrensel kuramların tümü için geçerli olan temeller esasında irdelenebilir.
Dil ister bir iletişim “sistemi”, iletişim “metodu” veya iletişim “aracı” olarak kabul edilsin; örneğin yapısalcıların yaklaşımıyla ister dil dizgesel (eşsüremlilik) boyutu ister tarihsel (artsüremlilik) boyutu ile ele alınsın, farklı yazın türlerinde farklılıklar gösterir. Bu farklılıklar birçok dilbilimci tarafından yıllardır tartışılagelmiştir. Yirminci yüzyılın başında Rus biçimcilerinin açtığı düşünsel pencere, sanat dilini genelde ve şiir dilini özelde farklı boyutlarda ele almamıza olanak sağlamıştır. Şiir dilinin “araç” ya da “teknik” olarak kullanılma biçimi ve işlevi özellikle roman-öykü dilinden ve şiirsel dilden (mensur şiir dilinden) ayrı bir tür olarak ele alınmıştır. İşlevsel bakışla, özellikle poetikada dilin estetik işlevi -estetik amaç- açısından bakıldığında, günlük konuşmada (pratik dilde) anlam ve bilgi aktarma açık ve ön plandayken şiirin dili bu işleve karşı koyduğu iddia edilebilir.
Ahmet Haşim Şiir hakkında bazı mülahazalar(Piyale, 1926) adlı yazısında anlamın arka plana itilmesi konusuna değinerek şöyle der: “Anlamı araştırmak için şiiri deşmek, şakıması yaz gecelerinin yıldızlarını ürperten zavallı bir kuşu, eti için öldürmekten farklı olmasa gerek. Et zerresi, susturulan o büyüleyici sesin yerini doldurabilir mi? … … Sıkı bir defne ormanının ortasına bırakılan bal dolu bir porselen kavanoz gibi, anlam şiirin yaprakları içinde gizlenerek her göze görünmez.” Lev Jakubinskij’nin görüşüne göre şiirsel dilde, “kastedilen arka plana çekilir ve dilsel kombinasyonlar kendi içlerinde bir değer edinir… … Bu vuku bulduğunda dil alışılagelmemiş olur ve sözcükler şiirselleşir.”[1]
Viktor Şklovski (1893-1956) Theory of Prose adlı eserinin ilk faslında Teknik olarak Sanat[2] adlı ünlü makalesini eklemiştir. Bu makalenin başlangıç cümlesi, kendi deyimi ile, “Lise öğrencilerinin ağzından da duyulabilecek” bir cümle ile başlar; “Sanat imgelerle düşünmektir.” (V. Şklovski, 1917) Potebnya’nın Edebiyat Kuramına Notlar adlı eserine işaret ederek Şklovski onun bu saptamasını aktarır: “İmgelem olmadan sanat olmaz özellikle de şiirde… Düz yazı gibi şiir de her şeyden önce düşünme ve bilme biçimidir… İmgelerle düşünme biçimi…” Şklovski makalesinin devamında Potebnya’nın bu görüşlerine karşı çıkarak metonomik[3] ve metaforik imgelem düşünme biçimine değinerek ilkinin şiirle bir ilgisinin olmadığının altını çizer. Şklovski aynı makalede Arsito’dan naklen “Şiirsel dil tuhaf ve şaşılası olmalıdır, ” saptamasına işaretle sanatın diğer dallarını örnekleyerek “İmgelem olmadan sanat olmaz” iddiasının yersiz olduğunu ileri sürer.
Biçimcilerin manifestosu olarak ünlenen bu makalede, “Şiirsel imgelem olası en alışılmadık izlenim yaratımın bir aracıdır… Şiirsel imgelem şiirsel dilin bir aracıdır,” dedikten sonra Şklovski “Sanatın amacı,” der, “şeylerin bilindikleri gibi değil oldukları gibi algılanmalarını iletmektir. Sanatın tekniği şeyleri ‘alışılmadık’ yapmaktır, biçimi zorlaştırmak, zorluğu ve algı süresini uzatmaktır zira algı süreci özünde bir estetik gayedir ve bu ise uzamalıdır. Sanat bir nesnenin sanatsal yüklülüğünü deneyimleme yoludur; nesne önemli değil.[6],[7]/… Yazarın edebi ifadeyi ‘alışılmadık’ yapmak için elindeki araçlar teknikseldir, örneğin yabancılaştırma aracı (priëm Ostranenia), onu yabancı kılma yetisidir./… Böylece ‘alışılmadık’ yapmanın aracı fonetik, sözcüksel ve belki de semantiktir. / … … diyebiliriz ki şiir zayıflatılmış çetrefil konuşmadır.[8]”
Alışkanlığı kırmak, alışılagelmişliği kırmak ya da yadsımak, yabancılaştırmak, sözcüğü yerinden etmek, gösterilen anlamı saklamak ya da arka plana itmek ve onun algılanışını zorlaştırmak, geciktirmek, hissi ön plana çıkarmak ve benzer konular farklı yönleriyle Tzvetan Todorov, Boris V. Tomaşevski, Mihail Bahtin, Yury N.Tinyanov gibi birçok formalist diğer dilbilimci ve düşünür tarafından da ele alınıp tartışılmıştır.
Bu açıdan bakıldığında, Todorov, Barthes ve diğerlerinin edebi kuramsal görüşlerinin yayınlanması ve yayılmasında önemli rol alan, anlatısal söylem (narrative discourse) ve rivayetbilim (anlatıbilim, narratology) kuramlarını sistematize eden Gérard Genette’nin işaret edip üstünde durduğu anlatılan öykü, göstergesel anlatı metni ve anlatı eylemi ve söylemlerin katmanları olgusu şiir dilinde de ele alınabilir. Formalist akımın devamında ortaya çıkan postyapısalcılar ve bu arada göstergebilimciler konuya farklı boyut kazandırmışlardır. Ünlü göstergebilimci Roland Barthes’ın bakışı ile şiir göstergelerin özel dizgelerinden başka bir şey değildir. Göstergeler dizgelerinin her dilde ve her okur için farklı çağrışımlar ve gösterileni çağırdığından sözü edilen “alt katmanların” varlığı kaçınılmazdır. Klasik Farsça şiirde ve özellikle Şirazlı Hafız, Mevlana Şems ve Hayyam’ın şiirlerindeki imgelemlerin ve gönderilerin yarattığı çoklu katmanların derinliği ve genişliği o dizelere “şaşılası” ölçüde “şiirlik” kazandırmıştır.
3- Şiirde sözcüklerin bir yandan alışılagelmişliğin dışına çıkma, sapma, savrulma ve diğer yandan ise olgudaki imgenin “beklenilen” konumda olmamasıyla “hissin” ortaya çıkışı, şiir dilinin belki de temel özelliği olarak dil oyununun oynanması (Wittgensteinci bakışla: ‘Sözcüğün anlamı herhangi bir dil oyununda oynadığı işlevle kurulur.’) şiirsel ritmin duyulması şiirsel mensurlardan farklı bir poetika sunduğunu görürüz.
T.S. Elliot der ki, “… Dize (verse) ile düzyazı (prose) ayırımı açıksa da şiir (poetry) ile düzyazı arasındaki ayırım silik, belirsizdir.” Elliot’ın ünlü Hysteria adlı şiirsel yazısı onun bu görüşüne tipik bir örnek olarak okunabilir:
“O gülünce kahkahasına bulaştığımın ve onun bir parçası olduğumun farkındaydım, ta ki dişleri bir manga talimi ustalığıyla sadece rastgele yıldızlar gibi parlayana değin. Ben kısa iç çekişlerle içe çekilmiştim, her kısacık toparlanmada soluyarak, onun gırtlağının karanlık mağaralarında kayboldum, görünmeyen adalelerin seğirmeleriyle yaralı. / /…//”[10]
Wittgenstein’ın yaşıyorken yayınladığı tek eseri[11]Tractatus Logico-Philosophicus’ını yazıldığı dil Almancasından okuduğumuzda numaralandırdığı satırların, seslerin ve gönderilerin yapıları açısından bir şiirle mi, şiirsel düz yazıyla mı yoksa gerçekten düzyazısal aforizmalarla mı karşı karşıya olduğumuzu sormadan edemiyoruz.
Die Welt ist alles, was der Fall ist
Was der Fall ist, die Tatsache, ist das Bestehen von Sachverhalten
David Rozema[12] ve Marjorie Perloff[13] gibi birçok araştırmacı onun bu eserini “şiir” olarak nitelendirmiştir. Witgenstein kendisi konuyla ilgili olarak şöyle der: “Felsefe sadece şiirsel kompozisyonda yazılmalıdır dediğimde sanıyorum felsefeyle ilgili duruşumu özetlemiş oldum.”[14]
Biçimsel olarak şiiri andıran Traktus’ta aslında biz dil ile gerçekliğin bağlarına ait filozofun düşüncelerini okumaktayız. Başka bir deyişle bu eserde yazar şiir tekniğinde önemli olan sözcük ekonomisini en ustaca biçimde kullansa da düzyazının temel özelliği olan anlamı ön plana çıkartıp ve duygusal, hissi bir algıya ve şüpheye adetamahal vermeyerek düşüncelerini aktararak , gramatik düzeni bozmadan ve sözcüklerin alışılagelmiş yerlerinden etmeden bu şiirsel metni kaleme alarak okuru şaşırtmaktadır.
Bir araştırıcı Wittgenstein üzerinde yaptığı inceleme hakkındaki bir söyleşide[15], “Daha yakından baktığımda, fark ettim ki Wittgenstein dil ve dünya ile değil gramer ve dünya arasındaki ilişkiyle ilgileniyordu,” der. Bu araştırmacı Terry Eagelton’ın onu şairlerin ve bestecilerin filozofu olduğunu ifade ettiğini ileri sürer.
Diğer taraftan Ossip Brik’e göre şiirsel konuşmanın bu denli tuhaf oluşu onayladığı fonetiklerdedir. O, şiir dilinin imgelerin sesi olduğu konusundaki şüphelerini şu şekilde dile getirmekte: “İmge ve ses arasındaki ilişkiye nasıl bakıldığı önemli değil, hiç şüphe yok ki sadece bir sonuç ihtimal dahilindedir; sesler ve harmoniler anlamın hoş ahenkli aksesuarları olmakla kalmayıp, aynı zamanda bağımsız şiirsel maksadın da sonucudur.”[16]
Fransız romantik şair Lamartin’in (1790-1869) özenle seçtiği uyaklarla yaptığı Göl şiirinin dizelerini alt alta değil de yan yana koyarak, kısa dizelerle uzun satırlar oluşturarak bu şiiri şiirsel düzyazısal metne dönüştürmek mümkün mü?
Ainsi, toujours poussés vers de nouveaux rivages, Dans la nuit éternelle emportés sans retour, Ne pourrons-nous jamais sur l’océan des âges Jeter l’ancre un seul jour?[17]
Bu açıdan T.S Elliot’ın Histeri’si ve Witgenstein’in Tractatus-Logico-Philosophicus “şiiri” şiirsel düz yazı, Alphonse de Lamartine’ın yarattığı metin ise şiir mi?
Ahemt Haşim’in Ölüm adlı şiiri modern şiirin hemen hemen tüm özelliklerini taşımakta ve şairin kaleme aldığı mülahazalarında[18] sözünü ettiği tüm belirleyici ögeleri barındırmaktadır:
Titrek Parıltılarla yanan bir mesâ-yı mezbaha-renk Dağılırken suhûr-ı uryâna, Firaz-ı Zirve-i Sinâ-yı kahra yükselerek Oradan, Oradan düşmek, ölmek istiyorum
Sergei Parajonov’un Sayat – Nova’nın şiiri üzerine yönettiği Narların Rengi şiir değil mi? Vsevolod Pudovkin’in Ossip Brik’in şiiri üzerine yönettiği Asya Üzerinde Fırtına bir şiir değil mi? Mohsen Mahmalbaf’ın yazıp yönettiği Gebbe bir şiir değil mi? Modernite ölmüştür. Ağır sanayi dönemi kapanmıştır. Alışageldiğimiz ve hayatımızı kuşatmış kaba teknoloji dönemi can çekişmekte. Data ve bilgi dönemi ayağa kalkarken nano teknoloji saldırmakta. Sermaye düzeni yok oluşa sürüklenirken en hırçın dönemini yaşamakta. İnsanoğlu galaksileri hücrelerimize ve oradan uzaydaki istasyona ileterek işlemler yapmakta. Uyaklar ölmüştür. Eski ve eskimiş imgeler ölmüştür. Sözcükler can çekişmekte. Sözcüksüz iletişim bebeklik dönemini geride bırakmak üzeredir. Bugün simgeler ve nano kodlar iletişim sistemi/aracı/metoduysa yarın sadece hisler iletilecektir. Eril dil, dişil dil ve hermafrodit dil evresi sonrasında cinsiyetsiz Dördüncü Dil’in temel özelliği olarak gelişecek hisler dilinin sanatına ve şiirine ait neler söyleyebiliriz?
İşte bu devinen, baş döndürücü altüst olma döneminde eskinin mezarında sonsuz bir hazla söylemeliyiz söylemek istediklerimizi. Bu bir isyandır. Şair kendi dil dünyası içinde, kendi içsel ve dışsal çevrenine uygun ve kaçınılmazı olarak seçmeğe gittiği sözcükleri uygun bulduğu konumlara yerleştirerek, ya da yerinden ederek ve sözcükler arasında uygun bulduğu ilişkiyi kurarak bir ifadeye, bir göstermeye kalkışır. Bu kalkışma tam anlamıyla bir isyandır. Bir düzeni yıkıp yeni bir düzeni kurmaktır. Var olanı kendi kurgusuyla alışılmışı yadsıyarak dillendirmektir. Şair dilin düzenine ve onun kurmuş olduğu hegemonyaya karşı ayaklanamıyorsa, onun baskıcı, sansürcü, kuralcı, yasacı egemenliğini yıkamıyorsa neyi yazacak? Zira şair sözcükler arasındaki ilişkiler imparatorluğuna boyun eğer ve onun kurallarına uygun ve geleneksel bir tavırla boş satırları doldurursa hiçbir şey söylemiş olamaz. Artık tekrarlanan güzel sözcükler şiir değil, tekrarlanan güzel imgeler, hoşa giden laflar şiir değil… Kafiyeler, uyaklar, vezinler ölmüştür… Şairin başkaldırısı öncelikle dil meydanında olur. Dili kesilmiş kadının, dili kesilmiş emeğin sesi olma zamanı gelmiştir. Şair bu başkaldırıyla sadece yeni ifadeler, yeni terkipler, yeni imgeler yeni göstergeler yaratma peşinde olmaz.
Bir zamanlar Barthes metinlerin etkisini ikiye ayırdı: plaisir ve jouissance. (Keyif ve haz, pleasure and bliss) ancak jouissance Fransızcada cinsel orgazm anlamına da gelir[19]. Şair sevişen iki insanın nefeslerini, bedenlerinin ritmik devinimlerini, gırtlaklarından çıkardıkları “anlamsız” ancak duygu dolu sesleri taklit edercesine öldürülen doğanın, dilsiz bırakılan, hapsedilen ve evrensel yasalara “uygun” olarak işkencelere mahkûm edilen insanın dizelerini yazarken yazınsal jouissance’ı ve nihai hazzı güdüler. Şair tüm bu çeşitlendirilmiş tecavüzlerde zorbalığın sesini yırtarak savurarak hisleri oluşturur. Hislerin ardında saklanan anlama varma acıya, kahkahaya ya da gözyaşlarına bulaşsa da… Bu varışta dil yok olsa da sözcükten yoksun sesin egemenliği kurulsa da… Artık şair kendini hazırlamalıdır bağırmak için: dilin düzeni yıkılmıştır. Bu haykırışın içerdiği zihinsel, ruhsal bütünlük ve parçalanmışlığın saçtıkları yarına serpilen bir tozdur, hazzın tozu… Şair biliyor, şiirinin dilinde saklı haz henüz hiçbir “şey” ifade etmez. Zira nihai haz henüz geleneksellikten kurtulmuş değil. Öyleyse geleneksellikten çıkarak, alışagelmişlikten kurtularak ve “modayı” kırarak “yeni” bir değer yaratacaksa tüm çektiği çilelere değer.
Yazın toplumunda şair göstergeler âleminin bilgeliğini sergilerken moda olanı kırarak bir değere varır o ise yeni bir histir. Geleneğe, alışılagelmişe karşı koyan mimari, resim, heykel ve biçimiyle, rengiyle konumuyla ve uyumu ya da uyumsuzluğuyla podyumdaki bir giysi parçası ve benzeri sanatlar işte varsayılan kültür zemininde bu göstergesel bilgelik sistemi içinde sözcüklerden yoksun dilin iletisini sergiler.
Şair nerede? Dilin dilliği nerede? Şairin retorik şövalyeliğin hapishanesindeki dil ile ne ilgisi var? Şairin estetiğin, ahlakın, dilbilgisel kuralların ve geleneğin boyunduruğuyla ne ilgisi var? “Bir zarın atılması şansı yok etmez!”[20] Doğru mu? Modernite öldü, biz neredeyiz?
Odilon Redon (1840-1916) –Bir zar atımı … (Mallarmé’nin şiiri’nin çizimi, 1897 ve 1898); albumAmbroiseVollard (projetd’éditionqui ne vit pas le jour).
[2] Bu eser İngilizceye Art as Device (Araç olarak Sanat) ve Art as Technique (Teknik olarak Sanat) diye çevrilmiştir. Rusçadan farklı çevirilerde önemli farklılıklar göze çarpmakta. Benjamin Sher, Alexandra Berlina ve diğerlerinin Rusçadan İngilizceye çevrileri gözden geçirildi. (H.H.)
[4] Bu tekniği Bertolt Brecht şiirlerinde ve oyunlarında Verfremdungseffekt (yabancılaştırma etkisi) metodu adı altında kullanmıştır. (H.H.)
[5]“Defamilization” tabiri Nazan Aksoy-Bülent Aksoy çevirisinde “alışkanlığı kırma” olarak geçer. (Defter, sayı 5, Haziran-Eylül 1988, sayfa 177)
[6]Shklovsky, Viktor (2017). Berlina, Alexandra (ed.). Viktor Shklovsky: A Reader. Translated by Berlina, Alexandra. Bloomsbury. İnglizceden çeviri H.H.
[7]Bu cümle Sher’in çevirisinde Rusçadan metinden şu şekilde çevrilmiştir: “Sanat yaratıcılık sürecini deneyimleme aracıdır. Eserin kendisi oldukça önemsizdir.” (H.H.)
[8] Victor Şklovski, Teknik olarak Sanat, 1917, İngilizceden çeviri H.H.
[10] “As she laughed I was aware of becoming involved in her laughter and being part of it, until her teeth were only accidental stars with a talent for squad-drill. I was drawn in by short gasps, inhaled at each momentary recovery, lost finally in the dark caverns of her throat, bruised by the ripple of unseen muscles. //…//” (T.S. Elliot’ın Histeri adlı şiirinin başlangıç satırları. İngilizceden çeviren Haşim Hüsrevşahi)
[11]Wittgenstein’in Felsefi Soruşturmalar adlı kitabı ölümünden sonra yayınlanmıştır.
[12] David Rozema, Tractatus Logico-Philosophicus: A “Poem” by Ludwig Wittgenstein,. Journal of the History of Ideas Vol. 63, No. 2 (Apr., 2002),
[13] Marjorie Perloff, Writing Philosophy as Poetry: Literary form in Wittgenstein, Online Publication Date: Jan 2012
[18] Ahmet Haşim, Şiir hakkında bazı mülahazat, Piyale, 1926
[19] “Zevkten daha çok acı” prensibini ileri süren, eril ve dişil jouissance kuramını açıklayan Lacan’ın İngilizce çevirilerinde bu sözcük özel kullanımı nedeniyle jouissance olarak bırakılmıştır. Meduza’nın Kahkahası adlı eserin yazarı Fransız feminist kuramcı, filozof, yazar Hélene Cixous jouissance’ı dişil yazı, dişil zihniyet, fizik ve ruhsal denyimlemenin sınırsız bir zevk durumu olarak ele alır ve onu dişil yaratıcılığın temel gücü olarak görür.
[20]Jean-Paul Sartre’ın metodunu “Kibarlığın terörü” olarak tanımladığı Stéphan Mallarmé 1897’de bu son çalışmasını genç Paul Valery’e verince eklemiş: “Sence bu bir delilik eylemi değil mi?”