ne zaman sokağa çıksam mavi bir cam kırılır içimde bu kandırılmış kişnemeler derim benim sevdalandığım yaban at sürüsü değil kızıl yeleleri ile rüzgarı güneşe katan nabızları yeryüzü damarlarında atan!
ne zaman sokağa çıksam çocukların yüzünde kömür tozu safran külü gözlerinde yıldızlar söner denizler donar nehirler durur hayret derim bu karanlık ne zaman çöktü bahçemize bu şehir ne zaman moloz oldu ağzımıza
biz o serseri şarkıydık saçlarımızda gümüş tozlu ay taşırdık öpüşlerimizde yelken şehrin duvarları bizden gülerdi ağaçların dilinden anlardık kızıl yeminlerimiz vardı yeşil kefaretimiz hayret derim ne zaman gömüldük biz?
avuçlarımda mavi bir mum yakarım güneşi karşılamaya çıkarım şehrin en yüksek tepesinde dururum içimde mavi cam kırıkları
“Fyodor Dostoyevski 45 yaşına geldiğinde yaşamı başarısızlıklar, borç batakları ve sağlık problemleri ile dolu kumar bağımlısı vasat bir yazardı. Politik fikirleri yüzünden Sibirya’da geçirdiği sürgünden dönmüştü. Çalkantılı bir evlilikten sonra dul kalmış, çapkın, beş parasız, sürekli sara krizleri ile boğuşan, arkadaşlarının yardımı ile ayakta duran hiç de yakışıklı olmayan, hastalıklı görünüşlü bir adamı gözünüzün önüne getirin. İnsan, “Kim bu adama aşık olur ki?” diye düşünmekten kendini alamıyor.
Ama konu aşk olduğunda evren olanaksızı bir şekilde başarır. Ya da bir şeyler olanaksız gibi göründüğünde yaşam aşkı devreye koyar.
Dostoyevski, 1866 yılında abisini kaybetmişti ve onun ailesinin yükünü de üzerine almıştı. Borçlar içinde yüzerken acımasız yayıncısı ile bir anlaşmaya varıp ondan yüklü bir miktar para borç almak zorunda kalmıştı. Yapılan anlaşma gereği üç ay içerisinde taslaklarını daha önce yazmış olduğu “Kumarbaz” isimli romanını bitirip yayınevine verecekti. Sürenin sonunda bunu başaramamış olur ise o günden sonra yazacağı dört romanı bilabedel yayıncıya verecekti ki bu onun sonu demekti. Üç ay, bir roman yazmak için zaten yeterince kısa bir süredir ama bu sürenin ilk iki ayını Dostoyevski tek bir satır bile yazmadan geçirdi. Gelecek için ümidini kaybetmek üzere iken arkadaşlarına açıldı. Bunun üzerine onu çok seven bir arkadaşı sürenin bitimine 26 gün kala Dostoyevski’nin evine 20 yaşlarında silik görünüşlü bir genç kızı getirdi. Kız steno okulundan yeni mezun olmuştu ve işsizdi. Arkadaşı Dostoyevski’ye şunları söyledi;
– Seni Anna ile tanıştırayım. O bir stenograf. 26 günde bir romanı yazamazsın ama aklından geçenleri durmadan hızlı hızlı söyleyebilirsin. Anna söylediklerini kâğıda dökecek ve romanı birlikte yazacaksınız. Senin son ümidin şu gördüğün genç kız. Hadi çalışın.
Anna yıllar sonra yazdığı anılarında o ilk gün Dostoyevski’den hiç hoşlanmamış olduğunu yazmıştı. Ama o gün hemen işine sarıldı ve 19 yaşındaki genç kız ile Dostoyevski hemen o günden başlayarak günler ve geceler boyunca birlikte çalıştılar. Ve 26. gün bittiğinde Dostoyevski bitmiş romanını kolunun altına alıp yayıncıya götürdü. Ama kurnaz yayıncı anlaşmayı kendi lehine sonuçlandırmak için yayınevini o gün açmamıştı. Romanın ertesi gün teslim edilmesi durumunda da Fyodor Dostoyevski anlaşmanın şartlarına uymamış sayılacaktı. Dostoyevski büyük bir yılgınlıkla eve döndü ve Anna’ya birlikteki çabalarının ne yazık ki işe yaramamış olduğunu söyledi ve belki de ona olan borcunu da ödeyemeyeceği için özür diledi.
Anna ise hiçbir şey söylemeden roman metnini Dostoyevski’nin elinden kopararak aldı karakola gitti ve romanı o gün içerisinde komisere teslim ederek bir de tutanak tutturdu. Bu durumda ertesi gün yayıncının yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı.
Genç kız eve dönüp de yaptığını anlatınca hemen o gün Fyodor Dostoyevski Anna’ya ikinci bir romana başlayacaklarını söyledi. Ve Anna’nın şaşkınlığını hiç fark etmemiş gibi yeni bir romanı dikte etmeye başladı. Yeni roman, yaşlı ve hasta bir ressamı ve ona yardım eden Anya isminde bir genç kızı tarif ederek başlıyordu. İlk paragraflar bittikten sonra Dostoyevski durdu ve Anna’ya titrek bir sesle şunları söyledi;
– Romanın burasında yardımına ihtiyacım var Anna. Bu yaşlı ve hasta ressamın ben olduğumu ve bana yardım eden Anya’nın da sen olduğunu düşün. Bu yazar romandaki Anya’ya evlenme teklif etse idi romandaki Anya, -yani sen – ne yanıt verirdi?
Anna anılarında o günü şöyle anlatır;
– Çok tedirgin ve heyecanlıydı. Lafı dolaştırıp duruyordu ama bana evlenme teklif ettiğini anlamıştım. Kaçamak bir cevap verirsem onun gururuna büyük bir darbe indireceğimi anladım. Ona benim için çok değerli olduğunu hissettirmek için elini tuttum ve onu sevdiğimi ve her zaman da seveceğimi söyledim.
Üç ay sonra evlendiler. Yaş farkları çok büyüktü. Dostoyevski sürekli sara krizleri geçiriyordu. Beş parasız olmak bir yana çok borçları da vardı. Dostoyevski’nin alıştığı düzensiz yaşam ve kumar tutkusu yazarın yakasını bırakmıyordu. Üstelik evlerinde Anna dan büyük yaşta arsız bir yeğen yaşamaktaydı.
Çareyi balayı bahanesiyle yurt dışına gitmekte buldular. İsviçre’de bir gece Dostoyevski kendini tutamadı ve rulet masasında bütün parasını kaybetti. Kaldıkları odaya geri döndü ve öfkeyle Anna’dan mücevherlerini vermesini istedi. Anna sessizce değerli neyi var neyi yoksa kocasına verdi ve Dostoyevski parasını kurtarmak amacıyla bir daha rulet masasına döndü. Sabaha karşı bitkin ve her şeylerini kaybetmiş bir şekilde odalarına döndüğünde Anna’yı odadaki tek koltukta büzülmüş hıçkırıklarını gizleyerek sessizce ağlarken buldu. Anna saatlerce hiç söylenmedi, şikayet etmedi ve sessizce için için ağlamayı sürdürdü. Sonunda Dostoyevski yere diz çöktü başını eşinin kucağına yasladı ve gözyaşları içerisinde
– Ne olur benden nefret etme ve beni sevmekten vazgeçme, Bu geceyi hayatım boyunca hatırlayacağım ve bir daha asla kumar oynamayacağım, dedi, Anna hiçbir şey söylemedi ve kocasının başını okşadı, o kadar. Günlüğünde o günkü düşüncelerini de şöyle yazmıştı;
– Yaptığının çok acı ve korkunç olduğunu bildiğini ve çok utandığını anlamıştım.
Dostoyevski de eşinin cömert sabrı, bağışlayıcılığı, cesareti ve soyluluğundan çok etkilenmişti. * Ve o geceden sonra gerçekten de ölene kadar hiç kumar oynamadı.
Dostoyevski o geceden sonra kendini ve ailesini eşine teslim etti. Anna’nın günlüğünde şu satırları görüyoruz; “Yaşamda aşktan daha değerli bir şey yoktur. Ben her zaman, eşimin kusurlarını eleştirmeden önce hep kendimi yargıladım. Hayatımda 4 Ekim 1866’da onun evinin kapısından ilk kez girdiğimden sonra onun dehasına destek olmadığım tek bir gün olmadı. O da her zaman bana karşı nazik, cömert, merhametli, adil, ilgili, narin ve şefkatliydi “
Evlilikleri boyunca Anna evi çekip çevirdi, çocukları büyüttü ve eşinin yazılarını temize çekti. Ama asla görüldüğü gibi silik bir kadın olmadı. Eşinin yapıtlarını yayınlamak için karlı bir yayınevi açtı. Pul biriktirmeye başladı ve öldüğünde çok büyük, değerli bir koleksiyon bıraktı. Dostoyevski’nin durmadan üretmesi için evinde huzur ve sevgi dolu bir ortam yarattı. Büyük yazarın bütün başyapıtları (Suç ve Ceza, Budala, Karamazov Kardeşler vs vs) hep Anna ile evlendikten sonra yazılmıştır ve bu kitapların hepsi halen dünyanın her yerinde kitapçı raflarını süslüyor, edebiyat fakültelerinde ders olarak okutuluyor.
Anna 16 yıllık kısa bir evlilikten sonra da 35 yaşında dul kaldı. Ölüm döşeğinde Dostoyevski karısına şunları söyledi;
– Sevgili Anna, bil ki seni her zaman tutku ile sevdim. Hiçbir zaman asla, asla seni düşüncelerimde bile aldatmadım.
Anna 37 yıl daha yaşadı. Çok genç dul kaldığını ve tekrar evlenebileceğini söylediklerinde şunu söyledi;
– Bu söylediğiniz bana küfür gibi geliyor, Dostoyevski’den sonra kiminle evlenilebilir söylesenize? Ancak Tolstoy olabilirdi, o da evli işte!
Yıllarca eşinin anısını canlı tutmak için konferanslar verdi kitaplarının tekrar tekrar basılması için çalıştı. Kitaplardan kazandığı parayla fakir köylü çocukları için okul inşa edip bağışladı. Her zaman saygı gördü ve kendinden bahsettirdi. 1918 de öldüğünde de torunları onu son isteğine uygun olarak kocasının yanına gömdüler.
Dostoyevski’nin çağdaşı bir yazar şunları söylemişti;
– Hiçbirimiz asla bir Dostoyevski olamayız. Çünkü bir kere hiç birimizin herşeyden önce bir Anna’sı yok.
Anna, Dostoyevski’nin karşısına çıkmamış olsaydı ve onu bütün kusurlarına rağmen sevip, desteklemeseydi, bırakın yazarın eserlerini okumayı bugün Dostoyevski ismini bile bilmeyecektik. Eski bir Hint öğretisi şöyle der; ” Karşımıza çıkan kişiler doğru kişilerdir. Hayatımızda kimse tesadüfen olarak karşımıza çıkmaz. Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler. “
Kral Süleyman’ın mesellerinde 3000 yıllık uzun bir şiir vardır. Biz Yahudilerin evlerinde Cuma (Şabat) akşamları şükür duası edilirse bu şiir de dua ile birlikte İbranice okunur. Evin erkeği, şiiri anlamını biliyor ise eşine dönerek okur.
Şiir şöyle başlar;
Böyle bir kadını kim bulabilir?
O yakutlardan bile daha değerlidir.
Kocasının kalbi ona güvenir,
Ve hiçbir şeyden yoksun kalmazlar.
……..
Ve şiir şöyle biter;
Çekicilik yalnız bir yanılsamadır ve güzellik kibir doğurur.
Birçok kadın çok iyidir tabi, ama sen benim için hepsinin ötesinde oldun.
——————-
(Haye Sara) (Sara’nın ölümü)
Not; Okuyucuların , Dostoyevskilerin evliliğinde Anna’yı ikinci planda gördüğümü sanmasını asla istemem. Tam aksine bence Anna ailedeki gerçek kahramandı. Anna, Fyodor Dostoyevski’yi kumar masalarının üstünden toplamış ve insanlığa armağan etmişti.
Not* Dostoyevski yıllar sonra Karamazov Kardeşler adlı başyapıtında şunları yazmıştır; ‘Her şeyden önce kendine yalan söyleme. Kendi kendine yalan söyleyen ve kendi yalanını dinleyen insan, ne içindeki ne de etrafındaki gerçeği ayırt edemez hale gelir ve böylece kendisine ve başkalarına olan tüm saygısını kaybeder. Ve saygısı olmayınca sevgiden vazgeçer.’ “
14 Şubat Dünya Öykü münasebetiyle, faşizmin çirkin yüzünü göstermek için, bu kısa öykümü yeniden yayımlıyorum!
Bu öykü Dünyanın Öyküsü dergisinin 2 sayısı (Nisan-Mayıs) sayısında yayımlanmıştır:
Küçük beyaz kemiksi taneyi ince uçlu matkapla deldi. Üfledi. Tek gözüyle açtığı deliğe baktı. Kenarları tırtılmış mavi plastik tabaktan kemiksi taneleri birer birer alarak mumlu ipe dizmeye başladı. On bir sağlam tane, bir kırık parçadan oluşan nişane, tam otuz üç taneyi ipe dizdi. Mumlu ipe düğüm attı. Püskülden önce dizeceği imameyi düşündü. Uygun imame bulamadı. Belini doğrulttu. Bel kemiklerindeki sızı yüzüne yansıdı. Uzun ahşap masanın arkasından kalktı. Lastik terliklerini sürükleyerek eski merdivenleri çıkarken imame tanesini düşünüyordu.
Daha önce yayımladığım bu yazıyı yeniden yayımlıyorum. Anımasamak ve anmak için onu!
Daha 17 yaşındayken, faşist Alman işgaline karşı savaşmak için Haziran 1941’de kadın partizan kollarına katılan Zoya’nın yaşamının son günlerine ait dokümanı İngilizceden çevirisini vererek bir borcu eda etmek istiyorum. Ancak biliyorum sermayenin çıkardığı savaşlarda ölen milyonlarca insanın yanısıra kahramanlıklarıyla faşizmin bel kemiğini kırıp mahveden insanları da anmak bir insanlık borcudur. İkinci dünya savaşında, İspanya’dan Fransa’ya, Yunanistan’dan Çin’e, İtalya’dan Sovyetler’e kadar uzanan geniş topraklarda can veren bu kahramanların fedakarlıkları olmasaydı Alman Faşizminin daha nice yıllar, nice cinayetler işleyecekti. Zoya’nın öyküsü bir örnektir, halkın direnişine ve faşizmin barbarlığına ve tarihin halk zaferleriyle dolu olduğuna… O bir tanıktı ve sonsuza kadar tanık kalacak. İşte Zoya.
Zoya Kosmodemyanskaya
13 Eylül, 1923 – 29 Kasım, 1941
“Zoya, Almanların işgalindeki Rus köyü, Petrişevo’da bir ahırı ve birkaç evi ateşe verdi. Ancak, işbirlikçi bir Rus onu fark ederek patronlarına ispiyonladı. Patronlar işbirlikçiyi bir şişe votkayla mükâfatlandırdılar. Ardından Almanlar Zoya’yı başka bir evi ateşe vermek üzereyken yakaladılar. Onu, kumanda merkezi olarak kullandıkları askeri barakaya götürdüler. Ev sahibi mutfağa gitmek istediğini söyledi. Komutan bizzat kendisi Zoya’yı sorguladı, Rusça konuşarak.
Sermaye düzeni yalnız bireyi yaratır onun yalnızlığını artırır. Bu yalnızlıktaki kopuşlar sadece toplumdan değil, çevreden, dosttan, konu komşudan kopmanın ötesinde kendinden de kopmayı doğurur.
. Mağarada kalmayı tercih eden biri şiir dünyasına girmese daha yeğdir. Zaten giremez de! Zira şiir bir bakıma insanın dört ayak üzerinden kalkıp iki ayak üzerinde durabilmesi, zihninin ve yüreğinin ayaklanmasıdır. Bu ayaklanma gerçek bir ayaklanmadır, bir başı kaldırmak, başkaldırmak ve isyandır.
Şiir yazmak eğitim, birikim ve keyif işi midir? Günlük geçim sıkıntısı yaşayan biri şiir yazabilir mi?
Şiir yazma özgürlüğü özel bir yaşam tarzını seçme özgürlüğüdür. Yaşamın içinde cereyan eden şiir, bu yaşam tarzını seçen ve yaşayan olgu olarak şiiri gören ve onu yaşayan kişi tarafından sözcüklerle ifadesini bulur. Şiir yazmak her zaman “şiiri yazmak”la aynı eylem biçimi olmayabilir. Birçok “şiir” diye yazılan dizeler aslında, yaşamın içinde cereyan edenin gereğince ifade edilememesinden ziyade tıpatıp yaşamın kendisi olması nedeniyle şiir olmaktan uzaklaşır. Şunu demek istiyorum; sanat bir yerde gerçekliğin estetik alanda ifade edilememesi ve o ölçüde de “eksik” kalmasıyla mükemmele yaklaşır ve yaklaşmaz. “Bu bir pipo değil” ifadesiyle de şiire ve şiir yazma eylemine yaklaşmak mümkündür! Gerçekliğin olduğu gibi ve şiirsel estetikten ve gereklerden uzak ifadesi, düz yazının ve daha çok da röportaj janrının alanına girer.
Bakışları masadan ve kahve fincanından kalkıp odanın diğer tarafına, pencereye ve yağmura varıncaya kadar o kadar uzadı ki sanırsın hiç varmayacak. Bir yıl daha yaşlanmışız son görüşmemizden bu yana. O, eşi ve ben akşam yemeği masasında oturuyoruz ve sessizce kahvemizi içiyoruz. Tak tak tak tak tak… cama vuruyor. Sesimizi ara ara kısıyor.
Stalin, Tahran Konferansı sonrasında Kraliçe Nimtaç Ayrımlı’nın (Anne Kraliçe Tacülmülük) daveti üzerine Saadabad sarayına onların ziyaretine gitti.
Tahran Konferans’ı bitince, Mohammed Rıza Şah’ın annesinin ve Şah’ın daveti üzerine Stalin ikindi çayı için Saray’a gider, ancak konferansa katılmak üzere Tahran’da bulunan Churchill ve Roosevelt bu davette bulunmak istemezler ve onları görmek için Saray’a gitmezler. Churchill ve Roosevelt, genç Şah’ın onları gidip ziyaret etmelerini kabul ederler. Şah ise tereddüt ve korkuyla onlarla görüşmelerde bulunur. Bir askerin genelkurmay başkanını ziyarete gitmesi gibi… Anne Kraliçe anılarını kaleme aldığı kitapta bu ziyarete de işaret eder ve şöyle yazar:
“Kaderin bir oyunu, Hitler’in düşmanı olan Stalin’le de görüşmem oldu. Rıza İran’dan çıkınca ve Mohammed Rıza kral olunca, Tahran’da Müttefikler Tahran’da bir konferansı tertiplediler. ABD Başkanı, İngiltere Başbakanı ve Sovyetleri Birliği’nin lideri Tahran’a geldiler.