
gülmekti kastim…

Tebriz’de Ayrılmaz adlı halk şairi ve aşık, bir ev meclisinde, misafirlikte söylediği şiiri okuyor:
Zülmün kasası başdan aşıb daşdı Amirza!
Mundan bu yana işlerimiz yaşdı Amirza
Sen qıl namazı tut orucu éyle sevabi
Qoy kafir aparsın aci içqiyle şerabi
Erbablara Allah yaradıb cüce kebabi
Yoxsulların artıq yediyi aşdı Amirza
Mundan bu yana işlerimiz yaşdı Amirza
Bazaride döhdürlerimiz tacir olubdu
Al vérde şeher qazileri mahir olubdu
İtgin balalar xariciye sadir olubdu
Qazilerimiz obaşa yoldaşdı Amirza
Mundan bu yana işlerimiz yaşdı Amirza
Heq söz déme ki dövletimiz şakidi yoldaş
Şükr Allah’a şuralarımız xaki yoldaş
Bir iddesi de bengidi tiryakidi yoldaş
Tiryakilerin naz gülü xaşxaşdı Amirza
Mundan bu yana işlerimiz yaşdı Amirza
Kar qal gözelim ölkede qanmaq qedeğandı
Yat yorqanın altında oyanmaq qedeğandı
Çox gezme nigari ile dolanmaq qedeğandı
Öz arvadına öz eri oynaşdı Amirza
Mundan bu yana işlerimiz yaşdı Amirza
Yoxdur eger İran’da edalet ne işün var
Bir idde edür qetlü cinayet ne işün var
Dövlet éliyür xelqa xeyanet ne işün var
Zindanda etin mehremi maqqaşdı Amirza
Mundan bu yana işlerimiz yaşdı Amirza
Heq söz déyim İran’da efsane olubdu
İnsan gine insanlığa biqane olubdu
Ayrılmaz odu ki béyle divane olubdu
Efféyle meni ger qelemim çaşdı Amirza
Mundan bu yana işlerimiz yaşdı Amirza
[Anadolu Türkçesi ile
Zulmün kasesi baştan aşıp taştı Amirza
Bundan böyle işimiz yaştır Amirza
Sen kıl namazı tut orucu işle sevabı
Bırak kafir götürsün acı içkiyle şarabı
Beylere Allah yaratmış piliç kebabı
Yoksulların artık yediği aştır Amirza
Bundan böyle işimiz yaştır Amirza
Piyasada doktorlarımız tacir olmuşlar
Alış verişte yargıçlarımız mahir olmuşlar
Beyzadeler dış ülkeler sadir olmuşlar
Yargıçlarımız eşkıyaya yoldaştır Amirza
Bundan böyle işimiz yaştır Amirza
Hak söz söyleme ki devletimiz şakidir yoldaş
Şükür Allah’a konseylerimiz alçak gönüllüdür yoldaş
Birkaçı ise afyonkeş tiryakidir yoldaş
Tiryakiler naz çiçeği haşhaştır Amirza
Bundan böyle işimiz yaştır Amirza
Sağır kal güzelim ülkede anlmak yasaktır
Yat yorganın altında uyanmak yasaktır
Çok gezme yârin ile dolaşmak yasaktır
Öz karısına kendi kocası oynaştır Amiraza
Bundan böyle işimiz yaştır Amirza
Yoktur eğer İran’da adalet ne işin var
Bir gurp ediyor katl-ü cinayet ne işin var
Devlet ediyor halka hıyanet ne işin var
Zindanda eti mahremi cımbızdır Amirza
Bundan böyle işimiz yaştır Amirza
Hak söz söyleyeyim İran’da efsane olmuş
İnsan yine insanlığa bigane olmuş
Ayrılmaz bundandır ki divane olmuş
Affeyle beni eğer kalemim şaştı Amirza
Bundan böyle işimiz yaştır Amirza]
21 Mart Dünya Şiir Günü nedeniyle Türkiye Yazarlar Sendikası düzenliyor:
Bugün saat 19:00’da Çevirimiçi
Zoom buluşması #türkiyeyazarlarsendikası
Katılımınız beklenir!
https://zoom.us/j/98149431500…
Katılım ID: 981 4943 1500
Giriş kodu: 167451
Temmuz 2012’de İranlı sinema oyuncusu Golşifte Ferahani’nin çıplak fotoğraflarının önce Fransız gazetesi Le Figaro’nun internet sitesinde ve daha sonra da birçok sosyal medya mecralarında yayınlanınca İran’da ve dışarıda büyük yankılara ve geniş tartışmalara yol açtı. Ferahani 2008 yılında Leonarda DiCaprio ile rol aldığı Yalanların Bedeni (Yalanlar) adlı filmde kısa süreyle tek memesini gösterdiği için İran’a girişi yasaklanmıştı. Golşifte kadınlara karşı uygulanan cinsiyetçi tutumları protesto için Jean B. Monidno’nun “Bedenler ve Ruhlar” adlı çalışmasına katılmış ve çıplak pozlar vermişti.
İran sinemasının tanınmış yönetmenlerinden Tahmine Milani konuyla ilgili koparılan gürültü üzerine kısa bir konuşma yaptı. Aşağıda bu konuşmanın çevirisini veriyorum:
“Golşifte’nin çıplaklığını birçoğu destekliyor, birçoğu irdeliyor! Birçoğu küfrediyor, bir kısmı fıkra konusu yapıyor! Ben ise sadece seyrediyorum! Ben ne lehte ne de aleyhte olanlardanım. Esasen beni ilgilendirmediğini düşünüyorum. Esasen bizi ilgilendirmiyor! Geceleri sabaha kadar caddede soğuktan titreyen çocuk bizi ilgilendiriyor mu? Bunca hırsızlık, yolsuzluk hikayesi bizi ilgilendiriyor mu? Peşimize takılan ve her gün daha çok insanı öldüren o yoksulluk çizgisi bizi ilgilendiriyor mu? Ülkede okuma alışkanlığı günde 3 dakikaya düşüşü bizi ilgilendiriyor mu? Kadınların yüzüne kezzap serpilmesi bizi ilgilendiriyor mu? Savaş, petrol, IŞİD bizi ilgilendiriyor mu? Ve binlerce başka zehir zıkkım rezillik bizi ilgilendiriyor mu? İlgilendiriyor mu ki şimdi birisi dünyanın öteki ucunda kendi düşünceleri doğrultusunda çıplak olmuş diye ilgilenelim? Bizim kafamız fazla iyi! Aklımız iyi havalarda, dağınık. Beynimiz boştur. Gözlerimiz kör. Kulaklarımız sağır. Elimiz ayağımız felçli. Ama ağzımız istemediğiniz kadar açıktır. Boş laflar için… Cıvık tahliller için! Kahrolsunlar için.
Canım çok sıkıldı bu akşam haberlerde Rohani hükümeti anlaşmalar sonucunda İran’a ait serbest bırakılan dolarlarla 4000 külçe altın ve 2500 milyar Tuman (yaklaşık 600 milyon dolar. ç.n.) yurt dışındaki kutsal mekanlara göndermiş ancak ben iki yıldır 5 yaşındaki çocuğuma bir çift tek gramlık altın küpe alarak onu sevindirmediğim halde. Yazık ki yirmi yıl boyunca nükleer enerji bizim hakkımızdır dedik ve karnımıza taş bağladık ama o serbest bırakılan paralardan sen, ben vatandaşa pay düşmeyecek. Sonra da bu lanet olası 4500 Tuman (yaklaşık 10 dolar. ç.n.) sosyal yardım için yüzümüzün suyunu yüzlerce kez dökmeleri gerekiyor ki ödesinler! Kim bu kendisini Tedbir Hükümeti olarak adlandıran hükümetin başı Rohani’ye ülkenin milyar milyar dolar parasını ve külçe altınlarını başka ülkelere göndermesine izin verdi? Halbuki dinsiz alafranga ülkelerinde devletin başı izinsin olarak bir milyon dolar bile başka ülkeye bağışlamaya cüret edemez. Eve helal olan altın külçelerinin ve dolarların camiler, mezarlar ve türbeler için gönderilmesi insanlık adına kabul edilir değil! Bu değil bizi Tanrı’ya yaklaştırmak fersah fersah ondan uzaklaştırır, uzaklaştık ve giderek daha da uzak!
2015’in dikte ödevidir. Satır başı. Yaz!
Gençler hapishanede! Genç kızlar hamile! Anneler üzünçten ölü! Babalar ekmek için it gibi koşuşturmakta.
Yaz!
Babanın ekmek getirmek için takati kalmamış… Baba işsiz! Babanın istihdamda hiçbir payı yok!
Yaz!
O çocuk kanser, her iğnesi 1 milyon Tuman. Onların evi şehrin varoşunda. Annesinin incisi var gözyaşlarında.
Yaz!
Çabamız boşuna! Ev sahibi babayı reddetti. Hacı Rahim kaçıncı kezdir Hacca gidiyor ama benim babamın su ve elektrik faturalarını ödeyecek parası yok.
Yaz!
Namazın kazası olur ancak bizim soframızın gıdası yok.
Yaz!
Mahalle insanı cami yaptırmak için para topluyor ama bizim evin çatısı akıyor.
Yaz!
Komşumuzun oğlu açlıktan öldü ama onlar düzenledikleri başsağlığı meclisinde koyun kuzu kestiler.
Yaz!
Benim ülkemde herkes ya taş satıyor ya taş çarpıyor ya taş atıyor ya da taştan yürekleri var.
Yaz!
Annelerin içi yanıyor, babalar hastadır!
Yaz!
Altmış yaşındaki babam beyzadenin yirmi yaşındaki veledinin villasında bekçidir. Gençlerimiz ihtiyaç yüzünden âşık olduklarını iddia ediyorlar. Kızlarımız yoksulluk yüzünden namertlerin heveslerine bulaşıyorlar.
Yaz!
Benim ülkemde hakkını savunursan idam edilirsin!
Yaz!
Hayatımız ne kadar zor ne kadar kolay ama mecburen geçiyor.
Kağıtları kaldırın!…
Şu anda bir İranlı ve hak sahibi olarak ilan ediyorum ben hiçbir şekilde hatta bir kuruşumun bile komşu ülkelerde türbelerin onarımına, Filistin’e, Suriyeli kardeşlerime ya da kıtlığın olduğu komşu ülkeye harcanmasına razı değilim. Ülkemdeki kardeşlerim açtır, ülkemin babaları hastadır, ülkemin anaları ve kızları krizde ve tehlikede, ülkemin çocukları yoksulluk giysilerini çıkarıp dünyanın diğer öğrencileri gibi masa başında insanlık dersi öğrenmek için daha çok muhtaçtırlar.”
Jean B. Mondino’nun Bedenler ve Ruhlar adlı kısa filmi.
tuhaf bir mevsimdir
şarlatanlarla aptallar mevsimi
pınar başında haramiler
nar yarılması bir yağmurdan
nar kızılından ne beklenir?
putlarla kuzular mevsimidir
dünya büyüklüğünde bir çan olsan çalsan
secde saati geldi sanır putlar
salhaneye koşar kuzular
leylak sokağından ne beklenir?
محمود دلقک
کار و بارم اینه
هر صبح آسومونو رنگ می زنم
وقتی همتون خوابین
بیدار که می شین می بینین آسمون آبیه
ـــ
یه وقتهایی دریا جِر می خوره
نمی دونین کی می دوزدش؛
من می دوزم
ـــ
گاهی وقتهایی دستتون میندازم
اون هم وظیفه منه؛
یه سر فکر می کنم تو سرم
یه معده فکر می کنم تو معده م
یه پا فکر می کنم تو پام
نمی دونم چه غلطی بکنم
ـــ
شعر از اورهان ولی
ترجمه ار تورکی: هاشم خسروشاهی
DALGACI MAHMUT
İşim gücüm budur benim,
Gökyüzünü boyarım her sabah.
Hepiniz uykudayken.
Uyanır bakarsınız ki mavi.
Deniz yırtılır kimi zaman,
Bilmezsiniz kim diker;
Ben dikerim.
Dalga geçerim kimi zaman da,
O da benim vazifem;
Bir baş düşünürüm başımda,
Bir mide düşünürüm midemde,
Bir ayak düşünürüm ayağımda,
Ne haltedeceğimi bilemem
Roşenfekr Dergisi’nin[1] Ev Karadır filmi üzerine Furuğ Ferruhzad ve İbrahim Golestan’la yaptığı söyleşinin tümünü daha önce yayına vermiştim (Önce Ben Öleceğim, Totem Yayınları, 2019). Burada Furuğ’un o söyleşide dile getirdiklerinin kısa bir bölümünü veriyorum:
Roşenfekr Dergisi: Cüzamlılardan duyduğunuz ilk cümleler nelerdi?
Furuğ Ferruhzad: Çok şeyler duydum. Örneğin ilk gün oraya girdiğimizde bir adam gördüm. Bütün vücudu felçti. Alt dudağı da felçti. Ne zaman konuşmak istese dudağı düşerdi. Adam eliyle dudağını alır, yerine koyar, konuşurdu. Bu adam bana ve diğerlerine, “Ben kaç kez dilekçe yazmalıyım, bırakın karım yanıma gelsin diye? Doğru ben hastayım, o sağlıklı ama o benim yanımda yaşamak istiyor ve benimle yaşlanmak istiyor. Size ne!” Öyle kadınlar gördüm ki cüzam her iki gözünü yemiş bitirmişti. Göz yerine sadece bir kırmızı çizgi kalmıştı yüzlerinde. Ama yine de bu gözün üzerine dikkatle sürme çekiyorlardı. Doğrusu cüzamlılar evinin kadınları görmeye değer. Hepsinin kaç tane bileziği ve kolyesi var. Benim bileziklerimi ve kolyemi de orada benden aldılar. Bütün odalarda, en çok da ayna var. Çoğunun ağzı, burnu ve kulağı olmayan bu cüzamlılar kendilerini aynada seyretmeyi seviyorlar.
R: Filminiz gerçekten güzel bir film. Söyler misiniz cüzam ve çirkinden nasıl güzellik yaratılabilir?
F: Bence çirkinliğin somut anlamı yoktur. Ben onlara sadece bir hasta gözüyle bakıyordum. Başka hastalıkları olan başka insanlar gibi… Kaldı ki siz çocuğunu sıkıca bağrına basmış, onu emziren ve gözlerini onun yüzünden ayırmayan cüzamlı bir anneyi gördüğünüzde tam bir güzellikle karşı karşıyasınız. Bir cüzamlının çirkinliği ilk bakışta belki itici olabilir ama sonra insani ilişkilere geçtiğinizde bir avuç insanla karşı karşıyasınız. Orada hem sevgi var hem aşk ve…
R: Bu sevgi ve aşk kıvılcımlarından neler gördünüz?
F: Eskiden cüzamlılar arasında evlilikler yasakmış, sanırım serbest olalı iki, üç sene olmuş, onlara evlenme izni verilmiş. Eskiden cüzam evinde kadınların ve erkeklerin her türlü fiziksel teması gizliymiş. Bana bir adamdan söz ettiler. Cüzamlılar evinde bir kadına âşık olmuş ve onu öldürmüş. Onu da geçenlerde Tebriz’de idam ettiler. Cüzamlılar evinde cinsel duygu ve aşk duygusu çok yoğundur. Çünkü onların sabahtan akşama oturup önlerine, sonsuz ebediyete bakmaktan başka işleri yok. Bizim orada bulunduğumuz on iki günde dört evliliğe tanık olduk ki son evlilik sahnelerinden bir bölümünü filmde izliyorsunuz. Nereye bakarsanız çocuk görürsünüz… çocuk, çocuk…
Aşağıdaki fotoğraflar 1963 yılına ait Roşenfekr Dergisi’nin bu söyleşiye yer verdiği sayfalara aittir:
[1] Roşenfekr, sayı 543, yıl 11, (1963)
“Alaca atlı yol tanrısı ben. Gündüz gece koştururum (atımla) ben. Güleryüzlü iki insanoğluna denk gelmiş, insanoğulları korkmuş. ‘Korkma’ demiş. ‘Kut vereceğim ben’ demiş. Böyle biliniz. İyidir o.”
“Ak benekli doğan kuşum ben. Sandal ağacı üzerinde oturarak mutluyum ben. Böyle biliniz. İyidir o.”
“Altın kanatlı yırtıcı kartalım ben. Tenimin tüyleri büyümemişken, denizde yatarak dilediğimi tutarım ben, sevdiğimi yerim ben. Ondan güçlüyüm ben. Böyle biliniz. İyidir o.”
Irk Bitig, Doğu Türkistan’da Bin Buda Mağaraları’nda bulunmuş, runik harflerle 9. yüzyılda yazılmış bir fal kitabıdır. Yazarının ismi belli değildir ancak, Tangüntan manastırı müritlerinden birisi tarafından abisi Sangun İtaçuk için yazıldığı anlaşılmıştır. Eserin adı 101. sayfada açıkça Irk (fal) Bitig (kitap) olarak geçer. Kitabın orijinal nüshası British Museum’da bulunmaktadır. Irk Bitig, 1912 yılında Vilhelm Thomsen tarafından ilk olarak yayımlanarak tanıtılmıştır. Türkiye’de ise Hüseyin Namık Orkun, kitabın Türkçe tercümesini yapmıştır.
Irk Bitig bir fal kitabı olmanın da ötesinde tarihi bir öneme sahiptir. Uygur Kağanlığı döneminde Göktürk alfabesi ile yazılmış Uygurca bir metindir. Göktürk alfabeleriyle kitap halinde yazılmış örnek metin olması bakımından değerli bir eserdir. Daha sonra Uygur alfabesi ile de kopyaları yazılarak çoğaltılmıştır. Dönemin kültürü ve inancı hakkında değerli bilgiler sunmaktadır.
Yazım şekli itibari ile metin şiiri andırır. Kitap, toplamda 104 sayfadan oluşmaktadır. Ayrıca 65 paragrafa sahiptir ve her paragrafın başında 1 ile 4 arasında değişik sayılarda kırmızı mürekkeple içi boyanmış siyah daireler mevcuttur. İnsanlar zar atıp çıkan numaraya bakarak ilgili paragraftaki yazıları okuyorlar ve talihlerini öğreniyorlardı.
Yazının devamını okumak ve yazının kaynağına ulaşmak için buraya tıklayınız
Sümerologlar, Türkologlar ve birçok uluslararası arkaik dilbilmciler Hurriler, Kaslar, İskitler, Mannalar, Sakalar, Masajetler, İlamlar ve başka birçok eski kavimlerin dillerinin Sümerlerin diliyle ilişkisini ve bugünkü Türkik grup dillerle akrabalığını açıkça göstermiştir. Ünlü Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın da eserlerinde verdiği ortak sözcükler bu kanıyı güçlü bir şekilde desteklemektedir. Konu bu değil.
Geçenlerde Azerbaycan Türkçesi’nin Tebriz ve yöresi ağzıyla yazılmış bir metni okurken bir arkadaşımın bir itirazı üzerine yeniden konuya baktım. Metinde “Üş” sözcüğüne arkadaşımın itirazı vardı. Diyordu ki bunu Anadolu Türkçesinde doğru olarak geçen Üç sözcüğü şeklinde kullanmalıyız. Baktım. Bu sözcük Sümerce ve Mannaca Uş olarak geçer, dediğim gibi bizim Azerbaycan Türkçesinde Üş ve Anadolu Türkçesinde Üç.
İran’da bizim evde ev işlerine yardımcı olan bir Nenemiz vardı. Anne gibiydi çocuklar için. Neredeyse 40 sene birlikte yaşadık. Nur içinde yatsın. Ondan çok masallar dinledik, çok tekelemeler. Neyse bizim bu Neneye bir şey söylendiğinde o anlamadıysa “Neme déyiren?” derdi. Yani “Ne diyorsun?” İlgimi çeken “Neme” soru zarfıydı. Nene, Azerbaycan’ın Zengan şehrinin bir köyündendi. Çok fazla araştırmaya gerek kalmadan eski Sümercede bu sorunun “Name” soru zarfıyla sorulduğunu gördüm! İlginç değil mi? Sümercedeki “Silik” sözcüğü bizim Azerbaycan Türkçesinde arın, temiz ve Anadolu Türkçesinde sili, temiz, iffetli olması, Mannaca Qaya Azerbaycan’da aynen “qaya” ve Anadoluda “kaya” şeklinde kullanılması gibi. Çok var bu sözcüklerden. Mesela anne sözcüğü. Ama (Sümerce), Ana (İlamca), Ana, Aba (Azerbaycan Türkçesi) ve Anne, ana (Anadolu Türkçesi). İlamca, Anadolu ve Azerbaycan Türkçesinde “ata” olarak geçen sözcük Sümerce “ada” olarak geçer. İlginç olan burada ayrıca Sümercedeki Ama’nın m’si maman, mama, meme gibi sözcüklerde olduğu gibi Ada’daki d de dede sözcüğünde tekrarlanmakta.
Benim esas hoşuma giden bir de “Ha” soru zarfının kullanımı var Azerbaycan Türkçesinde: Haçağ/Haçan (Ne zaman), Havax (Ne vakit, ne zaman), Hara/haraya (nereye), Harda (nerede), Hani (Nerede), Hansi (hangi).
Sözcüklerle oynamak sayılarla oynamak kadar güzeldir!
Bu gün 29 ARalık senin doğum günün olarak biliniyor. Ancak nüfus cüzdanına baktığımda ” Dey ayının 15, 1313 (5 Ocak Cumartesi), Muhammed Ferruhzad ve Turan Veziri Tebar’dan doğma, Tahran’ın 5 nolu ilçesinde kayıtlı, 678 nolu nüfus cüzdan sahibi Furuğ-uz-zaman” diye geçiyor!
Olsun ben bugüne de yarına da 5 Ocak’a da senin doğum günün diyorum… İyi ki doğdun şiirin sönmez ışığı, parlayan furuğu!
Aşağıdaki salytları seni bir kez daha analım diye düzenledim…
h.h.
Furuğ Ferruhzad’ın evlatlığı Hüseyin Mansuri anlatıyor:
Furuğ öldükten sonra kız kardeşi rahmetli Gloria’nın tekçe evladı, kızı sevgili Judit Münih’ten Tahran’a gitti ve döndüğünde bir plastik poşet verdi elime. Poşeti boşalttım. Buruşturup atmak isterken poşette bir şey olduğunu hissettim. Poşeti yeninden açtım. Dibinde birkaç tane slayt vardı. Slaytları ışığa doğru tuttum. Hiçbir şey belli değildi. Simsiyahtı. Işık aldıkları, bozulduklarını düşündüm. Hepsini poşete attım. Birkaç gün sonra atık kağıtlarla birlikte dışarı götürüp atmak istedim. Son anda slaytları anımsadım. Bu kez daha güçlü ışığa karşı tuttum. Bir fark görmedim. Hepsi siyahtı. Ancak slaytlardan birinde çok silik bir mavi ışık görünüyordu. Bilemiyorum nedense bu mavi ışık içimi titretti. Belleğimin karanlık diplerinde ne söylediğini anlamadığım bir şey beni çağırıyordu… Çok meraklandım. Slaytları fotoğrafçıya götürdüm. Tabettiler. 1964 Nevruz’uydu.
ve bu benim
yalnız bir kadın
soğuk bir mevsimin eşiğinde,
başlangıcında yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın
ve gökyüzünün yalın ve hüzünlü umutsuzluğunun
ve bu beton ellerin güçsüzlüğünün…
zaman geçti
zaman geçti ve saat dört kez çaldı
saat dört kez çaldı
bugün aralık ayının yirmi biridir[1]
ben mevsimlerin gizini biliyorum
ve anların sözlerini anlıyorum
kurtarıcı mezarda uyumuştur
ve toprak, ağırlayan toprak,
dinginliğe bir işarettir.
zaman geçti ve saat dört kez çaldı
sokakta rüzgar esiyor
sokakta rüzgar esiyor
ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum
cılız, kansız saplarıyla goncaları,
ve bu veremli yorgun zamanı
ve bir adam ıslak ağaçların yanından geçiyor
damarlarının mavi urganı
ölü yılanlar gibi boynunun iki yanından
yukarı süzülmüş
ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi
yineliyor
– selam
– selam
ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum.
Furuğ’un kehanetlerinden söz ederken onun İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına adlı şiirinden de bir çıkarım yapmıştım.[2] Burada giriş bölümünü aldığım bu şiirde Furuğ kış aylarının, soğuk mevsimin başlangıcında olduğunu anlatıyor ve ardından zamanın geçtiğini ve saatin dört kez çaldığını bildiriyor. Adından söz ettiğim kitapta da değindiğim gibi Furuğ kaza geçirdiği gün saat 4 gibi stüdyoya dönmek için annesinden ayrılmış. Furuğ bu önemli şiirinin sonunda o “genç ellerin” nasıl karın altında toprağa verildiğini anlatarak “belki de gerçek o iki genç eldi, o iki genç el / durmadan yağan karın altında gömülmüş olan” diyor. Ve gerçek şu ki Furuğ’un ablası şair, araştırmacı yazar Puran da bir kış günü (30 Ocak 1932) gözlerini bu dünyaya açmış ve yine bir kış günü (29 Aralık 2016) bu hayata gözlerini yummuştur. Furuğ ondan iki sene sonra yine bir kış günü (5 ocak 1935) dünyaya gelmiş ve karlı soğuk bir kış günü (13 Şubat 1967) yaşamını yitirmiştir.[3]
selam sana ey yalnızlığın garipliği,
odayı sana bırakıyorum
kara bulutlar her zaman çünkü
arınmanın yeni ayetlerinin peygamberleridir
ve bir mumun şahadetinde
apaydın bir giz var onu
o sonuncu ve o en uzun yalaz iyi biliyor
inanalım
soğuk mevsimin başlangıcına inanalım
düş bahçelerinin yıkıntılarına inanalım
işsiz devrik oraklara
ve tutsak tanelere.
bak nasıl da kar yağıyor…
belki de gerçek o iki genç eldi, o iki genç el
durmadan yağan karın altında gömülmüş olan
ve bir dahaki yıl, bahar
pencerenin arkasındaki gökyüzüyle seviştiğinde
ve teninde fışkırdığında
uçarı yeşil saplı fıskiyeler,
çiçek açacak olan o iki genç el
sevgili, ey biricik sevgili
inanalım soğuk mevsimin başlangıcına.[4]
Yukarıda sunduğum klipte Furuğ “İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına” adlı şiirini okumakta. (h.h.)
[1] 21 Aralık sonbaharın bitimi ve kış aylarının başlangıç tarihidir. 21 Aralık gecesi ise yılın en uzun ve en karanlık gecesi olan Çille Gecesi ya da Yelda Gecesi’dir.
[2] Önce Ben Öleceğim, Çeviri ve Derleme, Haşim Hüsrevşahi, Totem Yayınları, 2019
[3] Furuğ’un kocası Şapur (27 Mayıs 1923- 6 Ağustos 1999) ve yaşamı derbederlik ve sefaletle geçen oğlu Kamyar Şapur (19 Haziran 1952 – 16 Temmuz 2018) kış aylarının soğukluğunda Furuğ’a ortak olmamışlar. Bir söyleşide Kamyar’a anne sevgisi sorulunca, tüm içtenliği ve duyduğu acıyla, “Mezar taşı insana anne olmaz ki!” diye yanıtlamıştır.
[4] Yaralarım Aşktandır, Çeviri Haşim Hüsrevşahi, 7. Baslı Totem Yayınları, 2018
İşin salahı nerde ah harap olan ben nerede
yolun farkına bak o yol nerde bu yol nerede
İçim sıkıldı havradan ikiyüzlü hırkadan canım
mugan diyarı nerde tortusuz şarap nerede
Salahın sakınmanın rintlik ile ne ilgisi var
vaazın semahı nerde rebab nağmesi nerede
Düşmanın yüreği ne anlar dostun halinden
ölen lamba nerde ışıldayan güneş nerede
Eşiğinizin tozu gözümüzün sürmesidir
nereye gidelim buyur bu cenaptan nereye
Bakma yüzündeki gamzeye yolda derin kuyu var
nereye gidersin ey canım bu hızla sen nereye
Oldu, kavuşma günlerinin anısı hoş olsun hoş
o işve nereye gitti o öfkeler nereye
Sükûnu uykuyu Hafız’dan esirgeme ey dost
sükûn nedir, sabır nerde ah uykular nerede
Şiir: Şirazlı Hafız, Çeviri: h.h.
Sırrı Giz Eylediler, Totem Yayınları, 2016
Yüreği kan olanların halini kim dillendirir yine
Testinin kanının hesabını felekten kim sorar yine
Mey içenlerin gözünden utansın
Şayet sarhoş nergis biter de açarsa yine
Şarap testisinde oturan Eflatun’dan başka
Hikmetin sırrını yine kim söyler bize
Kim ki lale gibi kadeh dolaştıran olsa
Bu cefadan yüzünü kanla yıkar yine
Kalbim bir gonca gibi açmaz şayet
Bir kadeh dudağından öpmezse yine
O kadar çengi perdede söyledi sözü
Kes saçlarını ki ağlayıp inlemesin yine
Hafız testi Beytü’l Haramı çevresinde
Ölmezse çevresinde başla döner yine
onlar büyüktüler…
yaşamımdan kesitler!
haşim hüsrevşahi
Öğretmenler günü nedeniyle birkaç öğretmenimden söz etmek istedim: onlar büyüktüler!
Hiç kuşku yok ki herkes ömrü boyunca kimi önemli insanlarla karşılaşma şansı yakalar ya da o şansı kaçırır. Önemli dediğim bulunduğu alandaki evrensel anlamda yarattığı değerler ölçeğinde. Ben hem mesleğim olan hekimlik alanında hem de hayatımın en önemli yerini kapsayan edebiyat yaşamımda bu şansı yakaladım ve bir kısmında ise kaçırdım.
Okumaya devam et “onlar büyüktüler…”Son basamak
ölmek için
beni şebboyların nergislerin ortasına koyma
bırakma beni dünya sularına
galaksilere de bırakma beni
beni önce o verev süzülen bakışın bileziğinden geçir
ve kırık dökük taş merdivenlerden gölgeleri rüzgarda esen eski ağaçlara doğru yukarı kaldır öte yana
kimseye gösterme beni ne kızıma ne kardeşlerime ne kız kardeşime ne oğullarıma
odada yataklarında uyuyanların ne kadar tuhaf suratları var
ne kadar yorgunum
beni son basamağa koy ve aşağı in
ve meyve ve çiçek ve hurmayı al götür
yeri burası değil
senin ayak seslerin dünyanın sonu yapraklarının dökülüş mevsimindeki turna kanatlarının telekleridir
senin gidişinin sesi bitti şükürler olsun
ne kadar yorgunum
uzun dinlenmeye ihtiyacım var
beni çölün ruhunun sırtına bindir
git
ertesi gün gelmek istersen gel ve bir ayna da getir bana
benim iç çekişlerimin resimlerini de gör
gör seksen yaşındaki küçük kız kumaştan oyuncak bebek nasıl yüzü koyun yerde
sonra beni benim etrafımda döndür
ve o verev süzülen bakışın bileziğinin ortasında durdur
durdur ve döndür
ki ben
yokmuşm.
Tarihe bir not olsun diye yazdım bu kısa öyküyü… yıllar önce!
Yıllar önce yazdığım bir kısa öykü! (h.h.)
“Sana mürtet oluyorum, sana ulaşmanın tadına yeniden varayım diye!”
Tebriz’li Şems
Seni ilk ne zaman gördüm bilmiyorum, unutmuşum, 1976 mıydı? Hayır o ilk zamandı. Zamanın başlangıcı ve sen ilk kadındın, başlangıcın kadını. Hayat da oradan başlıyordu. Bunu sonra fark ettim. Sen: “Bu bizim Tebriz, Petersburg’un ikiz kardeşidir!” demiştin. Şehrin ortasından geçen Kuru Çay üzerindeki Taş Köprü’nün korkuluğuna dayanmıştın. Bir Mayıs gecesiydi. Yüzünde ay ışığı nereden başlıyor nerede bitiyor, kestiremiyordum. Gülmüştüm ve ilk zamanın mutlak karanlığı kalkmıştı ve yaradılışımın altı günü başlamıştı. “Ne?” diye sorunca gülmüştün. O gün Tebriz ayaklanmış, biz ölümden kaçmış, birkaç cop darbesiyle kurtulmuştuk. Bayraklarımız da yırtılmıştı. Köprübaşına ben geç kalmıştım. Sen: “Nerdeydin deli oğlan merak ettim.” demiştin ve elimden sıkıca tutmuştun. Sanki bıraksan Erk Meydanı’ndaki bütün güvercinler oradan uçuvereceklerdi.
View original post 705 kelime daha
ترجمه شعری از اورهان ولی
Orhan Veli’den bir şiir çevirim: Anlatamıyorum!
اگر که بگریم آیا می شنوید؟
آیا می توانید لمس کنید
درون مصرع های من اشکم را؟
نمی دانستم ترانه ها این چنین زیبایند
و واژگان بدینسان نا رسا
!پیش از آنکه دچار این درد شوم
جائیست آنجا می دانم
می توان همه چیز را به زبان آورد
خیلی نزدیک شدم، می شنوم اما
!توان گفتنم نیست
(ترجمه از توركي: هاشم خسروشاهي)
Anlatamıyorum
Ağlasam sesimi duyar mısınız, Mısralarımda; Dokunabilir misiniz, Gözyaşlarıma, ellerinizle? Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu Bu derde düşmeden önce. Bir yer var, biliyorum; Her şeyi söylemek mümkün; Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; Anlatamıyorum.
Sanaz Davoodzadeh Far’dan 4 şiir
1-
gelmeyişinin havası
yağmur olur
bütün anılarına şemsiye açarım
tüm anılarını kanla yazmışım
geç anladım
giderken bu şemsiyeye
kurşun yağdırdığını
2-
kurşun dolu
şarjör gibi
göz kırpsam
öldürür seni kurşunlarım
kırpmasam
moleküllerim barut dolu sırt çantası
omuzda
bomba olurum
havaya sıksam kurşunu
kendim delik deşik
ölmek için savaşıyoruz ikimiz de
yürüyorum
kurşun sesi
uyuyorum
kurşun sesi
ölüyorum
kuşun sesi
barut kokuyor
insanların ağzı
3-
pencere
benim için duvarın gülümsemesidir
ben ki uçmayı sadece
renkli kalemle denerim
pencere
uçuşun başlangıcıdır
4-
eksikliğin
bir yüz oldu tuvalde
dudaksız
gözlerimin karası ağlıyordu ellerimde
ve saçlarımın her bir teli
rüzgarın elinde karahindiba
kaçıyordu benden
gelmedin
bu tablo nasıl da iyi satıldı
(Farsçadan çeviri: h.h.)
öldüm
ama kalbim hala atıyordu
dilim tutulmuştu
ama bir ses yankılanıyordu içinde
kördüm
ama içimdeki göz görüyordu dışarıyı
kımıltısızdım
ama kıvrak düşler götürdü beni kilometrelerce uzağa
öldüm
ama diri diri…
İngilizceden çeviri: h.h.
Gita’dan pasajlar
Goswani Tulsidas: (1532-1623)
Sri Krishna’dan Arjuna’ya[1]
Adalet benim: duru ve yansız [2]
Yaratıklar doğar ve yaratıklar kaybolur gider
Ben, sadece ben gerçeğim Arjuna,
Derinlerden, keyifle izleyerek
Tüm yaratıkların gözlerinin içinde.
Benim tüm bilgilerin amacı
Dünyanın babası, annesi dünyanın
Her şeyin kaynağı, tüm arın olmayanların
Ve arın olanların, kutsal olanların ve dehşetin.
Bugüne bak:
Onun kısa geçişinde
Yaşam olduğu için, yaşamın ta kendisi
Tüm gerçekler ve senin varlığın saklıdır
Büyümenin neşesi
Devinimin görkemi
Başarmanın şaşası
Zamanı deneyimlemeden başka nedir
Dün bir rüyadır
Yarınsa bir evham
Bugün iyi yaşanmışsa
Dünü mutlu bir düş yapar
Ve her yarını umudun hayali
Öyleyse bugüne iyi bak
Böyledir her yeni günün selamlaması!
(Hint şair Kalidasa, 170 M.Ö., İngilizceden ç: h.h.)
Günümüz şairinin aşk meselesine bakışı yüzde yüz hizipçidir. Günümüz şiirinde aşk, biraz temenna, azıcık ah vah ve nihayet birkaç kelimede de her şeyin sonu olan vuslattan ibarettir. Hâlbuki her şeyin başlangıcı olabilir. Aşk yeni düşünsel ve duyumsal dünyalara, fikirlere, ufuklara bir delik açmamıştır ve hâlâ insani kalıplarından ayırdığınızda bomboş imgelerden başka bir şey olmayan göz, kaş, güzel baldır bacak düzeyinde seyrediyor. Günümüz şiiri, genel bir kuşağı; taşların, bitkilerin ve doğanın aşkını, aylak kadınların ve pis kokulu sokakların ve yalın ayakların aşkını ve iki insanın aşkını unutmuştur ve yaşamın hüzün dolu güzelliklerine dikkat etmemekte.
Günümüz şiirini sadece olumsuz yönleriyle asil ve başarılı şiir olarak kabul etmek mümkündür. Düşünsel ve ruhsal avarelikler, mutlak güvensizlik ve inançsızlık, ümitsizlik ve kuşku, şiirin kalbini fethetmiş olan kavramlardır ve şair, bizim kuşağımızın en umumi derdi olan onmaz inzivasından, melankoliyalarını kâğıt üzerinde çizmekte ve sadece bu yoldandır ki şiir zaman zaman yücelme ve özel bir parıltı göstermekte.
Günümüz şiirinde epik içeriklerin de yeri görünüyor. Bu alanda sunulan -örneğin Kesari Bey’in Okçu Areş şiiri örnek olarak gösterilebilir- kendi doğuşu için şerefli kandan, gururdan ve inançtan kaynaklanan bir epik eserden çok gevşek ve sölpük bir ninniye daha çok benzemekte.
Buna karşın günümüz şiiri büyük ölçüde kendisini asla şairane olamayacak fazlalıklardan kurtarmış, şiirin çekirdeği ve temel kavramına yaklaşmıştır. Günümüz şiiri artık vaaz, öğüt, yargı ve hikâye anlatımı aracı değil. Şiir, şiir yaratmaya yönelmiştir. Bu yoldaki başarısı çok naçiz olsa da artık enerjisini sapaklarda harcamamakta ve kendi ikliminin sınırlarını bilmekte, bu ise etkili ve takdire şayan bir adımdır. Bugünün Farsça şiirinin içeriğini bir kenara bırakırsak benim büyük eleştirim orada kullanılmakta olan dildir.
Günümüz şiirinin dili yalancı, tembel ve temkinlidir. Aktarma görevini üstlenmiş olan duyguların anlatımında kendi geniş olanaklarından yararlanmamakta. Günümüz şiirinin dilinin iki yönü var. Ya çok böbürlenen, fadılca ve geçmişin kurallarına bağlıdır ya da çok dağınık, başıboş ve sokak işidir. Genel bir çizgide benzer anlamları taşıya sözcükler ancak her biri başlı başına bağımsız anlamları ifade etmekteler. Günümüz şiirinde kullanılması sırasında bunlar, kulağa en güzel ve en hoş gelenin lehine kenara itilmekteler.
Günümüz şairi, sözcüğün güzelliğine dikkat ediyor, ifade ettiği anlama değil. “Alımlı” sözcüğünün yerine “güzel” sözcüğü asla kullanılamaz zira alımlı ve güzel eşit anlamlı olsaydı asla iki sözcük olarak ortaya çıkmazdı.
Günümüz şiiri yeni sözcüklere ihtiyacı var ve onları kendisinde yer etme cesareti bulmalıdır. Sözcüğün gerçek anlamını tanımak ve onu doğru bir biçimde kullanmakla günümüz şiir diline bir sıcaklık ve yeni bir hayat verilebilir ancak.
En kaba ve en çirkin sözcükler, kendilerine gereksinim duyulduğunda sırf daha önce şiirde kullanılmadıkları için bir kenara itilmemeli. Ne yazık ki günümüz şairi bunu yapmakta.
(Önce Ben Öleceğim, h.h., Totem Yayınları, 2019)
Seher Kuşu. Şiir: M. Taki Bahar (Melikişşüera Bahar), Müzik: Morteza Neydavud, Söyleyenler: Homayun Şeceryan (İran), Abir Nehme (Lübanan)
Acımı tazele
Ateş püsküren ahınla bu kefesi
Kır, alt üst et
Ey kanatları bağlı bülbül kafes köşesinden kalk
İnsanoğlunun özgürlüğünün şarkısını söyle
Bu toprak yığını yeryüzüne bir solukla
Ateş düşür, alev eyle!
Zalimin zulmü, avcının cevri
Yuvamı dağıttı
Ey Tanrı, ey felek, ey tabiat
Bizim karanlık gecemizi seher eyle!
(Ç: h.h.)
1 Ekim 2020 Tarihli Cumhuriyet‘te çıkan Barış Terkoğlu’nun yazısıdır:
https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/baris-terkoglu/suphesiz-komunistin-supheli-olumu-1770123
Sayın Dr. Kadriye Işıklar ve Ege Tv’ye sonsuz teşekkürlerimle…
Bilimde çığır açan ilerlemeyi güden Breakthrough Vakfı’nın genç matematikçiler ödülü, Matematiğin Nobeli sayılan Fields Madalyası sahibi ünlü matematikçi adına dayanarak Maryam Mirzakhani New Frontiers (Yeni Sınırlar) Ödülü olarak adlandırıldı. Özellikle genç kadın matematikçileri teşvik amaçlı Yeni Sınırlar adı altında 50,000 dolarlık bu ödül 40 yaşın altındaki bilim insanlarına verilecektir.
Bu yılki temel fizik dalındaki Breakthrough 3 milyon dolarlık ödül Meryem Mirzakhani’nin yakın çalışma arkadaşı Alex Eskin’e verildi. Alex ödülü aldığı törende Meryem’le birlikte çalışmış olduğundan büyük onur duyduğunu dile getirmiştir. Bu ödül daha önce Jocelyn Bell Burnell, Stephen Hawking gibi yedi CERN bilim insanına verilmişti.
İran’ın harika çocuğu Meryem Mirzahani’yi ve diğer harika çocukları taşıyan otobüs, İran’da düzenlenen bir bilim yarışması sonrasında Tahran’a dönerken kaza geçirmiş, birçok harika çocuk hayatını kaybetmiş ve Mirzakhani mucize eseri kurtulmuştur. Bu kaza, harika çocukları uçakla değil sıradan bir otobüsle taşıdıkları için, İran hükümetine karşı büyük öfke duyulmasına yok açmıştır. Matematik Olimpiyatları kahramanı Meryem, Tahran Şerif Teknik Üniversitesi’nden lisansını aldıktan sonra Harvard’da doktora çalışmalarını başarıyla sürdürmüş ve sonrasında Princeton ve Stanford üniversitelerinde öğretim üyesi matematikçi bilim insanı olarak çalışmıştır.
Meryem özellikle hiperbolik ve sarmal yüzeyler üzerindeki çalışmalarla matematikte yeni çığırlar açmıştır. 13 Ağustos 2015 yılında Meryem Mirzahani, Riemann Yüzeyleri dinamiği ve geometrisi ve moduli uzaylar teorileri üzerindeki çalışmaları dolayısıyla matematiğin Nobeli olan Fields ödülüne layık görülmüştür. Fields ödülünü alan ilk kadın matematikçi olarak tarihe geçen Meryem (3 Mayıs 1977-15 Temmuz 2017 ) 40 yaşında meme kanserinden hayatını kaybetmiştir.
bir şeyler yazmalıyım
ölüm gibi
beklentimi karşılayan bir şey
hiçbir şeyden korkmayayım diye
ölüm haberimi kendinden önce getirme ihtimali olan
kargadan bile
bir şeyler yazmalıyım
onca kar katmanları altında Tebriz’in ateşi çıksın diye
kürenmeliyim ve yükselmeliyim kendimden
ya da değil?
iğne,
ceketimin yamalarının sıcak hayallerini dikeyim diye
neden bunca kimsenin sesi dertten çıkmaz?
neden bunca tek kişilik hücrelerin derdi ve aspirinler bedava eczanelerde tozlanır?
ben neden aspirinin derdine değmiyorum?
ben bunca üşüyorum burada
ve sen orada onca ölümsün ve işe yaramıyorsun neden?
Tebriz’in evlerinin duvarı olabilir mi?
benimle aynı evde yaşayan evler
birlikte avare ettiğimiz evler
duvarlarından fotoğraflarımızı kıran evler
ve biz sorduk
bunca ev arkadaşı olmanın nedenini
yanıtlamayan o evler…
evin başına çökmeli ki evin anlamını anlayasın da
ben neler yazıyorum ki bunca üşüyorum?
bunca yanan orman uzaktan ısıtmıyor beni
şayet güney Arizona’da bir orman yanıyorsa
mutlaka bir söz
bir sözcük
bir tümce
Tebriz’in bağlarında bir akkavağın kalbini kırmıştır.
(Farsçadan çeviri: h.h.)
Araştırmalara göre RNA’dan DNA oluşumu evrimi ve ardından DNA merdiven şeridinin ortaya çıkışı yaklaşık 4 milyar sene önce gerçekleşmiştir. Bundan kısa bir süre sonra yani yaklaşık 100,000 sene sonra tek hücreliler ortaya çıkmıştır. Yaşamın başlangıcını bu nokta olarak kabul edebiliriz. İnsanın ortaya çıkışı 2,5 milyon yıl ve Homo sapience (ana-babalarımızın ya da anatomik olarak modern insanın) ortaya çıkışı ise yaklaşık 300-800 bin sene önce cereyan etmiştir. Derin suların diplerinde 4 milyar sene önce DNA! Ve bu DNA üzerinde bilgilerin kaydedilmesi, depolanmaya başlaması… Çok heyecan vericidir!
Bugün ise anne karnında yaklaşık 9 ayda, annenin döl yatağındaki derin suların dibinde iki tek hücreden çift hücreye ve ardından kesintisiz olarak çok hücrelere, ardından balık şekline, sürüngen, kuş, memeli hayvan biçimini alarak ve böylece 4 milyar sene süresince izlediğimiz tüm o diğer evreleri şaşılacak güzellikte peş peşe geçirerek “insan” şeklini almaktadır. Dokuz ayda kemikler, damarlar, sinirler, organlar ve vücudumuzun tüm sistemleri ortaya çıkarak, hızla evrim geçirerek, tek hücreden modern insan oluşuyor! Buradaki hızla sözcüğünün altını çizdim. Tekrar etmemin bir nedeni olsun diye: 4 milyar senede cereyan eden bir süreç sadece 9 ayda gerçekleşiyor. Yani yaklaşık 5,4 milyar kez hızlandırılmış bir süreçte. Ben buna zamansızlık diyorum. Zamanın adeta yok olduğu bir süreç. Ol! Oluyor!
Ve biliyoruz ki modern insan DNA’sı tüm o 4 milyar yıllık sürenin ve sürecin bilgisini de taşımaktadır. Ortak belleğimizde tüm bu bilgiler, bu kodlar mevcut. Beynimiz kendini çözmeye başladığında tüm o kodlara açık bir şekilde ulaşabileceğiz diye düşünüyorum. İşte o zaman insanoğlunun ulaşımı uçakla, füzeyle, ışınlamayla falan değil çok daha “hızlı” bir şekilde düşünce hızında, ışınlamayla değil benim tabirimle “düşünleme” ile olacak… Yakın zamanda, belki 10 bin belki 100 bin sene sonra bunun gerçekleşeceğine inanıyorum! Siz ne dersiniz?
Bu konuya belki sonra yine değinirim!
Aşağıdaki videoda tek hücre olan spermin kadın tek hücresi olan yumurta ile buluşması, döllenmenin gerçekleşmesi, hamilelik ve devamındaki hayret verici güzellikteki 4 milyar sene süren yolculuğun özeti veriliyor.
ne kadar da sevecendin örümcek katil!
baba kokladı onu
kardeş kokladı onu
amca kokladı onu
dayı kokladı onu
komşu delikanlı ve kasap ve yargıç da
şimdi vücudunun kokusu kaplamış tüm şehri
evler, dükkanlar, camiler, mezarlıklar ve karakollar
bayanlar baylar
sıkıca tıkayın burnunuzu lütfen
bu
dün gece
bu soğuk caddenin köşesinde
sessizce boğularak öldürülen
bir fahişenin cesedidir.
(Leyla Fercami, Dolunayda kızıl tef çalan kadınlar, İranlı kadın şairler seçkisi, Totem Yayınları, 2015. Farsçadan çeviri: h.h.)
Semira Çerağpur’dan bir şiir[1]
İhsan’a bir şarkı
ne bu ağlayan benim
ne de duvardaki gölge sen
biz yağmurda çılgın iki bulutuz
şimdi yeryüzünü birkaç yıllığına
kendi viraneliğinde bırak
bırak senin gözlerinde toprağa versin babamızı
saçlarının şeytanı
kaybolan altınların tılsımını
urganın boynundan
sarkıtan kadın
*
ne bu gülen benim
ne tetiğine basılmayan tüfekler sen
biz yağmurda okunmamış iki şiir
şimdi dünyanın düşünün kıyısına bırak
botlarının gözünü…
(“Kanımı havanldırmaya çıkarmışım” toplu şiirinden)
ترانهای برای احسان
نه اینکه گریه میکند منم
نه تو آن سایۀ افتاده بر دیواری
ما دو ابر دیوانهایم در باران
حالا زمین را برای چند سال
در دست ویرانیاش رها کن
بگذار پدر را در چشمهایت خاک کند
زنی که شیطان موهایش
طلسم طلاهای گمشده را
به گردن طناب
آویزان کرده است.
.
نه اینکه میخندد منم
نه تو آن سرباز تفنگهای بیشلیکی
ما دو شعر ناخواندهای در باران
حالا کنار خواب جهان
چشم پوتینهایت را بگذار
Okuyacağınız İranlı şair-gazeteci Ferruhi Yezdi’nin bir şiiridir. Bu vatansever şairin, Rıza Şah Pehlevi diktatörlüğü tarafından önce dudakları dikildi sussun diye. O susmadı ve sonunda halk düşmanları tarafından katledildi.
Kim ki hamdı, bin bir oyunla uyuklatıp eylediler
Kim ki uyumadı evini yıkıp harap eylediler
Helal sirke olacak dediklerini
İkiyüzlülük zulasında şarap eylediler
Duvarın arkasında eşeği közlediler
Bize methedip lezzetli kebap eylediler
Yıllarca umut ve hevesle eğirdiğimizi
Dar ağacına urgan hesap eylediler
Vatanı cennet edeceğiz biz dediler
Belalarla dolu cehennemi bize azap eylediler
Kimden şikâyet edelim gafletimiz ve cehaletimizden
Elimizdeki tüm servetimizi serap eylediler
Dertliyiz dudaklarımız açılmaz pişman ve üzünçlü
Gerçi suskumuzu teslim ve sevinç sayıp eylediler
Siyaset ehlinin oyunları yalandır ve aldatmaca
Zulüm gören halkın huzurunda hitap eylediler
İşin başında çokça tatlı vaatler verdiler
Ama sonu acı oldu yıkıp harap eylediler
(h.h.)
Yayınevine göndermeye hazırlandığım son romanımın girişine Kul Ahmet’in bu dizelerini koydum:
Söyle güzeller şahına
yüz süreydim dergahına
zehir olam kadehine
doldur beni doldur beni
Okunması için gönderdiğim bir arkadaş bunun “Zehir olam” değil, “Zehir olan” olması gerektiğini söyledi. Ancak internette her iki şekilde de yazıldığını ekledi. Bu sabah başka bir arkadaşa mesajla, “Sence bunlardan hangisi doğru?” diye sordum. Cevap netti: “Bunun sencesi bencesi yok. Kul Ahmet nasıl demişse öyledir: zehir olan!”
Arkadaşıma, “İnternette her ikisi de Kul Ahmet imzasıyla geçiyor,” dedim. “Dur bir dakika,” dedi, “türkücü bir arkadaşıma soracağım.” Ve sordu. O da “Zehir olan” doğrudur demiş ve eklemiş: “Bunun için mi beni sabah sabah uykudan uyandırdın?” Arkadaşıma, sen de ona beni de uyandıran var bunun için deseydin, dedim.
Neyse. Dönelim bu dizelerin güzelliğine:
Önce şiirin tümüne bir bakalım.
“Şimdi uyuyorsun. Uyurken de duyuyorsun beni. Hatırlar mısın bir akşam gün batarken, Kadıköy sahildeydik. Martılar, dalgakırana dizilmişti. Hatırlar mısın? Genç bir kadın yaklaşmıştı bize. Senin karşında durmuştu. O, bronzdan yapılı İnanna, canlanmış karşında duruyordu. Kavruk yüzlü genç kadın, sana eğilerek elini ver bana, dedi. Sağ gözü kördü. Sen onun görmeyen gözünün içine baktın. Kadın, bu gözüm şişlendi, dedi. Kör gözümle hayal kurarım, gören gözümle rüya görürüm. Her gözümde başka bir dünya var, aynı anda başka başka rüyalar, dedi. Yüzünün bir yanı sana benziyordu bir yanı bana. Sesi ne kadın sesiydi ne erkek. O kutsal sedir ağacının yarığından süzülüp gelen bir kuştu. Belki de bir rüzgârın düşü. Martı sürüsü onu bize getirmişti. Balıkçı tekneleri suda yalpalıyordu. Balıkçılar ağlarını çekmiş gitmişlerdi. Şimdi kayıklar dalgalarla baş başa kalmıştı. Seninle benim gibi. Kadın sana, elini aç dedi. Açtın. Kahve taneleri rengindeki dudaklarına götürüp ellerinin ayasından öptü. Kara, uzun kirpikleriyle öptüğü yerleri süpürdü. Onun kirpiklerinin ucunda serçe gagası vardı, senin saçlarının ucunda kül. Sen bir şiir mırıldandın. Adımızın saklı olduğu bir şiir. Sonra kadın ağzını aç, dedi. Açtın. Ağzını senin ağzına dayadı. Cehennemin alevlerini üfledi mi emip yuttu mu anlamadım. Sen ağladın. Kadın senin saçlarını bir tapınak duvarını okşar gibi okşadı ve gitti. Deniz susmuştu. Tekneler susmuştu. Kalk gidelim, dedim. Hatırlıyor musun? Yol boyu ağladın. Ölümü peşinden sürükler gibi korku ve acı içinde. Çarşıdan eve kadar adımı bağırdın. Peşinden adını bağırarak koştum. Herkes bize bakıyordu. Çarşının orta yerinde gayda çalan sakallı kara gözlü çocuk da sustu. Biz oradan rüzgâr gibi geçince, gayda sesi çok uzaklardan gelmeye başladı. Bir ormandan, bir dağ tepesinden, bir kuyunun dininden…”
…
…
…
“Çağırmasam gelir miydin?”
“Gelirdim… Kapıyı açmazsın, seni üzerim diye korktum!”
“Martıları görüyor musun?”
“Evet.”
“Ama bu görmek bir işe yaramaz Yakup. Onların evleri nerede? Dalgaları bırakıp nereye giderler geceyi geçirmek için, bunu biliyor musun, görüyor musun?”
“Bunu düşünmedim doğrusu!”
“Rakıları koy!”
“Çığlıkları uzaklaşır bilirim…”
“Evet. Onlar çığlıklarını alıp giderler her gece! Çığlıklarını alıp giden kuşları avcılar bile unutur Yakup!”
“Seni nasıl sevdiğimi hiçbir zaman anlatamadım Zerrin.”
“Bilseydin anlatırdın!”
“Bildim… Bildim! Ama anlatacak sözcüğü bulmakta…”
“Sözcüğe gerek yok ki!”
“Aslında biz kendi savaş meydanımızda yenik düştük.”
“Yazık! Haydi bir türkü söyle. Sesini çok özledim!”
[Yeni romanım Dolunayın Çocukları’ndan. Yayına hazırlanıyor!]
yanan erkek ve kadınlar
söylemediler daha
en acıklı şarkılarını
dolup taşıyor susku.
beklentiden
dur duraksız susku
nasıl da dolup taşıyor.
(Ahmed Şamlu, Ç: h.h.)
Ne putlar yaratılmadı ki… ne değersizler önünde ne dizler bükülmedi ki… ne bireyler ve toplumlar kendi benliklerinden gönüllü olarak vazgeçip bir değersizle yarattıkları putlara tapınmadılar ki… Tek tanrıya inandıklarını iddia ederler oysa taptıkları putlar var sayısız. Ve birlerinin kendilerine tapmlarını arzularlar… Bu makale bir kez daha okunmaya değer:
bedevi çadırlar kurmuşsun kundaklanan bakışlarında
közleri avucumda bir sabırsızlık serçe gagası tetikte
ağaçları köklerinden sökmenin cezasıdır şahmeran masalı
bıldırcınlar çeşme arar kaşlarının altında
öfkem acı tütün, çiğner tükürürüm gölgesiz çöle
senin dar ağacından ölümü tükürdüğün gibi
sen ki salınan şarkı ben köklere sızan kan
anlatılmaz masal çocuklara bir gece vakti dağ böğründe
ne zaman yağmur çiselese iki ölüm takılır aklımın dikenli tellerine
ne zaman ay karanlıkta üç güzel
kılıç emdiği suyu verir taşa bağrımda
kalkıp göçelim bu çöllerden ihaneti bırakarak onlara.
(h.h.)
Ben de bir düş gördüm Zhaungzi! Yıllardır bu düşün içindeyim. Sen kelebeği gördükten sonra sorabildin; kelebek mi benim düşümdeydi yoksa ben mi onun düşünde, diye. Ben uyanırsam soracağım, hangi çiçek gördü beni düşünde sürükleyerek misk kokuları içine, hangi kuş gördü beni rüyasında gözlerini kapat diyerek şarkısının evine çağırıp, hangi ağaç gördü beni rüyasında dalları arasına alıp uyu diyerek, hangi dağ zirvesi?
Zhuangzi anlat bana… uyandığımı nasıl anlayacağım? Kimin rüyasında olduğumu nasıl anlayacağım? Yoksa anlamayı bırakmam mı gerek? Yoksa yaşam işte bu düştür deyip akmam mı gerek? Bir serçe var taraçamda şimdi, kaygılı sanki, acelesi var gibi bir yerlere kanat çırpmak için… Zhuangzi sisin sesi odama doluşuyor… bu düşte dün gece düşümde düş gördüm bir şahinin düşünde gördüğü tavşanın kalbi bomboştu korkudan… burnunda sadece yeşil bir esinti… “sen ilkin bir güzelin iki döşü arasında dalmışsın bu düşe, uyanırsan yaşamının sonudur,” dediler. Aaaah güneş ne kadar güzeldir Zhuangzi! Toprak ne kadar güzel!
(h.h.)
زنبق خونین
شعری از بهجت آیسان
ترجمه: هاشم خسروشاهی
او را زدند، با چشم خود دیدم
سوار بر زنبقی سفید می رفت
Okumaya devam et “Behçet Aysan’dan çevirdiğim bir şiir: kanlı zambak”
güneş usulca iniyor derisi soyulmuş tarçın ağaçlarından
ırmak sözünü çakıllara bırakır
rüzgar çivit kokar çamaşır ipinde
gözlerin yolda hep bu şehirde…
ceylan yavrusu avcının elini görür kaçmaz
ceylan yavrusu öldürülmemiştir daha önce
düştüğü topraktan kalksa koşar
ömrümüz ateşi terk etmiş kara hindiba
toprağı küstüreli soframın tadı kaçmış
ben de geldim gördüm bu dünyayı
çıkınımda kala kala mavi bir hüzün senden
gerisi bahçemdeki arıların kanadında
(h.h.)
Bu yazıyı Mohammed Mohtari’nin doğum günü anısına yayınlıyorum
Şair ve yazar Mohammed Mohtari’nin oğlu Siyavoş Mohtari, babasının cesedini 9 Aralık’ta adli tıp morgunda tanıdı. Altı gün öncesinde bu şairin cansız bedenini, cebinde alış veriş kuponu ile Eminabad çöllerinde bulmuşlar. Enformasyon Bakanlığı’nın katillerinden Mehrdad Alihani, Mohtari’nin kaçırılıp öldürülmesini şöyle anlatıyor:
“30 Kasım 1998’de Enformasyon Bakanlığı çalışanlarından Musevi, Enformasyon Bakanı Dori Necefabadi’nin yanına gidiyor ve Dariyuş Fruher ve eşinin öldürüldükleri hakkında rapor veriyor. Ardından Musevi, Alihani’ye İran Yazarlar Birliği işinin bitirilmesini istiyor ve Birliğin işini en hızlı şekilde bitirilmesini önemle vurguluyor. Yazarlar Birliği’nin en önemli faal üyelerinden Huşeng Golşiri, Mohammed Mohtari, Mansur Kuşan, Ali Eşref Dervişiyan, Mohammed Ali Sepanlu, Mohammed Cafer Puyende ve ٍEmir Hasan Çehelten’e ait yedi dosya gündeme alınıyor. En önemliden başlanılmasına karar veriliyor.
Okumaya devam et “bir cinayetin kehaneti: dudakların nerede?”
Geçenlerde Mohsen Namcu’nun icrasıyla çok bilinen bir şarkıyı dinledim. Bu şarkıyı yıllar önce Feridun Foruği ve Mohammed Reza Şeceryan da icra etmişler. Mohsen’ın icrası kendine özgü.
Şiirlerine gelince. Şairi tartışmalıdır. Kimine göre Tahire Gorretülayn’a aittir. Ancak birçok araştırma bunun böyle olmadığını göstermekte ve Tahire İsfahani, Tahir Kaşani ve Mohammed Bager Sohbet Lari ve İkbal Lauri’nin de adları verilmektedir.
Şarkı sözlerini çevirmemin nedeni ise Youtube’da alakasız çeviriler olmasından dolayıdır. Şiirin özelliği tekrarlanan sözcükler ve dizelerin kulağa hoş gelen ritmidir.
Gözüm düşer de görürsem seni yüz yüze karşı karşıya / anlatırım üzücümü sana nükte nükte, ince ince
Gördükten sonra seni saba gibi düştüm yola / ev ev, kapı kapı, cadde cadde, sokak sokak
Gönül kanı firakında akar iki gözümden / Dicle Dicle, deniz deniz, çeşme çeşme, ark ark
Küçücük ağzının çevresi amber hatlı yüzün / gonca gonca, çiçek çiçek, lale lale, koku koku
Kaşın, gözün, benin senin gönül kuşun avlamıştır / istek istek, yürek yürek, sevgi sevgi, huy ve huy
Senin sevgini hazin yürek örmüş gönül kumaşına / iplik iplik, sap sap, çözgü çözgü, tel ve tel
Tahire kendi kalbinde, aradı görmedi senden başka / Sayfa sayfa, kat kat, perde perde, iç ve iç
Tahran,
5 Eylül 1962
Sevgili dostum, peş peşe gönderdiğin mektuplar bizden boşalan evin adresine geldi. Babam öldü ve biz yer değiştirdik. Babamın ölümü beni benden almadı. Huzuruma çabuk kavuştum. Bizim hayatımız kocaman bir uyumun bir parçasıdır. Kendimizi bu parçanın değişimlerine vermeliyiz. Babam yatağında ölüyor, bir arı ise evin havuzunda. Büyük dert ortaklığına kavuştuğumuzda, yakın bağlılıklar yerini her yanı içeren bağlılıklara bırakır. Bütün akrabaların bizim evde toplandığı ve gözlerin ıslak olduğu gün ben Nazımabad’da derelerde yalnız başıma dolaşıyordum. Kendimi her şeyle uyumlu görüyordum. Bazen bütün otları koklamak, ağaçların içine girmek, taşları kendimde yuvarlamak istiyordum. İçim güleç ve güzeldi. Seyretmenin hüznü, ki daha önce ondan söz ederdim, bir kenara çekilmişti ve onun yerini bir şey almıştı; onu dolaysız bakışın kaynayışı diye yorumlamak mümkün. Sabahın alacakaranlığında, dağlardan tırmanırdım, mehtapta dalların ve yaprakların serinliğine dokunurdum. Gece vakti, ırmağın sesi düşlerimin derzlerinden akardı. Bazen eskizler çıkarırdım.
Tümü yakında yayınlanacak!
Bağımızın dibinde bir ahır vardı. Ahırın üstünde ise bir oda vardı. Maviydi. Adı Mavi Oda’ydı (biz ona Mavi Oda derdik). Ahır hemzeminden biraz alçaktaydı. Öyle ki yemliğin üstündeki küçük pencereden hayvanların başı görünürdü. Mavi odanın koridoruna birkaç basamak merdivenle gidilirdi. Mavi oda, toprağın samimiyetinin hakikatinden uzak değildi. Biz bu odada yaşardık. Bir gün annem Mavi Oda’ya girer. Odanın bir nişinde çember olmuş bir yılan görür, korkar, hem de nasıl. Aynı gün Mavi Odadan göç ediyoruz. Evin kuzeyindeki odaya geçiyoruz. Beyaz bir pencderi[1] odaya. Sonuna kadar da bu odada kaldık ve Mavi Oda sonuna kadar boş.
**
**
Mavi Oda Mandalay’dı ve ben rahatça bu Mandala’nın içine yol almıştım. Dini söylemler havasında bir dram cereyan etmemişti. Mandala’nın doğu kapısının eşiğinde (Mavi Oda’nın doğu kapısı) Mandala’ya bir çiçek atayım diye gözlerimi kapatmamışlardı. Ama ben açık gözlerimle atmıştım: ilkbaharlar aklımda. Bazen bir kadife çiçek koparır ve Mavi Oda’nın ortasına atardım. Bilmiyordum neden.
Nazi;
Bakıyorum ve bir şeyler bende sürgün veriyor. Bu bulutlu günde ne de aydınım. Dünyanın bütün ırmakları bana akıyor. Ben ki hiçle dolurum. Toprak güzelliklerle dolup taşıyor. Benim gözlerimde yer kalmadı… bizim gözlerimiz küçük değil, güzellik sonsuzdur.
Yazın gölgesindeydi seni gördüm ve dün mektubun geldiğinde seni görmenin izi yerdeydi ve tazeydi. Şemiran’ın gün ortasında biz nelerden söz ediyorduk? Benim ellerim dünyanın aydınlığıyla doluydu ve sen kendi ruhunun aydın gölgesinde duruyordun. Bazen bir kuş gibi şaşkınlıkla yerinde kalakalıyordun.
Yarın güneş yılının son çarşambasıdır. 21 Mart ise yeni yılın ve ilkbaharın ilk günüdür. Doğu halkları (Türkler, Farslar, Tacikler, Kürtler…) bu arada özellikle İran Türkleri ve Azerbaycan Cumhuriyeti, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan Türkleri yılın son çarşambasını bir şenlik havası içinde yolcu ederler.
Anımsarım Tebriz’deyken (ve sonraları Tahran’a göç ettikten sonra) sokağımızın ortasında ateş kümeleri yakar ve mahalleli genç yaşlı üzerinden atlar ve bağırırdık: Atıl matıl çerşenbe, bextim açıl çerşenbe! Böylece hastalıkların çöküntüsünü, suskunluğunu, solgunluğunu ateşe verir ve onun canlılığını, kızıllığını ve devingenliğini aldığımıza inanırdık. Bazen kızlar su üzerinden atlar ve aynı şekilde bağırırlar, ya da “Ağırlığım, oğurluğum, derdim belam tökülsün, sular alıb götürsün!” derlerdi.
Son Çarşamba gecelerinde babam elinde birkaç dolu kese kağıdıyla gelirdi eve. Annem kocaman bakır tepsiyi salonun ortasına koyar ve babam kese kağıtlarını tepsiye boşaltırdı: leblebi, kuru üzüm, badem içi, fıstık, ince kabuklu badem (fılıx derdik ona), ceviz içi gibi kuru yemişleri tepeleme yığardı. Annem hepimizin payına düşeni verirdi. bir kısmını ayırırdı. Biz çocuklar da bilirdik bu ayrılan kısım bizden daha yoksul olanın ve çerşembe yemişi alamayanların payıdır. Annemiz bu payı ayırdığı için sevinirdik. Sevinmek için ne de çok sebebimiz vardı. Babam köşesine geçer yaslanır duvara, bizim hay-küyümüz, gürültü patırtımız dinince çağırırdı yanına başlardı bir masal anlatmaya. Biz bir yandan yanımızdakinin yemişinden çalıp güler bir yandan babamızın bıyık altından bize gülümsediğini izlerdik. Mutluluk bir babanın masalıyla gelirdi evimize. Bir annenin kendine ve babamızın önüne koyduğu sıcak çayıyla gelirdi evimize. Yaşam sadeydi. Ev sıcaktı. Mutluluk bonkördü.
Neyse!
Hepinizin Son Çarşambası kutlu olsun. Hastalıkları evinizden alıp götürsün, sağlık, dirçlik, esenlik dolu günler armağan etsin.