İran toplumuna dair bir panorama: Sabır Taşı

Yazan: Soner Sert, soner_sert17@hotmail.com

(Yazının kaynağına ulaşmak için: Buraya tıklayınız)

Çağdaş İran edebiyatının güçlü kalemlerinden Sadık Çubek, İran’da ilk olarak öyküleriyle tanınır. 1945 yılında yayımladığı ‘Kukla Gösterisi’ isimli kitabıyla belirli bir okur kitlesi yakalayan Çubek, sıradan insanın üslubunu eserlerine yerleştirmesi ve doğalcılığıyla dikkati çeker. Sonraki yıllarda aynı izleği devam ettiren peş peşe bir dizi roman yayımlayan Çubek, bahse konu olan özelliğinden ödün vermez, kurguyu ustalıkla kullanır ve sinematografik bir anlatım yaratmanın derdine düşer. Çubek’in bu çabası, ‘Neden Deniz Fırtınalıydı?’ isimli eserinin İbrahim Golestan, ‘Tengsir’ isimli romanının da Emir Nadiri tarafından filme alınmasının önünü açar. Çubek’in bu yazıya konu olan ‘Sabır Taşı’ romanı ise üzerinde yapılan çeşitli değişikliklerle birlikte 2012 yılında Atiq Rahimi tarafından filme alınır.

Bir Törenin Ardından…

Ankara Tabip Odası’nın girişimi ile 22 Mart Cuma günü, hizmetlerinin 40, 50 ve 60 yılını dolduran hekimlere özel Hizmet Plaketi töreni düzenlendi. Ben de 50 yıllık hizmet plaketimi alacaktım. Aylar öncesinden haberimiz vardı. İlk günden itibaren tuhaf bir heyecan kaplamıştı içimi. Törene birkaç gün kala ne yazık ki iki sınıf arkadaşımızı daha kaybettik, çok acı duyduk. Kendilerini rahmetle anıyorum.

Şimdi törenin üzerinden dört gün geçiyor. Düşünüp durdum ne yazsam, nasıl yazsam? Kolay mı?

Karadeniz Ereğli’den geliyordum. Eşimle. O da Ankara Üniversitesi mezunu. Ankara’ya yaklaşınca kar lapa lapa yağmaya başladı. Aynı duyguya kapıldık. Eski Ankara’nın karlı kış aylarını özlemişiz meğer. Öğrencilik yıllarımızda kış günleri dolmuş bulamadığımızda ev arkadaşlarımızla Ayrancı’dan Kızılay’a, Sıhhiye’ye yürürdük.

kendimle söyleşi!

  • Merhaba kendim!
  • Merhaba!
  • Seninle bu son durumun hakkında kısa bir söyleşi yapmak istiyorum!
  • İyi olur. Ben de içimi dökerim.
  • Başlayalım öyleyse.
  • Başlayalım!
  • Sen ne zaman yazar oldun?
  • Çok komik bir soru!
  • Olsun yine de anımsar mısın?
  • Sen de bilirsin. Çocukken çok okurdum. Elime ne geçerse ne görürsem okurdum.  Önceleri Büyük Anneannemizin (annaannenin annesi yani… biz ona Hanım Nene derdik) ve annemin ve tabi bizimle birlikte yaşayan anneme her yıl sayıları artan çocukların ve evin işlerine yardımcı olan “Nene’nin” ve daha sonraları ablamızın anlattığı masallar belleğimde yer etti. Kitaptan masal, hikâye okuma, babamızın Tebriz’in uzun kış gecelerinde çocukları toplayıp masal kitaplarından birini eline alıp kürsü başında okumaları ile başladı. Yıllar geçince ve okumayı sökünce çocuk dergilerinin resimli masallarına, hikayelerine kaptırırdım kendimi. Sonraki yıllar kitaplar… kitaplar. Kelile ve Dimne’den, Merziban Name’ye, Sefiller’den, polisiyelerden romantiklere kadar içeren kitaplar, çağdaş romanlardan tefrikalar halinde ya da bir hikâyenin tümünü basan popüler dergilerdeki hikayelere kadar elime ne geçerse, geniş bir merak coğrafyası içinde okumak! Sosyal ve dini içerikli “okumalar” da bu edebiyat “okumalarıma” eklenmişti.
  • Hatırlarım. Gerçek bir kitap kurduydun. Neyse. İlk öykünü ne zaman yazdın?
  • Aslında ilk öykülerimi yazmadım, onları anlattım. Hatırlarsın Tahran’ın yaz gecelerinde. Damda yer yataklarımızı serdiğimizde, teyze çocukları da kardeşlerimize eklenince hepsi benden masal isterdi. Gözlerimiz gecenin karanlığında parıldayan yıldızlarda, ve hepsinin kulakları bende. Ben de anlatırdım. Kendi başımdan geçmiş gibi büyük kaptan hikayeleri. Devlerle boğuşma masalları. Hele birinde bir yunus balığının beni yuttuğunu oradan nasıl bir mücadeleyle kurtulduğumu anlatınca bütün çocuklar hayretle dinlemişlerdi. hatırlarsın değil mi? Bazı geceler onlardan önce benim uykum gelirdi. Tabi senin de. Çocuklar böğrümü dürterlerdi, haydi haydi diye. Ben uyanır gibi olur uydurmaya devam ederdim!
  • Hatırlarım!
  • İlk hikayemi yazdığımda 13-14 yaşlarındayım. Hatırlarsan, Tebriz’de. Anneannemin o büyükçe misafir odasında tek başımaydım. Küçük defterime yazıyordum. Birkaç saatte bitirmiştim hikayemi. Sonra alırım diye halının altında sakladım. Sonra da unuttum gitti. O kişisel tarihimin fırtınalı denizlerinde kaybolan “Altın Kayık” adlı ilk kısa öykümden birkaç sene sonra artık “usta” olmuştum!! Öykü kesmiyordu artık beni. Roman yazmaya karar verdim. Kırk yapraklı defterlerimi aldım, dolma kalemimin mürekkebini “Pelikan”la doldurarak işe koyuldum. Gece gündüz yazmaya devam ettim. Tam dört defter!
  • Unutmam. Tahran’da bir yaz mevsimiydi. Deliler gibi yazıyordun ve içinde ne güzel düşünceler, hisler!
  • O defterleri ve “romanımızı!”  İran’dan çıkınca (1967 Şubat ayı) yanıma almıştım. Sonra sayıları artan kitaplarım ve defterlerimin (not defterlerim, güncelerim gibi) arasında gözümden kayboldu.
  • Ama bulmadın mı?
  • Dur hele acele etme!
  • Yine başladın hikâye anlatmaya. Söyleşimizi bir masala dönüştürdün!
  • Hayır hayır! Yine söyleşidir. Merak etme. Ama biliyorsun ben Türkiye’ye geldiğimde kendi ana dilim olan İran Türkçesini ve tabi ki Anadolu Türkçesini bilmezdim. İlkini evde, mahallede konuşurdum ama yazıp okuma yok! İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde Türkçe yazıp okumayı öğrenince (17-18 yaş) bir balığın denize kavuşmasının heyecanıyla Türkçe okumalara başladım.
  • Sen buna dilin içindeki sürgünden kurtulma da dersin.
  • Evet. İnsan kendi anadilinde yazıp okuyamıyorsa, düşüncelerini yazamıyorsa sürgünde sayılır!
  • Ama Farsça yazıyordun!
  • Evet! Benim için yabancı bir dil olan Farsça. Farsça sürgün yaşadığım güzel bir ülkeydi, ama benim vatanım Türkçedir. Neyse yazdığım “romanımı” da bu harala gürele günlerde unuttum gitti… Sonra üç kıta onlarca ülkeye göçmelerim başladı. Ta ki dünyanın o kıtası senin bu kıtası benim, o ülkesi senin bu ülkesi benim “kondum-göçtüm” oyunumuz bitince, hayatımızdan neredeyse altmış yıl geçtikten sonra, ve ben yılların yorgunluğunu çıkarırcasına derin bir nefes alınca kütüphanemi yeniden düzenlemeye karar verdim (Biliyorsun bir kütüphanemiz Tahran’da kaldı, bir kütüphanemiz Toronto’da) Derken o dört defteri buldum! Yani on yılı aşkın bir zaman önce buldum. Defterler kütüphanemin “Farsça romanlar” bölümünde bir yerini aldı.
  • Eeee?
  • E’si şu ki bugün yani Nevruz 2024’te o defterleri tekrar elime aldım. Yıllarca açılmamış sayfalarından birini açıp kokladım. Başım dönmedi desem yalan olur. Ama döndü desem de klişe bir laf etmiş olurum.
  • Benim de başım döndü…
  • Neyse. Dört defter.  Toplam 251 sayfa el yazısı! İlk sayfanın tepesinde akıl edip de şöyle bir not düşmüşüm: “Başlangıç tarihi 8 Temmuz 1965.” Yani Ortaokul 3 bitmiş. Yaz tatilleri başlamış!
  • Oy oy oy… 15 yaşımızı doldurmuş değiliz daha yani.
  • Ne kadar masum bir ciddiyet. Ne kadar çocukça el yazısı ve ne kadar çocukça kurgu… Fakat ne kadar büyük bir istek ve cesaret!
  • Ne yazıyor o ilk sayfada? “Romanın” nasıl başlıyor?
  • İlk sayfada ilk satır: ‘Her yan düzenliydi. Sadece birkaç önemsiz eşyanın yerini değiştirdi. Masayı da dizdikten sonra gidip kapının yanında durdu…’ Ve son sayfa, son satır: ‘- Sen bilirsin… Hoşça kal’, ‘Kapıyı açtı ve düşünceli bir şekilde dışarı çıktı!’
  • Bu anlattıklarının içinde en önemli parça senin için hangi kısımdı? Ya da bu satırları okuyanlar için?
  • Bilmiyorum. Bu satırları okuyanların sesini duymadığım için bilemem onların ne düşündüklerini. Ama o sayfayı koklayınca ve birkaç sayfasını okuyunca içimi derin ve tuhaf bir his kapladı tekrar. Acı bir his! Kendi içimde sana fısıldadım, sen de duydun ya… ‘Zavallı çocuk!’ dedim, ‘Ne kadar büyük bir acımasızlık içindesin. Kendi dilinden sürülmüşsün. O küçük ruhun, o ufacık kalbin başka bir dilde yazmaya mahkûm edilmiş. Ve kimse senin bu yazdıklarını beğenmeyecek! Zira Türkler, Farsça bilmezler!’
  • Evet o dört defterdeki satırları okurken ve şimdi bunları seninle konuşurken o küçük çocuğun cesaretini alkışlarken, o fark etmeden onun için gözyaşı döktüm. İyi ki yazmışsın çocuk dedim! İyi ki senin olmayan o dili öğrenmişsin ve senin dilini çalanlara inat dökmüşsün içini onların dilinde de olsa!
  • Evet aynen öyle!

Taş

Yağmur dinip güneş çıkınca içime neşeli bir ferahlık doluştu. Çıkıp ıslak kaldırımlarda yürümek geldi içimden. Fotoğraf makinemi de yanıma aldım. Islak ağaçlar, kaldırımlar, insanlar, kediler, köpekler güzel temalar ve kompozisyonlar oluşturur çoğu kez. Bulvarda ilerlerken yoksulluğu giysisinden belli bir çocuk, elinde irice bir taş,  küçük projektörlerle aydınlanmış lüks bir mağazanın vitrini önünde durmuş, vitrindeki kocaman tabloya dalmıştı. Vitrindeki tabloda bir çocuk sağ elindeki irice bir taşı kulakları hizasına kadar kaldırmış karşısındaki aynaya bakıyordu. Karşıdan gelen bir polis çocuğu görünce durdu. Ben de durdum. Kamerayı gözüme yapıştırdım. Elim deklanşörde bekledim. Vitrine bakan çocuğun eli kımıldadı. Polisin eli copuna doğru hareketlendi. Benim içimde bir ip gerildi. Koptu kopacak. Polisin kaskından bir damla yağmur suyu yüzüne damladı damlayacak. Tablodaki aynada şöyle yazıyordu: “Taş der ki, ben aynaların düşmanı değilim.”

Put nedir ve nasıl oluşur?

Put tapılan bir nesnedir. Put tapılan bir nesneye atfedilmiş olan putu yapan birey(ler)in değerlerinin tümübirdenidir. Put tapılmayı süreğen kılan tapan tarafından içeriğine göre değersiz nesneden yapılmış hükümranlık-kölelik ilişkisinin sürdüğü yaratılmış zihinsel bir alandır. Put boyun eğmeye gönüllü olan tarafından yaratılan boyun eğmenin simgesidir. Put, kendisine yaratan tarafından ona atfedilen ve kökleri putu yapanın korkularından/inanışlarından su içen dokunulmazlıkların bütünsel somutlaşması ve bunun devamlılığını sağlama aracıdır.

Putu tanımlamaya devam edebiliriz, ancak putun ne olduğundan daha önemli olan onun ortaya çıkışının sürecini tanımlamaktır. Birey (ve de aynı zihinsel değerler ve inanış paylaşımı olan bireylerden oluşan toplum) bir çamurdan, tahta parçasından, taştan veya başka bir maddeden bir şekil, bir heykel, bir simge oluşturur. Bunu oluştururken zamanını harcar, emeğini harcar, ruhsal ve zihinsel enerjisini harcar ve tüm bunları gönüllü olarak yapar. O taş parçası, bir taş parçası olmaya devam eder ta ki onu yontan, biçimlendiren ve oluşmasına emek harcayan birey(ler) tarafından, görünmez bir değer aktarımıyla, ona bir erk kazandırılıncaya kadar.

O andan sonra, sanki o cansız nesneye “ruh” üflenir. Cansız nesne, odanın rafında durmaya devam ederken artık o değer aktarımı öncesindeki nesne değil. Birey ona erk, yetki, güç ve elinde ne varsa bağışlamıştır. Birey iradesinden, gücünden, bağımsızlığından ve birey olma yetisinden gönüllü olarak vazgeçtiği, yoksunlaştığı, boşaldığı, bittiği ölçüde o nesne bireyin gözünde daha da anlamlı olmaya, büyümeye, güçlü olmaya, dokunulmaz olmaya ve onu oluşturan bireyin (ve toplumun) her şeyine hükümran olmaya başlar. Öyle ki birey onun önünde diz çöker ve ondan hastalığının iyileşmesini, akşamın ekmeğinin eksik olmamasını, bir çift çocuk vermesini, evini selin harap etmemesini, bunca fırtınanın artık sürmemesini, denizin sakinleşip balığın bol olmasını, tarlasının bereketli olması için yağmurun yağmasını ve ardından güneşin parlamasını, ateşler içinde yatarken içindeki ateş ve hastalık şeytanının onun vücudundan uzaklaşmasını sağlamasını vb şeyler diler. Yalvarır. Önünde mum yakar, gözyaşı döker… Böylece birey yarattığı putun hükümranlığından çıkmanın dehşet korkunç olacağını, bunun bireyin hayatını mahvedeceğini, mutluluğunu sona erdireceğini düşünmeye ve dahası ona göre davranmaya başlar. Birey bitmiş ve put bireyin hayat gemisinin dümenine geçmiştir. Toplum da aynı şekilde. Artık birey/toplum yoktur! Birey/toplum ölmüştür: yaşasın put!

Boyun eğmelerimiz aslında, kendi değerlerimizin, gücümüzün, özgürlüğümüzün, muhakeme erkimizin, kısaca insan olma yetimizin gönüllü olarak bir başkasına, bir değersize atfetmemiz, aktarmamız, temsilen ve gerçek olarak ona vermemiz sonucu ve bunun devamında ona verdiğimiz kadarıyla, ya da kendimizden yoksunlaştığımız ölçeğinde oluşturduğumuz zihinsel ve davranışsal coğrafya ve alanda ortaya koyduğumuz bir davranış biçimidir. Birey olarak da toplum olarak da bu böyle olmuştur.

GÜLE GÜLE…

Höbek Güneşi’ne bakış!

Son okuduğum Haşim Hüsrevşahi kitabı, “Höbek Güneşi” ile ilgili bir şeyler yazmak geldi içimden haddim olmayarak, affola!

Höbek Güneşi-Şah İsmail’i okurken tarih bilgilerim güncellendi, güncelleme ile kalmayıp “Tarih tekerrürden ibarettir” düsturunun da ne denli doğru olduğu kanısını güçlendirdi. Günümüze o kadar değinildiğini görmek, doğal göndermeler şaşırttı beni. Evet, tarihi TV dizilerinden öğretme/öğrenme gibi bir gaflet içinde olan televizyon kanalları ve halkımıza bir ders gibi bu roman. Nedense okumaya başladıktan hemen sonra geçmişte izlediğim gerçekçi tiyatro oyunları üşüşüverdi zihnime. Ne güzel bir tiyatro oyunu olurdu ya da son yılların modasıyla tarihin çarpıtılmadığı bir TV dizisi.

Höbek Güneşi’ni okudukça o şiirsel dil aldı götürdü beni. Bu dil düşüncelerde öyle bir şevkle sürükledi ki, sürüklediği yetmiyor gibi aldı Şah İsmail’in yanına birlikte kılıç sallattırdı, şarabı yudumlattı, dize kurdurdu, şiir okuttu, bir destandı bu…