***
Getirdiğin mor çiçekleri vazoya koymak için mutfağa geçtim. Arkamdan geldin. Çayı pencerenin önünde içtik. ‘Bugün mesai yok mu?’ diye sordum. Sen, ne yani der gibi, ‘Vaaar!’ dedin. İçten içe sevindim. Demek acelen yoktu. Hemen kaçmayacaktın! Sigaranı yakarken, ‘Bir telefon etmeliyim,’ dedin. Doktor arkadaşınla bir hasta hakkında konuştun, biraz geç kalacağını eklemeyi de ihmal etmedin. Çaylarımızı alıp benim odama geçtik. Sen, yine cam kenarına attığım yatağımın baş kısmına yaslanarak uzandın. Teybim cam kenarındaki aralıkta duruyordu. Senin üzerinden abanarak teybin düğmesine bastım. “When I dream…” diye bir şarkı çalmaya başladı. Sonra, üzerine upuzun uzandım ve elinden sigaranı alarak sehpanın üzerindeki kül tablasına attım. ‘Sen kımıldamayacaksın,’ dedim. Kendini benim ellerime bırakmıştın. Kravatını açtım, sonra gömleğinin düğmelerini çözdüm. Açığa çıkan her yeri öpüyordum ve senin kımıltısız durman gerekiyordu. Yanakları alev alev yanan, yüreği ağzında çarpan ve çıldırmakta olan bir ölü gibi kımıltısızdın. Az sonra, çırılçıplaktın yatağımda. Seninle ilk sevişmemizin üzerinden bir yıl mı geçiyordu? Bu kez kendi yatağımda seni teslim alıyordum. Karnının üzerinde, dizlerimin üstünde durdum ve o, ‘komik’ dediğin sabahlığımı üzerimden attım.
*
Komik sabahlığını üzerinden attığında, bir demet mor yaban kır çiçeği çıplaklığınla, kendi içinden yeniden ortaya çıktın. Sesin sesinden, tenin teninden yeniden, yeniden doğuyor, ortaya çıkıyordu. Kımıldamamam gerekiyordu. Hüküm senindi o gün. Güzelliğin hüzün veriyordu bana. Korkutuyordu. Senin, gözlerimin vadisine cömertçe serpilmiş sınırsız yaban çöl çiçeği güzelliğin, solup bitmemeliydi. Ve biliyordum ki bu bitiş, ikimizin bitişi olacak. Yıllar sonra, yüz yıl, bin yıl sonra, bir gün gelip de bu güzelliğin yok olup gideceğinin bilinci, hüznü ürkütüyordu beni. İçimizde duyduğumuz bu sevdanın bir gün, hiç yokmuş gibi, sönen bir ateş gibi yok olup gideceğini düşündükçe içim acıyla, öfkeyle, hayıflanmayla ve çaresizlikle dolup taşıyordu. Telaşlanıyordum. İşte o an, birbirimizde kaybolup bitmemizi istiyordum. Biliyordum, yarın diye bir şey yoktur. Yarın yokluktu.
*
Kısa çığlıklara dönüşen iniltileri dinince, Rana usulca eğildi Sirus’un omzundan, boynundan küçük öpücükler aldı, üzerine uzanarak dudaklarından öptü, yüzünü yüzüne dayadı ve öylece soluklarının dinmesini bekledi. Az sonra Sirus’un yanına uzandı, yüzünü, onun boynuna gizledi, omzunda uyukladı. Çok geçmeden her ikisi de gülerek birbirine bakıyordu. Sirus bir sigara yaktı, ilk soluktan sonra Rana’ya verdi.
“Keşke bugün bitmese!” Rana, sigaradan derin bir soluk alarak söylemişti bunu.
“Bugün bitmeyecek sevgilim.”
“Ama bitiyor… yarın yolda işte!”
“Yarın diye bir şey yok! Biz burada, bugünün caddesi üzerinde duruyoruz… zaman geliyor… bizi aşmaya, bizi geçmeye geliyor. Biz de onu alıyor, bir gümüş levha gibi işliyoruz… İstediğimiz ve bizden istenilen nakışlarla doldurarak ‘dün’ün ellerine bırakıyoruz…”
“Ne hoş!”
“Da Vinci’nin levhaları gibi!”
“Yaşama sanatı ha?”
“Doğrusu, bunu hiç düşünmemiştim! Ama öyle bir şey işte!”
*
Bir tanecik Sirus’um! O, yaşama sanatıydı sevgilim! Senin ve benim olan. Yarın yokmuş işte bir tanem! İçinde bulunduğum ‘bugün’ yoktu… O günler, sabahtan akşama kadar yaptığım hiçbir şey yoktu. O akşam, Ağa Abdullah’ın evinin üst katında, yere oturup dizlerimi kucakladığında yalan söylemiyordun biliyordum; ama sana da, kendime şaştığım kadar şaşıyordum. Cebinden küçük bir kutu çıkardın ve dizlerimden öperek, ‘Al bir tanem!’ dedin. Bir hediye kutusuydu. Öfkemi unutmuştum yine. Ben kime öfke duyuyordum sevgilim? Kutuyu açtım. İçindeki, zarif pırlantalarla süslü bir yüzüktü. Ben daha bir şey söylemeden, ‘Seni ilk gördüğüm günün yıl dönümü!’ dedin. Başını kollarımın arasına aldım ve göğsüme bastırdım. Bir de ağladım galiba. Benim o eşek günlerimdi. Sevdalı…
…
…
(Azalya, roman, arkadaş yayınları, 2011, h.h.)