Zehir olan kadehine doldur beni!

Yayınevine göndermeye hazırlandığım son romanımın girişine Kul Ahmet’in bu dizelerini koydum:

Söyle güzeller şahına
yüz süreydim dergahına
zehir olam kadehine
doldur beni doldur beni

Okunması için gönderdiğim bir arkadaş bunun “Zehir olam” değil, “Zehir olan” olması gerektiğini söyledi. Ancak internette her iki şekilde de yazıldığını ekledi. Bu sabah başka bir arkadaşa mesajla, “Sence bunlardan hangisi doğru?” diye sordum. Cevap netti: “Bunun sencesi bencesi yok. Kul Ahmet nasıl demişse öyledir: zehir olan!”
Arkadaşıma, “İnternette her ikisi de Kul Ahmet imzasıyla geçiyor,” dedim. “Dur bir dakika,” dedi, “türkücü bir arkadaşıma soracağım.” Ve sordu. O da “Zehir olan” doğrudur demiş ve eklemiş: “Bunun için mi beni sabah sabah uykudan uyandırdın?” Arkadaşıma, sen de ona beni de uyandıran var bunun için deseydin, dedim.
Neyse. Dönelim bu dizelerin güzelliğine:
Önce şiirin tümüne bir bakalım.

Okumaya devam et “Zehir olan kadehine doldur beni!”

Martılar neredeler?

“Şimdi uyuyorsun. Uyurken de duyuyorsun beni. Hatırlar mısın bir akşam gün batarken, Kadıköy sahildeydik. Martılar, dalgakırana dizilmişti. Hatırlar mısın? Genç bir kadın yaklaşmıştı bize. Senin karşında durmuştu. O, bronzdan yapılı İnanna, canlanmış karşında duruyordu. Kavruk yüzlü genç kadın, sana eğilerek elini ver bana, dedi. Sağ gözü kördü. Sen onun görmeyen gözünün içine baktın. Kadın, bu gözüm şişlendi, dedi. Kör gözümle hayal kurarım, gören gözümle rüya görürüm. Her gözümde başka bir dünya var, aynı anda başka başka rüyalar, dedi. Yüzünün bir yanı sana benziyordu bir yanı bana. Sesi ne kadın sesiydi ne erkek. O kutsal sedir ağacının yarığından süzülüp gelen bir kuştu. Belki de bir rüzgârın düşü. Martı sürüsü onu bize getirmişti. Balıkçı tekneleri suda yalpalıyordu. Balıkçılar ağlarını çekmiş gitmişlerdi. Şimdi kayıklar dalgalarla baş başa kalmıştı. Seninle benim gibi. Kadın sana, elini aç dedi. Açtın. Kahve taneleri rengindeki dudaklarına götürüp ellerinin ayasından öptü. Kara, uzun kirpikleriyle öptüğü yerleri süpürdü. Onun kirpiklerinin ucunda serçe gagası vardı, senin saçlarının ucunda kül. Sen bir şiir mırıldandın. Adımızın saklı olduğu bir şiir. Sonra kadın ağzını aç, dedi. Açtın. Ağzını senin ağzına dayadı. Cehennemin alevlerini üfledi mi emip yuttu mu anlamadım. Sen ağladın. Kadın senin saçlarını bir tapınak duvarını okşar gibi okşadı ve gitti. Deniz susmuştu. Tekneler susmuştu. Kalk gidelim, dedim. Hatırlıyor musun? Yol boyu ağladın. Ölümü peşinden sürükler gibi korku ve acı içinde. Çarşıdan eve kadar adımı bağırdın. Peşinden adını bağırarak koştum. Herkes bize bakıyordu. Çarşının orta yerinde gayda çalan sakallı kara gözlü çocuk da sustu. Biz oradan rüzgâr gibi geçince, gayda sesi çok uzaklardan gelmeye başladı. Bir ormandan, bir dağ tepesinden, bir kuyunun dininden…”


“Çağırmasam gelir miydin?”
“Gelirdim… Kapıyı açmazsın, seni üzerim diye korktum!”
“Martıları görüyor musun?”
“Evet.”
“Ama bu görmek bir işe yaramaz Yakup. Onların evleri nerede? Dalgaları bırakıp nereye giderler geceyi geçirmek için, bunu biliyor musun, görüyor musun?”
“Bunu düşünmedim doğrusu!”
“Rakıları koy!”
“Çığlıkları uzaklaşır bilirim…”
“Evet. Onlar çığlıklarını alıp giderler her gece! Çığlıklarını alıp giden kuşları avcılar bile unutur Yakup!”
“Seni nasıl sevdiğimi hiçbir zaman anlatamadım Zerrin.”
“Bilseydin anlatırdın!”
“Bildim… Bildim! Ama anlatacak sözcüğü bulmakta…”
“Sözcüğe gerek yok ki!”
“Aslında biz kendi savaş meydanımızda yenik düştük.”
“Yazık! Haydi bir türkü söyle. Sesini çok özledim!”

[Yeni romanım Dolunayın Çocukları’ndan. Yayına hazırlanıyor!]