Kör Baykuş’u okumadan önce!

Bu makale, Rıza Beraheni’nin “Edebiyatta Kadın Cinayetlerinin Sonu” adlı yazısının Farsça’dan çevirisidir. Daha önce “Yazarın gölgesi: Sadık Hidayet: Ölüm, Kadın ve Kör Baykuş’un yeniden yazılışı” adlı hazırladığım kitapta yayımlanmıştır. Kitabın adının temelini, Roland Barthes’ın “Yazarın Ölümü” ve Friedrich W. Nietzsche’nin Tanrının gölgesi bakışından hareketle ve bu iki önemli başlığı iç içe geçirerek Sadık Hidayet öykülerine uygun bir “hermafrodit” sözcük yaratarak koydum: Yazarın gölgesi! Kör Baykuş’u okuduktan (ya da onu okumadan önce) bu kitap ve Beraheni’nin bu yazısı mutlaka okunmalıdır diye düşünüyorum.

Hidayet’in ailesinin köklerinin İlhanlılara ve Orta Asya’ya uzandığı özellikle Bijen Celali tarafından aydınlanmıştır. Ama “Bugamdasi”nin -Türkçe, Farsça ve İngilizce- kaynaklardan, sözlüklerden ve ansiklopedilerden çıkardığımız sözcük köküne ve bileşimine kesin bir dikkatle eğilmeliyiz. “Bugam”, Türkçede bay, ağa, kavmin emiri, ordunun komutanı, aristokrat ve asil anlamları taşır ve genel olarak kraliyet ailesinin dışındaki aristokratların lakabı olarak bilinir. Çincede “Pek” ve “Bek” tanrı ve kral anlamında ve “Bigur” da Çin Hakanı anlamındadır ve onun değişmiş biçimi “Feğfur” şeklinde görülür. Bunun, Arapçada zulüm ve tecavüz anlamına gelen “Beği” ile ilintili olduğu açık değil. Açık olan şu ki, Sasani döneminde tanrı anlamına gelen “Baga” sözcüğü Çincedeki anlamıyla uyumludur. “Pi”, Altay Şamanistleri arasında, kişiye hitaplarda, şaman dualarında, virtlerinde ve zikirlerinde de “büyük” anlamında kullanılmıştır. “Bi”, Hunlar arasında da Çince ve Türkçedeki anlamıyla kullanılmıştır. Biliyoruz ki “Bek”, “Pi”, “Beyk”, “Beyg” yüz yıllar boyunca Çin’den Orta Avrupa’ya kadar değişik milletler ve kavimler arasında devlet büyüklerinin lakapları olarak kullanılmıştır.

Okumaya devam et “Kör Baykuş’u okumadan önce!”

İzmir Kitap Fuarı’ndaydık!

18 Nisan 2015 cumartesi günü saat 19-20 arasında “Komşu Aç Kapıyı: İran-Türkiye Kadın Şiiri, Dişi Dil” başlığını konuşmak üzere toplandık. Salon toplantı sonuna kadar dinleyen, soran ve sorgulayan edebiyatsevelerle doluydu. Panel başkanı Sayın Asuman Susam toplantı hakkında genel bilgileri verdikten sonra Sayın Arife Kalender Divan edebiyatı döneminden günümüze kadarki süreçte boy gösteren kadın şairler hakkında tarihi bilgileri analitik bir dille aktardı. Ardından Haşim Hüsrevşahi İran’ın yakın geçmiş tarihi ve kadınların genelde ve kadın şairlerin özelde durumları hakkında bilgi verdikten sonra dilin sınıfsal gelişimi, eril-dişil-hermafrodit-cinsiyetsiz dil sürecini tartıştı. İranlı kadın şairlerin şiirlerinden oluşan seçki eser, “Dolunayda Kızıl Tef Çalan Kadınlar” adlı kitaptan şiirler okundu. Güzeldi. Hep güzel olsun.
fuar-1

fuar-5

Beyaz turnalar

Bu şiirin çevirisini sevgili Juliet, Şehbaz ve Denise’e takdim ediyorum;

uçup giden ve bize seslenen o güzel Turna,

Roza’nın anısına:

Sevgili Denise’in yazdığına göre bu şiir Rasul Hamzatoviç adlı Dağıstanlı bir şaire aittir. Bu şair Hiroşima müzesini gördükten sonra oradaki manzaranın etkisiyle ikinci dünya savaşında emperyalism ve faşizme karşı savaşarak toprağa düşen ve asla evlerine dönmeyen milyonlarca Rus askerine yazmıştır. Şiirin orijinal dili de Avarcadır. Şiirin adı Turna. Bu şiir, Avarcadan Rusçaya çevrilince (Rusça adı Juravlı) Yan Franckel’de besteliyor.

İngilizce metinden çevirdiğim:

Turnalar:

Bazen düşünürüm
Kanlı meydanlardan eve dönemeyen o askerler
Soğuk mezarlarda yatmazlar
Onlar beyaz turnalar oldular

Okumaya devam et “Beyaz turnalar”

Aaaah benim dilsiz Davud’um!

“Kars kar altındaydı. O ufacık tefecik kızı yakalamak için bir ordu gelmişti adeta. Ev birden sarılmıştı. Yapılacak bir şey yoktu. Kelepçelendim ve işkenceler başladığında yirmi birindeydim. Yirmi bir yıl! Çok şey sığdırmıştım bu kısacık ömre. Kocaman bir aşk, çürümüş bir ailenin lanetli küfesi sırtımda, bir çocuk, silahlı mücadele. Beni Tanya’ya benzetirdi yoldaşlar! Siyah kısa saçlarım, kara iri gözlerim ışıl ışıldı. Sonra gözlerimdeki ışıklar söndü. O ışıkları işkence odasında çaldılar.

Sana o işkenceleri anlatmayacağım. Bir bilsen! Bir bilsen! Sustum ve düşündüm! Haykırdım ve düşündüm. Çığlıklar attım ve beynimi yedim. Ruhumu karnımda sakladım. Ben macera insanıydım. Daha sana doğmadan önce. Dağların maceracısı, denizlerin, mağaraların… Sadece macerayı yaşamanın maceracısı. Maceranın içinde olmanın hazzı sadece. Hiçbir zirve yoktu çıkmak istediğim, hiçbir derinlik yoktu dalmak istediğim, hiçbir karanlık yoktu dokunmak istediğim. Önemli olan maceranın kendisiydi. Yol değil, geçişin kendisi. Ta ki bir ses duydum. Hiç beklemezken. Beyaz bir ses. Ormanın dağı öptüğü çizgiden yükselen beyaz sise benzer bir ses. Işığı parçalayan, suyu parçalayan, dumanı parçalayan ve parçalanmak için rüzgârı çağıran bir ses. Yaklaştım sana. Önce kirpiklerimle dokundum sesine. Sonra gözbebeklerimle, sonra burnumun ucuyla, sonra dilimle… Göğsümü açtım sonra.  Göğüs kemiklerimle, tenimle dokundum. Çıplak ellerim beni senin çıplak kayalıklarına getirdi sonra. Sonra mağaralarına. Hiçbir ışık beklemeden girdim mağaralarına. Kulaklarımsa sesinde asılı kalmıştı. Senin mağaralarının en karanlık köşelerinde kaybolduğumda karnımın çukurlarına, dişlerimin dibine ve kulaklarımın derinlerine hazzın dolarak yayılıyordu. Şehvet değildi bu haz. Kelebeğin susaması gibi bir şeydi. Bir arının taçyaprağından geçip de çiçeğin yüreğine sokulması gibi bir şey. Mağaralarının nemli, karanlık ürpertisini anımsıyorum hâlâ. Yankılanan damla damla damla seslerini, kalp atışlarımı aşıp geçen su sesi. Ve ben yürüdüm. Yıllarca yürüdüm. Ayaklarımın altında patlayan volkanlar vardı. Gözlerim kördü. Ve ben o mutlak körlük içinde yürüdüm. Bütün evreni ağzıma üflüyor gibi yürüdüm. Oysa ne sen Şiva’ydin ne ben Vişnu. Ne benim dansım Tandava’ydı ne seninki Lasya. Alevle rüzgârın dansıydı bizim dansımız. Bizim dansımız varla yokun iç içeliğiydi sadece. Ama mağaralarının derinlerinde uyuyan yarasaların uyanmasın diye çıplak ayaklarım yosunlarının üzerinde aksayarak giderdi. Ağzındaki yılanlar gırtlağıma sarıldığında bir şarkı dökülürdü göletlerine. En kadim babalarımın ve analarımın gözyaşlarıyla dolan gölet. Kan renginde. Ben maceracıydım. Sana inanmadan önce. Senin ayetlerinin indiği mağaraya adım atmadan önce. Ama olan oldu. Aç dedin avuçlarını. Açtım. Sonra parmaklarının ucunun ateşiyle çizgiler çizdin avcuma. Dik dur dedin. Durdum. Parmaklarının ucunun ateşiyle alnıma çizgiler çizdin. Aç ağzını dedin. Açtım. Parmaklarının ateşini üfledin ağzıma. Sesine hep bir kanat sesi karışmıştı. Rüzgârın anası bu iki kanat ortasından doğmuştu sesin. Ben maceracı olmadan önce o rüzgâr beni çağırmıştı sisini parçalayan. Sırtımda ateş küfesi. Sen bana geçtin ben sana. Rüzgar ateşe dönüşmüştü, ateş rüzgara. Aaah benim deli dumanım. Dişlerini öpmüştüm ilkin. Saçlarını ısırmıştım. Tırnakların etimi doğradığında sana inanmaya başlamıştım. Aaah benim kör peygamberim. Aaah benim dilsiz Davud’um. Aaah benim kolları kesik Yahya’m.”

(Bu hepimizin rivayetidir‘den, h.h.)