dil, birey ve devlet… bir kez daha!

Michael G. Smith, Sovyet Rusya’nın yaradılışında Dil ve Güç: 1917-1953 adlı kitabında der ki: “Hiç de tesadüfi olamayarak her ikisi de siyasi filozof olan Hegel ve Humboldt, dili bireysel bilinç, ulusal kimlik ve çağdaş devletin temel yapı taşı olarak görürler!” (Language and Power in the Creation of the USSR: 1917 – 1953, Sayfa 18)

Anadilin yasaklanmasının neye hizmet ettiğini  ve de ulusal ve bireysel varlığın yok edilmesi için dilin yaşamsal rolünü bir kez daha düşünmek için bu satırları aktardım.

Bugün, dünya çapında Müslümanalra ugyulanan soykıyımın yanında, halkların dilleri ve bu arada Türkçenin nasıl yoğun bir saldırı altında olduğunu görmeliyiz. Bunu da görmeliyiz ki diğer ulusların dillerini özgürce kullanma hakkına sahip olduklarını da içeselleştirmeden özgürlükçü olma olasılığı yok gibidir. İran’daki 35 milyona yakın Türk’ün, Anayasaya rağmen dilinin hala yasak olması durmunun inatla sürdürülmesi ya emperyalistlerin nifak tohumlarının meyve vermesi içindir ya da emperyalistlere bilerek ya da bilmeyerek hizmet eden Fars şövenizminin isteklerini uygulayan gerici İran devletinin temel politikasıdır. Sebep ne olursa olsun, anadilin yasaklanması emperyalistlere hizmettir. Ancak, anadili yasağına karşı mücadele eder gibi sarı bir sancak kaldırarak emperyalistlerin halklar arasında ayrılkçı ve nefret tohumları eken ve emperyalist egemenliği sürdürme politikalarına hizmet eden taife çok iyi tanınmalı ve teşhir edilmelidir! Emperyalistler şövenizmden (Fars, Türk, Arap, Kürt, Ermeni… şövenizmi gib) bir araç olarak her zaman yararlanmıştır ve bu gün de yararlanmakta. Bugün, Emperyalsit egemenliğin sürüdürülmesi için dinsel bağnazlık ve ırksal bağnazlık aynı ölçüde ve güçlü bir şekilde kullanılmaktadır.

Şirazlı Hafız’dan bir gazel!

Biz dostlardan dostluk bekleyip durmuşuz / yanılşmışız meğer hayalmiş düşündüğümüz

Dostluk ağacı artık ne zaman meyve vere / biz gitmişiz de çokça tohumlar ekmişiz

Söylenmek dervişlerin ayini değil, değil / değilse seninle çok vardı maceralarımız

Gözünün işvesi savaş istermiş savaş /  biz hata yapmışız işveni barış sanmışız

Çiçeğin kendiliğinden gönül yakan olmadı / nefesle biz ona bu himmeti vermişiz

Nükteler geçti anlatmadı kimseler bize /  bizse saygı yanın elden bırakmamışız

Sen kendin gönül verdin bize Hafız dedi / biz kimseye bu dersi vermemişiz

(Çeviri: h.h.)

Heykel’deki O Kadın!

Bugün gazetelerde kısa bir haber vardı: “Eski Türkiye ve ilk Avrupa Güzeli Günse­li Başar, 81 yaşaında İstanbul’da yaşama gözlerini yumdu.” Bu belki sıradan bir haberdir. Ancak bu ölümün başka bir olayla ilintili olduğunu görünce bunun “yazık!” dedirtecek türden ve bir o kadar “hayıflandırıcı” olduğunu duyumsadım. Paylaşıyorum.

Hürriyet gazetesinin 9 Ekim 2012 tarihli bir haberinde şöyle yazıyor:

“İstanbul Üniversitesi rektörlük binası önünde 57 yıl önce büyük bir heyecanla açılışı yapılan Atatürk ve Gençlik Heykeli’ndeki kadın ve erkeğin gerçek kimliklerini kaç kişi biliyordur acaba?

‘Atatürk ve Gençlik Heykeli’nin, unutulup gitmiş hikayesinin üzerindeki tozu, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ergün Yolcu üfledi. Üniversitenin tarihiyle ilgili hazırlanan bir kitap için başladığı araştırma taaa 1951 yılına kadar uzandı.
Heykelin hikayesi, 3 Mart 1951 yılında Milli Türk Tale Birliği Yöne­tim Kurulu’nda, (MTTB) Atatürk’ün 13. ölüm yıl dönü­münden bir gün önce alınan bir kararla başlıyor. MTTB, İstanbul Üniversitesi’nin bahçesine bir Atatürk ve Gençlik anıtı yapılacağını, bedelinin kendileri ve İstanbul Üniversitesi tarafından karşılanacağını duyuruyor

Okumaya devam et “Heykel’deki O Kadın!”

Furuğ Ferrhuzad’ın en son ve en acı fotografı…

13 şubat 1967 pazartesi günü. Yağmur yağıyor. İran İngiltere Kültürevi kütüphanesinde bir yazı üzerinde çalışıyorsun. Puran Ablan da ileride kitap okuyor.  Kalkıp yanına gidiyorsun, elini omzuna koyuyorsun:
“Ben geldim. Oradayım. Çalışıyorum. Nasılsın, iyi misin?”
“Evet, iyiyim. Ne çalışıyorsun?”
“Jean d’Arc’in çevirisine çalışıyorum. Şimdilik allahaısmarladık.”
Yerine geçiyorsun. Bir, iki saat kadar sonra tekrar Puran’ın yanına gidiyorsun. Yaramaz bir çocuk gibi onun omzuna vuruyorsun: “Kalk gidelim! Ben annemlere gidiyorum.”
Puran gelmiyor. Öğleden sonra saat 3’te bir buluşması var. Sen ısrar ediyorsun: “Arabam var. Bu yağmurda ne yapacaksın? Birlikte gidelim.” O gelmiyor. Sen her zamanki gibi ona, “Haydi ben gittim,” diyorsun ve gidiyorsun. Başında başörtün var. Saat üçe kadar annenin evinde kalıyorsun. Kapıda, annen seni yolcu ederken dudaklarının tuhaf soğu onun yüreğini titretiyor. Annen sonraları anlatıyor bize: “Dudakları buz kesmişti. İçim dağıldı. İnsanların dudakları ölmeden önce soğurmuş. Ona, ‘Furuğ, anneciğim saçlarını tara! Böyle çıkma dışarı,’ dedim. Bana ‘Bırak anne! Kime tarayacağım saçlarımı?’ dedi.” Arabaya biniyorsun. Direksiyona kendin geçiyorsun. Şoförüne, yan koltukta oturmasını söylüyorsun. Bilmiyorsun şimdi yaşlanmış bu adam nasıl yıllarca neden senin direksiyonda oturmana izin verdiği için pişmanlık gözyaşları dökecek: “Ben otursaydım böyle olmazdı. Stüdyoya gidiyordu. Bu bizim kısmetimiz değilmiş. Hiçbirimizin!”

Okumaya devam et “Furuğ Ferrhuzad’ın en son ve en acı fotografı…”

Kirli ellerinizi halkların üzerinden çekin!

Her bir terör olayından sonra, her bir düzeneği önceden ayarlanmış komplodan sonra yeni bir saldırı ile başka bir Müslüman halk toplu kıyımdan geçiriliyor… Bin Ladin maskarasından sonra Afganistan ve Irak halkı kılıçtan geçirilirdi. Sadece Irak’ta 1.500.000 masum insan bombalanarak veya doğrudan yerel saldırılarla katledildi. Sonra bilinen neden ortaya çıktı ve sağır sultan tarafından da anlaşıldı ki tüm bu oyunlar ve cinayetler Irak’ın petrol zenginliklerini doğrudan ele geçirmek, Körfez’in dibine çadır kurmak, Kuzey’de bir uslu devlet kurarak burnumuzun dibinde bir üs yaratmaktı… Sonra Libya zenginliklerini ele geçirmek için binlerce insan… Somali, Mali, Filipinler, Malezya, Endonezya… En son beklenen komplolar ve Suriye’de iç savaş çıkarmak ve onu işgal etmek planları…

Amerika’da birkaç gün önce yaşanan patlama olayı çok iğrenç ve bir o kadar da insanlık dışı ve insanlığa karşı işlenen bir suç ve cinayettir. Masum insanların katledilmesi her yerde ve her zaman, kimin tarafından olursa olsun aynı şiddet ve nefretle lanetlenmelidir. Ancak batının çifte standardı ve Müslüman halklar aleyhinde yürüttükleri çirkin propaganda ne yazık batı insanında Müslüman halklara karşı nefret dolu bir önyargı oluşturmuştur. Öyle görünüyor ki bu son patlamalar ve işlenen cinayet de batı devletleri tarafından aynı amaçla kullanılacak… Ama en önemli kaygı şu: bu cinayetler belli odakların işi olarak sistematik bir şekilde işlenirse öyle görünüyor ki onlara boyun eğmeyen Suriye’nin doğrudan işgali için ve İran’a doğrudan saldırı için malzeme teşkil edecektir.

Büyük sermayenin bütün dünyada ve özellikle bölgedeki çirkin ve kanlı planları için masum halkların kanının dökülmesine aynı hassasiyetle karşı koymalıyız. Ermeni ölünce kötü Müslüman ölünce iyi denirse, Yahudi öldürülürse kötü fakat Arap öldürülürse iyi denirse, Kürt öldürülünce kötü fakat Türk öldürülünce iyi denirse bu çifte standarttır, iğrenç bir ırkçılıktır ve insan düşmanlığıdır. İnsanların, dinine, ırkına, toplumsal uygarlık derecesine ve sonradan onlara eklenen aidiyetlerine bakılmaksızın tüm cinayetlere karşı savunulması gerekliliği vurgulanmalı ve insanlara karşı yürütülen her türlü savaşa karşı sürekli ve samimiyetle ve hep birlikte hayır demeli. İşte o zaman erdemli insan olma imkanı doğar!

Patlamalarda ölen Amerikan halkının masum bireylerinin acısını paylaşıyoruz!

Saadetname: Saedi’den bir kısa öykü

Saadetname

Yazan: Gulamhüseyin Saedi

Farsçadan çeviren: haşim hüsrevşahi

1-
Ev, ırmağın karşısındaydı. Sade, küçük, ahşap bir köprü, ırmağın iki yakasını birleştiriyordu. Irmağın öte yakası, karanlık ve bilinmeyen bir ormandı ve evin balkonundan, sürekli çalkanan geniş, yeşil bir deniz gibi görünüyordu. Her gün, günbatımına yakın, ihtiyar adam gelir, balkondaki koltuğuna oturur, piposunu yakar ve ormanı seyre dalardı. Genç karısı, sırtı ona dönük, odada dikiş makinesinin arkasına geçer ve kendi kendine bir şeylerle meşgul olurdu. Bazen dikiş nakış yapar, bazen ise düşüncelere dalardı. Kadın, akşamları ormana bakmaya korkardı ve arka cephedeki küçük pencereden vadiyi seyrederdi. Adam, karısı dikiş ve ev işleri ile meşguldür diye düşünür, bu nedenle onu rahat bırakırdı ve arada bir yüksek sesle karısına seslenirdi: “Şeycan, şu sesi duyuyor musun? Şu kuşun sesini diyorum, nasıl Tanrım, çok tuhaf değil mi?”

Okumaya devam et “Saadetname: Saedi’den bir kısa öykü”