deli bak bana!

deli bak bana
deliliğini özledim        siyah ve biber
 
el çırpmaların keklik çırpınması          
saçların
yavaşça yanaklarıma
gizlice kulaklarından
 
azca unut beni
azca anımsa
delice ve karmaşık
 
evimi terk edince arkandan bakıyorum            bakmıyorum
sırt çantan sırtında             yollara mahur
evimi terk edince bak delice ve şebboy   
başka şarkılar da var ezberimde!
 
koyu harflerle dişlerinin arasında şiirler
kaşını çatınca gözlerinde cesedim çalkar
koyu harflerle yan yat bu yana         süt yanına
öpmeliyim bir daha sıla yerini
öpmeliyim bir gurbet…         
 
kağıtlarımda unutulmuş mürekkep kırmızısı!
(h.h., 26/12/2010)

O fahişe ne yaptı?

O sıcak yaz ayından sonra Suğra’nın gözü her yerde Hüseyin’i arıyordu. Uğradığı karakolda ona sadece gülmüşler, boş ver demişler, rahat etti demişler, kim bilir ne yapmıştır, demişlerdi. Suğra, Allah belanızı versin deyip çıkmıştı. Karakoldaki polislerin ve bekçilerin çoğu bu ikiz kız kardeşin müdavimlerindendi. Suğra, korumacısı adama yalvardı, bitir bu Hüseyin itinin işini, dedi. O da gitti Hüseyin’i buldu. Hüseyin önce bağırıp çağırdı, sonra avucuna parayı koyunca adam sustu, işin peşini bıraktı. Ama Suğra bırakmadı. Suğra’nın istediği gün nihayet gelip çattı. Kübra’nın ölümünden bir ay kadar geçiyordu. Suğra bir Cuma günü, mezar ziyaretinden dönerken, Selbi’yi görmek istemişti. Ama Selbi, herkesten habersiz mahalleden taşınmıştı. Suğra, Deveçi Bazarçası’ndan çıkıp, Râzi Lisesi’ni soluna alarak, ağzında çöplüğün bulunduğu dar, uzun sokaktan evine dönerken, saçları düzgün şekilde yağlanıp taranmış genç bir adam gördü. Aynı kareli, kahverengi ceket vardı üzerinde. Sol elinde aynı sarı renkli, iri taneli tespih. Suğra adımını hızlandırdı. Yerden irice bir taş alarak adamın arkasından ona yaklaştı. Elini uzatsa ensesine değecekti. Suğra’nın sırtı ter içindeydi. Sakin bir sesle çağırdı: “Hüseyin Efendi?”

Adam döndüğünde göz göze gelmeleriyle Suğra’nın taşı kaldırıp onun yüzünün ortasına çarpması bir oldu. Adam sendeledi. İkinci darbeyi alnının ortasına indirdi. Hüseyin, sırtıyla kâgir duvara çarptı. Burnundan, dişlerinden sıçrayan kan oluk oluk akıyordu. “Dur kadın! Ne yapıyorsun?” derken kan ağzından püskürüyordu. Hüseyin’in dizleri bükülürken Suğra son darbeyi onun tepesinin tam ortasına indirdi: “Bu da Kübra tarafından!” dedi, taşı yere fırlattı ve gözyaşlarını rüzgâra vererek koşmaya başladı. O sıcak yaz günü ortasında, o uzun sokakta kimseler yoktu. Ama Suğra, arkasında bütün Tebriz’in erkekleri onu kovalıyorlarmışçasına korku içinde koşuyordu. Şekilli’den Daş Derbend’e doğru koşarken soluğu durmak üzereydi. Eve kadar gidemezdi. Sağ taraftaki Menafi Sokağı’na saptı.

Menafi Çıkmaz Sokağı’nın sonunda, nefes nefese kalıp da yere çöktüğünde ve yorgun başını sokağın yer yer alçısı dökülmüş duvarına yasladığında, duvarın arkasından bir şarkı duyuldu. Ses, çok uzaklardan gelmiş, o anı bekliyormuş gibiydi. Mahzun, okşayıcı ve garipti: “Kalbimi bezlederim minnet-ü zevkle, dilesen…”

Okumaya devam et “O fahişe ne yaptı?”

Azalya üzerine söyleşi

Azalya romanı üzerine Varlık edebiyat dergisiyle yapılan söyleşi:

İnsanca bir düzende işkenceye, copa, hapishaneye ve zorbaların güçlerinin bastırıcı rolünün icraları sırasında sergilediklerinin hiçbirine rastlamazsınız.

Şiddeti icra eden iktidarların var olduğu toplumlarda insanca düzenin varlığından söz etmek aldatmacadır

  

Soru: Sizi edebiyatseverler daha çok ozan kimliğiniz ile tanıyorlar. Ancak Ölümü Gözlerinden Gördüm romanınız hayatlarında edebiyata vazgeçilmez bir yer verenler için hoş bir sürpriz oldu ve okurlarınızdan oldukça olumlu tepkiler aldınız. Azalya sizin ikinci romanınız. Biraz Azalya’yı anlatabilir misiniz?

Yanıt: Azalya’yı,1991 yılında Toronto’da yaşarken ilkin kısa bir öykü olarak tasarımlamıştım. Daha sonra Azalya kendisi bazı sorunları yapının içine çekti. Kısa zamanda o sorunları ele almazsam Azalya’nın beni rahat bırakmayacağını anlamıştım. O öyküyü Toronto’da editörlüğünü yaptığım dergi için yazmayı düşünmüştüm. Konuyu dergi yazı grubuna açıkladım ve tasarladığım o kısa öyküden vazgeçtim. Farsça ve roman formatında yazmaya başladım. Ancak yaklaşık 2-3 sene gibi bir süre sonra, Farsçadan da vazgeçip Türkçe yazmaya başladım. Sanırım 1994 olmalı. Roman bittiğinde yıl 2000’i aşmıştı. Tüm bu yıllar boyunca ve romanın yazım süreci ve süresi içinde Azalya, beni yaşamı, ölümü ve yeniden yaşamı sorgulamaya sürüklemişti. Hem bireysel hem de toplumsal anlamda. Bireysel doğum-ölümler içinde kadının ve aşkın doğumu-ölümü ve onun yeniden doğumu bir sorun olarak karşımdaydı. Ve ben bir anda (3-4 sene süren bir andan söz ediyorum) kendimi İran’daki toplumsal doğum ve ölüm tartışmasıyla da karşı karşıya bulmuştum. Azalya bana ortaçağ Fransa’sının yaklaşık yedi yüz sene sonra yirminci yüz yıl biterken İran’da yeniden doğduğunu gösteriyor ve yazımını dikte ediyordu. Ancak bu doğuşa tanıklık etmeyi sadece bir ülke bağlamında ve o ülke arenasında ele almak, evrensellikten uzak düşmekten öte bir çaba olamazdı. Bu nedenle Azalya benim elimden tutup evrensel bir platforma da yükseltti. Bahsettiklerimin öyküsünden öte bir metin değil Azalya.

Soru: Gerek Ölümü Gözlerinden Gördüm romanınızda, gerekse de Azalya’da şiirsel bir dil kullanılmış ve yer yer sembolik anlatımlar söz konusu. Bu durumu, şiirinizin romana yansıması olarak görebilir miyiz?

Yanıt: Aslında dilin nasıl davranacağını yazı eylemi içinde dilin kendisi karar verir. Siz dili olayların dışında tutmazsanız, başka bir deyişle dilin metnin ve yaşamın içinde kalmasını sağlarsanız, dil kendisi o durumun ve o yaşamın kendisinin bir parçası olur. Ben tabii burada felsefi anlamda dilin içinden ve dışından söz etmiyorum. Bu bakışla ve bu yaklaşımla, aşkın yaşandığı, duyguların yaşandığı ve bu duygular içinde yaşamın akışına kapıldığınızda dil ister istemez şiirsel olur. Ama diğer taraftan size katılıyorum, uzun yıllar şiiri yaşayan biri olarak da dilimin şiirsel oluşu kimi zaman kaçınılmaz olmakta.

Okumaya devam et “Azalya üzerine söyleşi”

Şiiri izlerken: İran sinemasında şiirin gösterimi!

Haşim Hüsrevşahi, 15/06/2012

 

Gebbe Filminin Afişi

Şiir yazılır, okunur. Sesli bir eyleme dönüşür ve duyulur. İçsel olarak ya da dışa vurularak. Nicedir İran şiiri perdeye taşınmış ve İran sineması şiir alanına gözünü dikmiştir.  Bu iki alanın birinin ötekisinin yerine geçmeye, diğerini yerinden etmeye başlaması konuyu sokağa taşımış, sokaktaki sıradan olayları alarak sanatın özgün alanına taşımış, yükseltmiş, yerleştirmiştir. Bu olayın başlangıcından yaklaşık 50 sene geçmektedir.

İran şiiri gün geçtikçe öyküden daha da uzaklaşmakta, referanslarını kendi içinden seçmektedir. Kimi şiirlerde anlamın ön plandan çekilip gerilere gidişi, imgelerin ve gönderilerin iç içe bir şekilde ön plana çıkışı dikkat çekmektedir. Kısa, kompakt. Bu şiirlerde derinlere inebilmek ve enleri geçebilmek için dizeleri kırmak ve sözünü ettiğim sıkışmışlığı parçalamak gerek. Anlatılar kimi zaman gerçeğin ta kendisi gibi duyulur, kimi zaman ise onun eğretilemesi, bükülüp yumulması ve başka bir gerçekliğe dönüştürülmesi yoluna gider.

1996 yılında Muhsin Mahmelbaf, uluslararası arenada büyük yankı uyandıran Gebbe adlı filmiyle şiiri ekranda görselleştirmiştir. Yer yer gerçeküstü yöntemlere başvurulan bu film, günümüz İran şiirinin ekrana yansıtılması açısından önemli bir yapıttır. Gebbe’yi izlediğimizde her sahnede yeni bir dizeyle karşılaşırız. Karakterlerin, bütününün içinde ve her sahnede bir tablonun parçası olduklarını izleriz. Öyküsel anlatı kendisini arka plana çeker ve görsel şölen kendisi anlatı olur. Alabildiğince mavilerin, sarıların, yeşillerin, kırmızıların tonlarının değişik bağlamlar ve içeriklerle bir araya gelişleri her an başka bir tabloyu ortaya koymakla kalmaz her tablo yeni gönderileri ekrana taşır. Kaşkay Türklerinin göç sırasındaki yaşamlarından bir kesiti konu eden Gebbe, yer yer gerçekliğin ekranda sorgulanışına kadar uzanır. Resim ve şiir el ele vererek kısa bir öyküyü –ki sonunda ilk kimi tahminlerin hatalı olabileceğini de açığa vurur- bir halının desenlerinde izleyiciye sunmaktadır. Gebbe bir halı türüdür. Göçebe Kaşkaylar göç sırasında, ölüm, doğum, düğün, aşk, felaket, bolluk, açlık ve yaşadıkları bütün olaylara dokudukları halılarda, etkilendikleri ölçüde ve duydukları haliyle biçim verirler. Sürüdeki koyun ve kuzulardan elde edilen ve bu halıların dokunuşunda kullanılan yünler, aşiretin göç sırasında topladığı çiçek ve bitkilerden elde edilen renklerle boyanır.

Okumaya devam et “Şiiri izlerken: İran sinemasında şiirin gösterimi!”