“Sen ne Prometeus’tun ne yerin karanlık diplerinde akan beş kardeşten biri ateş ırmağı Phlegethon… ne yanıp kül olan ve kendi külünden doğan Anka kuşu ne o yangılı ruh semender… sen ne kutsal ateşin bekçisi bakireydin ne kendi büyülü bahçelerini yakan Armida! Sen Agni, yaşamı ölüm içinde ve ölümü yaşam içinde sunan çift başlı elçi! Şimdi saçlarından tüten kimin dumanıdır? Kimdi cennete yükselip inen? Kimdi rüzgârı avuçlarıyla toplayan? Kimdi suyu giysisiyle sarıp sarmalayan?
Biz kendi topraklarımızın fatihi, yenilen krallarıydık. İki kişilik ordularıydık kendimizin. Ordular kanın sadık hizmetkarlarıdır Agni bilirsin… kanı asla sokaklarımızdan silemeyeceğiz… biz ölümün vurgunları, kendi cesetlerimizin aşıkları… Annelerimiz bebeklerinin kundaklarına sıçrayan kanın ağıtını sonlandıramayacaklar.
Adım neydi benim? Adımı ne zaman kaybettim? Yoksa hiçbir zaman hiçbir adım olmamış mıydı? Hiç bir ad bebek kulaklarıma fısıldanmadı mı? Sen adımı büyülü rüzgarlarına vermedin mi? Adımı söyle bana!”
(h.h., Agni’ye Mersiye, Bu hepimizin hikayesidir!)