son yahuda!

“…

Sen bende bir cinayet işledin. Bunu şişedeki son şarabı kadehe doldururken biliyordun. Benim denizlerimde günbatımını beklerdin. Sahilimde durup izledin. Ölü balıkların dansı olmaz. Bunu biliyordun. Attığın çığlıkların durdu duracaktı. Dudaklarımdan öptün. Gülümsedin. Bir katil kurbanını nereye kadar izleyebilir? Nereye kadar öper onu? İpuçlarını teker teker yaktın. Tanıklarının ayaklarına kayalar bağlayıp denizlerime attın. Ben senin cesedin, senin suç ortağın, senin cinnetinin alevli dansı, senin rüya gören sol gözün ve ağlayan sağ gözündüm. Ben sana ihanet eden son Yahuda!

…”

(Bu hepimizin rivayetidir-4, h.h.)

Yaralı Adam!

miguel
Miguel Hernández (30 ekim 1910 – 28 Mart 1942, İspanya)

Savaş meydanlarında baştan başa yaralı serili
ve savaşan o serili gövdeler
sıcak buğay tarlası fıskiyeleri gibi fışkırır ve serpilir
kuru silik sesle akıntılara.
 
Kan hep göklere doğru yağar
ve orada yatan yaralar
deniz kabukları gibi ses verirler 
yaraların içindeki firarın aceleciliği
dalgaların kokusuyla…
 
Kan deniz kokar, ve tatlar deniz gibi ve şarap mahzeni.
denizin şarap mahzeni, sert şarabı, kırıp açar
yaralı adamın boğulup çırpındığı yerde
ve çiçeklendiği ve kendini nerede olduğunu bulduğu yerde.
 
Ben yaralıyım: bana bak!
daha çok cana ihtiyacım var!
sahip olduğum pek küçüktür
yaralarımdan kaybedeceğim kanı teslim etmem için
söyle bana kim yaralanmış?
 
Benim hayatım mutlu çocukluğu olan bir yaradır.
yaralanmamış adama yazıklar olsun
ve yaralıyı yaşamla duyumsamayana
ve asla yaşamda uyumayanı
ve haz dolu yaralıyı.
 
Bir adam hastanelere keyifle gidiyorsa
yarı açık yaralar bahçesine çevirir
kanla boyalı kapılarıyla
cerrahi odalarının önünü
açan zakkumlara…

(İngilizceden ç: h.h.)

Sürgün!

Seniyye Saleh (1939-1995)
Dün bir arkadaşla aramızda başka nedenden dolayı Arap kadın şairler konusu geçti. Anımsadım Suriyeli şair Seniyye Saleh’ten çevirdiğim bir şiir var. Onu takdim ediyorum: Seniyye Saleh, Suriye’nin kuzeyinde Misyaf kentinde doğdu. Erken yaşta annesinin ölümü onun üzerinde ve şiirinde derin iz bıraktı. Birçok şiirinde anne figürü ve kadınların Arap dünyasındaki kötü durumunu belirgindir: “Gövdem hayalet düşman akınları ile kuşatıldı” Şiirleri 60’lı ve 70’li yıllarda kimi avangart edebiyat dergilerinde yayımlandı. Saleh kan kanseri nedeniyle 1995 yılında hayatını kaybetti ve geride iki kızını, bitirmemiş birçok şiirini ve Boyunduruk Zamanı (1964) ve İdam Mürekkebi (1970) adlı iki toplu şiir kitabı bıraktı. Söylendiğine göre kanserden ve evlilikten kurtulmak için çetin mücadele verdi. Kocası Suriyeli ünlü şair Mohammed El-Magut’un (1934-2006) gölgesinde acılar çekmiştir.

Hazin
O renkli çanları kuşandı
Haz ve eğlenme yüz örtüsünü
Anlatılarını
Dilinin ucunda kuşattı
Kriz anlarında
Onu ihanete götüremesin diye

Ve o
Uçarı
Goher markalı ayakkabılarıyla aylak aylak dolaştı
Gece kadar yalnız
Tek bir yıldız onu beklemeksizin
Gözlerimden başka.

Kuş göz eriminde kanat çırpıyor
Anımsa
Kurşunlar sıkılıyor bir uçtan bir uca

Anımsa beni
Bu ebedi yolcuyu
Hayatım boyunca
Dört nala gitmek istemişim
Ama mezarımın sınırları genişlemedi.

(Farsçasından çeviri: h.h.)

(Bu bilgiler Arap Modern Edebiyat Dergisi Banipal’den alınmıştır)

Ömrün nefesi!

Hayyam’ın bir dörtlüsünün çevirisini veriyorum:
Tebrizli merhum şair Habib Sahir’in  (Azerbaycan Türkçesi, 1893-1985) ve benim çevrimi (Anadolu Türkçesi). Farsçasınu Türkçe karaktelerle aktarıyorum:

Hayyam:
Héngamé séfidé dem xorusé seheri
dani ké çéra koned hemi nohégeri

Yani ké nomudend der ainéyé sobh
kez omr demi gozeşt-o to bixeberi

Habib Sahir:
Her subh ucalar xoruzların ince sesi
o ince sesin budur derin felsefesi

Sen anlamadan aynası içre seherin
day qalmadı, kéçdi ömrün nefesi

Haşim Hüsrevşahi:
Tan atarken horozların ötme sesi
bildin mi nedir bu seslerin mersiyesi?

Ömrün aynasında yansıdı ancak sen
bir an geçti ömürden, bilmedin neyin nesi

(Hayyam-Hafız-Mevlana çevirilerim yakında yayımlanacak-h.h.)

Teneşirci!

medeni-2
Nesrin Medeni, 1978 yılında Kürt bir ailede dünyaya geldi. Fars Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi.On yedi yaşındayken Aşk’ın Anısı adlı romanını yayımladı. Onun Teneşirci adlı toplu öykü kitabı 2006 Beşinci Sadık Hidayet Öykü Ödülü’ne layık görüldü. Aynı yıl karşılaştırmalı incelemesinde Furuğ Ferruhzad ile Gadettüsseman’ı eleştirel olarak ele alan “Masumiyetin toprak Sokakları” adlı kitabı yayımlandı. Mezar Doğan adlı kısa öyküsü, Altıncı Sadık Hidayet Öykü Yarışması’nda 10 üstün öykü arasına girmeyi başardı. “Sana Benzemeyen Kadın” adlı toplu öyküleri internet ortamında yayımlanmıştır.
Bu çeviriyi genç öykücülere ithaf ediyorum! (h.h.)
“aşkımı, isteğimi, nefretimi ve acımı
gömütlüğün gece gurbetinde
ölüm adlı fare kemirmiştir.”
Furuğ Ferruhzad

Ben bağcıklı spor ayakkabılardan hiç hoşlanmam.
Neden hoşlanırsın?
“Teneşire düşesin!” den.
– Babam diyor ki:
“Kimliğimde yanlışlıkla Müridi yerine Mordegi[2] yazdıkları gün ben teneşirci oldum.”

Baba diyor ki:

“Şayet Müridi olsaydım belki sokağımızın başındaki dervişin müridi olurdum.”

Ama şimdi de memnun. Ne var ki çok iyi ölü yıkayıcı olmuş. Ve sokağımızın başındaki derviş ölünce, yıkanmasına çok emek verdi. Tabanlarındaki kiri, kulak kıvrımlarındaki, göbek deliğindeki, kısaca bütün deliklerindeki, çatlaklarındaki kirleri temizleyip aldı.

Baba insan vücudunun köşe bucağını, eğrisini düzünü iyi bilir, Maman gibi. Maman, teyzemden daha çok sorumluluk sahibi. Teyzem Maman’a durmadan,  “Ne zaman öleceksin?” diyor, “Seni kendim yıkayıp kefenleyeceğim ki gasilhane benden sorulsun!”

Baba hep der ki:
“İnsan her işin iyisi olmalı, ölü yıkayıcılığında bile. İyi teneşirci olmalı.”

Örneğin, benim babam çok iyi biliyor şişman bir ölünün göbek deliğini, bir güreşçinin kırılmış kulağının memesini ya da bir işçinin nasır tutmuş parmaklarını nasıl yıkasın!

Okumaya devam et “Teneşirci!”

Furuğ!

“Yaralarım Aşktandır” beşinci baskı, (Totem Yayınları 2. baskı) Mayıs 2015 tarihinde yayımlandı!

ben senden ölürdüm
oysa sen benim yaşamımdın
furuğ
sen benimle giderdin
sen bende okurdun
ben caddeleri
başıboş dolaşırken
sen benimle giderdin
sen bende okurdun

sen, ulu çınarlar ortasından sevdalı serçeleri
pencerenin gün ışımasına çağırırdın
gece yinelendiğinde
gece bitmediğinde sen
ulu çınarlar ortasından, sevdalı serçeleri
pencerenin gün ışımasına çağırırdın.
 
sen ışıklarınla gelirdin sokağımıza
sen ışıklarınla gelirdin
çocuklar gidince
ve akasya başakları uyuyunca
ve ben aynada yalnız kalınca
sen ışıklarınla gelirdin…
 
sen ellerini bağışlardın
sen gözlerini bağışlardın
sen sevecenliğini bağışlardın
ben açken sen
hayatını bağışlardın
ışık misali bonkördün
 
sen laleleri toplardın
ve örterdin saçlarımı
saçlarım kendi çıplaklığında titrediğinde
sen laleleri toplardın

sen yanaklarını yaslardın
memelerimin acısına
ve ben
söylemeye başka bir şey bulamadığımda
sen yanaklarını yaslardın
memelerimin acısına
ve dinlerdin
ağlayarak akan kanımı
ve ağlayarak ölen aşkımı
 
sen dinlerdin
görmezdin beni ancak.

 

 

siyah saçların isyanı!

Suğra bu kez kendisi için koşmamıştı.

Kerim hayata çıktığında Suğra, Nahid’in başını kucağına almış çığlıklar atarak hüngür hüngür ağlıyordu. Kübra’yı, ama bu kez hiç tanıyamadığı Kübra’yı, yeniden kaybetmişti. İsmal, Suğra’nın omuzlarından tutup ne olduğunu sorarken Kerim, genç kadının parçalanmış başını Suğra’nın kucağından aldı.

Suğra dizlerini dövmeye başladı: “Attı… attı… kendini pencereden attı… vah yavrum vah… söylemedi derdi ne… söylemedi bu şerefsizlerin ondan istedikleri ne… söylemedi neden burada… pencereden attı kendini… akşamleyin attığı gibi… koşarken benim üzerime basınca uyandım… yere düştü… kalktı… koşarak döndü… çığlık attı… sonra da pencereye uçtu… vah yavru serçem vah… ”

İki adam buz kesmişlerdi. Onlar, bu genç kadının öyküsünü asla bilemeyeceklerdi. O, kendi çılgınlığının hükümranlığında, özgürlüğüne kavuşmak için bu kez kendi kararını kendi vermiş ve uçmuştu.

Nahid, son soluğunu Suğra’nın dizlerine bırakmadan ve Kerim onun başını avuçları arasına almadan önce yüzü soğuk taşların üzerindeyken, gözünün kıyısıyla bahçedeki ince kar örtüsüyle kaplı çalıları seyrediyordu sanki. Kolu kalkabilse gözünün köşesinden akan kanı temizleyecekti. O an Suğra’nın çığlıkları uğultulu ve çok uzaktan geliyordu. Suğra’nın hayata çıkışına kadar geçen ve Nahid’in kendi kaderini seyrettiği o birkaç saniye sonsuza kadar sürecek olan saniyelerdi:

Okumaya devam et “siyah saçların isyanı!”

Maria Polydouri

1902 yılında Yunanistan’ın Kalamata şehrinde doğdu. Hukuk okumayı seçtiği halde bütün çabasını şiire ve edebiyata adadı ve Yunanistan’ın 1920’ler kuşağının seslerinden biri oldu. Yunanistan’ın büyük şairi Kostas Karyotakis ile ümitsiz aşk ilişikleri oldu ve Maria bu aşkı ömrünün sonuna kadar taşıdı. 1928 ve 1930 yıllarında yayımlanan iki şiir kitabı var. Söylendiğine göre en güzel şiirlerini Atina’da sanatoryum’da yattığı, ömrünün son 4 yılında yazmıştır. Onun şiirleri, Karyotakis’in savaş öncesi ile Yiannis’in savaş sonrası şiirleri arasında bir köprü oldu. Aşk en belirgin motif olarak ortaya çıktı şiirlerinde. Şiirleri acı, hüzün ve melankolik bir atmosfer içinde akar. 1930 yılında Atina’da verem hastalığından öldü.

Bulduğum şiirlerinden bir bölümünü İngilizceden çevirdim. Zaman zaman yayımlayacağım.

Beni sevdiğin için sadece (1928)

maria-1
Maria Polydouri (1902-1930)

Beni sevdiğin için sadece  geçmiş yıllarda şarkı söylüyorum
Ve güneşte, yazın kehanetinde,
yağmurda ve karda
Beni sevdiğin için sadece şarkı söylüyorum

Çünkü elin üzerimdeydi bir gece sadece
 ve dudaklarımdan öptün
Sadece onun için, açan bir nilüfer kadar güzelim
Ve ruhum titriyor
Çünkü elin üzerimdeydi sadece

Çünkü gözlerin bana baktı sadece
Varlığımı onurla süsledim
Seken bir ruhla,
Çünkü gözlerin bana baktı sadece

Okumaya devam et “Maria Polydouri”