Danışır Tebriz!

 Malla, Cǝfǝri dastarxana oturtdu. Cǝfǝr oturmaq hǝmǝn ayağa qalxdı. Topuqlarını birbirnǝ toqquşdurub ǝskǝrlǝrin ǝsas duruşuna keçdi. Sol ǝlini qovzayıb sol qaşının üstünǝ qoyaraq sǝlam çǝkdi: “Əskǝrlǝrim, ǝrbaşlarım, sǝhǝriz xeyr olsun! Bilirik, zǝfǝrǝ yaxınlaşmışıq. Bugün düşmǝni mutlǝqa dizǝ gǝtirǝcǝyik… qǝrargahımız möhkǝmdir… istixbarat almışam ki…” Əynindǝn çıxartmadığı qara, yıpranmış çuxaya dönmüş paltosunun cibindǝn bir paprus kağazı çıxardı. Barmağını ağzına soxub, kağazın üstündǝ gǝzdirdi: “Elǝ irmi sǝkkiz min ǝlli üç yüz düşmǝnin işini hǝllǝlǝdik. İndi qalıb üç nǝfǝr. Onları da dana dana haqlayacağıq. Ə’la Hǝzrǝt Şah Hǝzrǝtlǝri belǝ buyurublar. Baxın! Aha!” Əlindǝki yırtıq paprus kağazını süfrǝdǝkilǝrǝ görsǝtdi.

Okumaya devam et “Danışır Tebriz!”

Azalya

Azalya, kollarını havaya kaldırarak bağırdı: “Öyleyse hepiniz duyun! Ben suçluyum!”… “Ben suçluyum! Buna ben de inanıyorum artık.”… İki kolunu kalabalığa uzattı: “Ben de en az sizin kadar aldatıldım.”… “Evet… Beni aldatan bir şeytandı… ve ben de sizi aldattım!”

Kadın, Öj’ün kolunu çekerek mırıldandı: “Gel oğlum, gidelim… Bu yağmur, bu kente sonsuza kadar yağacak! Bize bu kentte yer yok artık!” Annesi, bir eliyle Öj’ün kolundan tuttu, diğer eliyle siyah başörtüsünü düzelterek kalabalığı yardı. Bilincini yitirmiş olan kalabalığın uğultusunun kıyılarına çekilmeye çalıştı. O kalabalık, ölümün hazzı ve şehveti içinde, kafalarında ve yüreklerinde hiçlerin yarattığı kargaşayı susturamayacaktı artık. Bekledikleri son, yitirdikleri mutluluğa kavuşmaktı. Onlara göre, yanılgılarıyla kutsadıkları kadın, şeytanın taktığı maskeyi daha fazla tutamamış ve Tanrısal irade, o maskenin düşmesine sonunda karar vermişti.

Okumaya devam et “Azalya”

haksız bir savaşın haşiyesinde

haksız bir savaştır
bunu yaz kendi haşiyene: senin yeşil sesinin tarihiydim
senin sokaklarında yattım pusuya           bir ömür sapanda
senin omuzlarından boca olacağım          uslanmaz gece şelaleleriyim
deliyim evet ama dilimin orospuları kelamın hürmetini bilir
yan vururum senin yanına          virane bir çift liman
değilse bin ayaklı tabutlar akşamıdır
 Okumaya devam et "haksız bir savaşın haşiyesinde" 	

Ölümü Gözlerinden Gördüm

Ahmet, zil zurna, çırılçıplak yatakta. Yüzümü yıkarken, kadının pörsümüş memeleri omzumda ezildi. Yüzümün kiri, Ahmet’in tanımadığı bir adamın böğrünü deşerken yanına aldığı kana karışıyordu lavaboda. Kadına, “Kaç yaşındasın?” diye sordum. Gülümsedi. “Kırk üç yeni bitti,” dedi. Vay be! Demek ya işçidir; felek vurmuş pörsümüş, sonra zengin bir kocayı avlamış, kurtarmış kendini… ya da orospuluğa yeni paydos demiş, başlamış patroniçeliğe… ya da anasının gözü kaçakçı! Bunların yerine, bir üniversite hocası, ya da önemli bir firmanın yöneticisidir diye de düşünebilirdim, düşünmedim. Her kimse, her neciyse, ikimizi birden istemiş; iştahı kabarmıştı besbelli! Yüzümü ellerinin arasına aldı. ‘Gözlerin güzel,’ dedi. Bıyıklarımın suyunu içtim. ‘Kalçaların da güzel!’ dedi havluyu uzatırken. Attım kanepeye kendimi. Yanıma geldi. ‘Burada olmaz… gel yatakta uyu!’ dedi. Gittim. Gülerek yatak odasına aldı. Pantolonumu sıyırdı, yatağın yanındaki beyaz postun üzerine fırlattı. Çoraplarımı, gömleğimi de çıkardı. Soyundu, Ahmet’le benim aramıza girdi. Eli vücudumda dolaşırken, ‘Her şeyi gördüm!’ dedi. Dönüp üzerine yattım. Bileklerinden yakalayıp iki yana ayırdım: “Adın ne senin?” dedim.

Okumaya devam et “Ölümü Gözlerinden Gördüm”