Kuğulu’dan gelen serin rüzgâr, yanağında duyumsadığı sıcaklığı yalayarak geçiyordu. Hava giderek kararıyordu. Kaldırım ışıkları, vitrin projektörleri caddeyi aydınlatmaya başlamıştı. Tülay’ın içinde duyumsadığı acı tat, ağzında, dilinin ucundaydı sanki. Acı bir kahvenin ötesinde, gençlik yıllarında peş peşe yaktığı Üçüncü sigarasının çıplak acılığını anımsatıyordu. Gözünü daldığı caddedeki arabalardan alarak Taylan’a döndü: “Neden bu mektuplar?”
– Bilmem!
– Hayır bu yanıt değil!
– Bir şiiri bitirmek diyelim!
– Bunu da yazmıştın…
– Doğru… yazmıştım.
– Bitirmek! Sonlandırmak mı?
– Hayır, yarım kalmış bir şiiri yazıp bitirmek…
– Bu mu?
– Evet!
– Ya ben o şiir değilsem? Ya ben o şiirin yazılıp sonlanmasına tanık olmak istemiyorsam! Ya beni üzmüşsen bu mektuplarınla! Hiç düşünmedin mi?
– Hayır düşünmedim!
– Al işte… yazdığın mektuplar. Aralarından seç bir tanesini oku!
Taylan, Tülay’ın uzattığı A dört çıktı kâğıtlarını aldı. Mektuplar elinde, bakışlarını Tülay’ın şimdi ışıkların altında adeta gümüş gibi parıldayan saç tellerinden Kuğulu’nun karanlıkla aydınlık arasında salınan asırlık ağaçlarına çevirdi. Neyi okuyacaktı? Bu mektupları yıllarca içinde yazıp yazıp yırtmış, göndermemişti. Sonunda bu satırların sahibinin kendisi olmadığına karar vermiş ve Tülay’a göndermişti. Demek hata yapmış! Demek bir sanrı içinde yaşamış yıllarca.
– Okusana!
Taylan, daldığı o tuhaf durumdan sıyrıldı. Bir an kendsini hiç tanımadığı yabancı bir kadınla aynı masada buldu. Tülay, yorgun bakışlarıyla tekrar, “okusana!” diyordu.
Taylan kâğıtlardan birini gelişi güzel çekerek içinden okumaya başladı: “Oğlan Hayaletten kız Hayalete mektup!”
Tülay, “Yüksek sesle!” dedi. Taylan kırık bir sesle okumaya başladı: “Canım eski şarabım yeni hayaletim adı derin kazınmış sureti silinmeye yüz tutmuşken yeniden göz perdeme inen sesini unuttuğum sözü yüreğime sıcak sevinci bağışlayan siyah beyaz kız hayaletim benim! Uzun zaman oldu sana yazmayalı! Hâlbuki daha dündü senin gülüşlerini avuçlarımın içine alıp öptüğüm, daha dündü gözlerinin yıldızlarıyla ruhumun en karanlığını bile aydınlığa sürüklediğim, daha dündü kısa kara saçlarında kaybolduğum, daha dündü yolunu beklediğim, yoluna çıktığım, kaderime çıktığın… daha dündü beni sana getiren yollara uçurumların indiği, daha dündü ayrılığa boyun eğdiğim: iflah olmam!”
Taylan sustu. Mektupları dizlerinin üzerine koydu. Tülay, adeta fısıldayarak, “Devam et!” dedi.
Taylan, “Haydi kalkalım… biraz yürümek istiyorum…” Tülay aynı suskulu fısltıyla, “Oku!” dedi.
“Bana gözünün balını bağışla, saçının akını karasını. Bu yol çok acıydı. Bu yolda çok masallar vardı; ejderhaları alev püsküren, devleri derinlere hüküm süren! Bu yollarda çok dikenli tel vardı. Sana eli boş gelmem ondan. Bir çocuk koşar şimdi bahçelerinde gülüşlerinin… etekleri, saçları savrulur en mutlu rüzgarın elinde. Şimdi erguvan selamlar saatidir. Gün battı batacak. Gam yemem. Baksana! Merdivenlerin yanındaki leylaklar seni ezberlemiş, balkondaki sardunyalar da…”
Taylan aniden ayağa kalktı. Bir kağıt parayı tabağın kenarına koydu. Tülay, gözünün altındaki nemi hızla sildi. İtiraz etmeden kalktı. Esat Dörtyol yönünde yürümeye başladılar. Büklüm sokağa yaklaşırken Tülay, Taylan’ın koluna girdi. Başı nerdeyse koluna yaslanmıştı. Taylan, onun saçlarını koklarken, mektubu içinden okumaya devam ediyordu:
“O ırmağı kıskanacağım. O vadiyi. O dereyi. Senin çıplak ayaklarını öpen o kumsalı. Başka türlü yazmalıydım… başka türlü selam yağmuru. Başka türlü aç kollarını. Şimdi mevsimlerden sonbahar. Ağaçlar gözlerine çalar. Koltuğumu pencerenin bu yanına doğru koymalıyım. Dizlerime battaniye almalıyım yavaş yavaş. Bu mevsimi beklemediğim müjdelerle karşıladım. Huzur içinde yudumlayabilirim artık kahvemi. Kitabımı dizlerime kaygılanmadan koyabilirim. Gözlüklerimi takmasam da olur. Öyleyse aç kapıyı. Kekik sözcükleri topladım senin için. Ihlamur sokakları. Bir de bu yanından öperim… canım hayaletim.”
Dört yolu geçince Taylan, “Yorulduysan arabaya binelim!” dedi. Tülay, “Hayır,” dedi, “Yürümek istiyorum. Gel! Sana bir sokak var orayı göstermek istiyorum.” Hacıyolu Sokağı’na geldiklerinde, Tülay biraz da içi titreyerek “Gel,” dedi. Yokuşu tırmanmaya başladılar.
(Bu Hepimizin Rivayetidir!)