A. Ömer Türkeş’in eleştirel yazısı

A. Ömer Türkeş’in Ölümü Gözlerinden Gördüm adlı romanım için

“Adalet yerini bulsun diye” başlığıyla kaleme aldığı

eleştirel yazısı:

2009 yılının soğuk bir kış günü Tebriz kentinde başlayıp aynı gün aynı yerde sonlanan Ölümü Gözlerinden Gördüm romanında Azerbaycan halkının/insanının yüz yıllık çilesini anlatmış Haşim Hüşrevşahi… Orta halli insanların yaşadığı sakin bir semtte, ortak avlusu ucuz çiçekler, cılız ağaçlarla süslenmiş sitelerden birinin giriş katındayız. Burası Yusuf’un evi; bakımsız, dağınık, tozlu ve havasız. Yusuf yaşadığı, gördüğü, işittiği şeylerin yükünü kaldırmakta zorlanan, acısını hafifletmek için anlatmak, yazmak ihtiyacı duyan bir adam. Kalemi güçlü ama içi yaralı, kafası karışık, umudu tükenmiş; 

“Öfkelerimiz, zavallılıklarımız, hırslarımız ve evet, evet acımalarımız… Birilerinin acıması, acınması! Ya da bir gülümsemenin yıkıp yerle bir ettiği dik duruşlarımız! Güneşin artık bizim içimizdeki dağların ardından doğmayacağını, hiçbir sabahın bizim içimizden başlamayacağını ne zaman fark edeceğiz. Arkaik mezarları saklayan içimizdeki höyükleri, kar kaplı zirvelerle karıştırdık hep. Ölüler kentimiz hep yıkıntılar içindeydi oysa, değil mi? Bu bodur duvarlara sığışmış kısır hayaller! Neresinden söz ediyorsun bu yeryüzünün? Nesinden? Biz, bir Yelda Gecesi’nde ay tutulmasına yakalandık. Zaman geçmedi, ay aydınlanmadı. Biz aşkı da bir güvercin gibi hayal ettik, gelip avlumuzun kıyısına oturur sandık. Bizi görür ve bahçeye iner diye düşündük. Yaşamın nesinden, neresinden söz ediyoruz?” 

Romanın bütününe göre çok kısa olan giriş bölümüne genişçe yer vermemin nedeni, ikinci bölümden başlayarak bambaşka yönlerde hikâyenin anahtarı vazifesi görmesinden. Yusuf, romanda bir daha karşımıza çıkmayacak ama bütün roman kişileri Yusuf’un hayatından bir parça taşıyacaklar.

Yedi kişi katilini arıyor

Yusuf’un düşünceleri dışarıdan gelen seslerle kesilir. Duvarın öte tarafında bir odaya hapsedilen yedi insanın sesidir duyduğumuz. Neden hapsedildikleri bir kâğıt parçasıyla bildirilmiştir; Bu odada yedi kişisiniz. Birbirinizin adlarını ve kendi adlarınızı bile unutmuşsunuzdur belki; ama inanın ki birbirinizi tanıyorsunuz. Aranızdan biri, insanın kendi adını unutmasının ne anlama geldiğini biliyor. Hiçbir şeyi değiştirmeyecek belki; ama adlarınızı size hatırlatalım: Bu mektubu Mir İsmail’e verdik. Aranızda en yaşlı görünen kadın Ruhsara’dır, en genç görünen kadın Nahid, diğeri Suğra. Volta atıp kendi kendine konuşan adam Cafer’dir, mollanın adı Mirza Hamit’tir, genç olan erkek ise Kerim. Hayatınızın ne denli çekilmez olduğunu biliyoruz. Bunu siz de biliyorsunuz. Elbette sizin hayatınızı mahveden birileri olmuştur. Belki kendi kendinizi çürütmüşsünüzdür. Öyleyse bir suçlu var mı? Diyelim ki peşinde olmayı unuttuğunuz o suçlu şu anda aranızdadır. Onu siz bulacaksınız. Belki de herkes kendi aradığını bulacaktır.

Çünkü o bir kişi, tümünüzün suçlu olduğuna inanıyor. Biz de ona inanıyoruz. Demek bir hakikat var. O hakikati bulmak sizin elinizdedir. Hakikati bulmak için size üç gün, üç gece fırsat verilmiştir. Üçüncü gecenin sonuna kadar o bir kişiyi, yani hakikati keşfetmelisiniz. Aksi takdirde, tümünüz bir hakikatin içinde yok edileceksiniz; adalet yerini bulsun diye.

Eğer hikâye doğrudan bu alıntı ile başlasaydı, romanın adının yaptığı çağrışımların da etkisiyle Dürrenmart tarzı bir polisiye okuyacağımı düşünebilirdim. İnsan hayatlarına kast eden katil ve cellatların, suçlu ya da suçluların bulunduğu, özellikle kadınların hayatlarının mahvedildiği, hakikat ve adaletin arandığı bir romandayız. Ancak bütün bunlar Ölümü Gözlerinden Gördüm ’e polisiye atmosferi sağlamak için kurgulanmamış; tersine anlatılanlar polisiye roman yazarlarını kıskandıracak kadar gerçek. Haşim Hüşrevşahi, İran ve Azerbeycan’ın savaş, şiddet, ölüm, hile, entrika ve zulümle geçen son yüz yılını yedi kişinin rastlantılarla kesişen hayat hikâyeleri üzerinden canlandırmış.

Odaya hapsolmuş yedi kişi teker teker sahne alıyor, kendilerini tanıtıyor ve başlarından geçenlerin muhasebesini yapıyor. Böylece zaman tünelinden geçiyor ve anlatılan coğrafyanın dönüm noktalarında ürkütücü bir yolculuğa çıkıyoruz. Birinci Dünya Savaşı, Meşrutiyet, Şah iktidarı, Şahın devrilişi… Ve bütün bu tarihin yükünü maddi ve manevi anlamıyla çeken İran halkları…

Ne var ki, hikâyelerden kimisinde zamansal tutarsızlıklar çarpacak gözünüze. Anlatıcılarla anlattıkları yaşam hikâyeleri arasındaki zaman kayması, bu buluşmanın gerçekliği hakkında kuşku uyandırıyor. Roman-kurmaca-gerçeklik ilişkisi üzerine biraz fikir jimnastiği yaptığınızda bu kuşkuları gidereceksiniz. Şöyle toparlayalım; zaman orada, cam bir sürahi gibi yere düşüp parçalanmıştı. Kimin hangi parçaya ait olduğunu kestiremiyorlardı. Onlar, bir ressamın bir porselene çizdiği yüzlerdi. Porselen yere düşmüş, imgeler ve o imgelerden doğan sanrılar, algılar dağılmıştı.

Evet, kimin kaç yaşında olduğunun, neleri gerçekten görüp neleri yaşadığının önemi yok. Bunlar toplumun ortak belleğinden gelen ortak anılar/acılar. Hüşrevşahi doğrusal zamanın çizgisini bir yerinden kavramış, sonra o çizgi boyunca ileri geri sıçramalarla tarihsel kesitler almış. Geçmişin ölü kabuğuyla değil hâlâ canlı özüyle uğraşıyor.

Ölümü gözlerinden gördüm

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s