Biliyor musun, babamın ölümünden sonra evde bir boşluk, kocaman, soğuk bir kuyu gibi ağız açtı; hiçbir ışıkla, hiçbir gölgeyle dolmayacak bir boşluk… Evin dört bir yanını saran bu boşluğu hiçbir söz dolduramıyor, ısıtamıyordu. Herkes de kendi içine kapanmıştı. Duvarlar, kapılar ağıt kokuyordu; ağlamalar, inlemeler yükseliyordu her yerden. Her hafta sonunda, kadınlar salonda –hani babamın öğleden sonraları kestirdiği salon var ya, işte orada– toplanıyor ve Hacı Mirza Hüseyin’in mersiyelerini dinliyorlardı. Kadınların yüzü siyah çarşafların altındaydı. Onlar, kapandıkları siyah çarşafların altında, ferahlamak için ağlıyorlardı. İniltileri pencereden dışarı dökülüyor, bahçeye akıyor, kara sarmaşıklar gibi ağaçları sarıyor, kara çiçekleri duvarları kaplıyordu. Artık, babamın sevdiği ağaçlarda ağlama çiçekleri açıyor, ağaçlar, gözyaşı meyvelerine oturuyordu, acı ve kara meyveler… Babamın ölümünden sonra kimse, bahçemizde yetişen ağaçların meyvesinden yemedi. Kadınların hıçkırıkları havuza dökülüyordu. Balıklar. Anne, balıklar yumurtalarını bıraksın diye havuzun köşesine bir çalı süpürgesi koydu. Ama balıklar tutunmadı. Bu kadar çok ağlama sesi, onları kendi havuzlarında serseme çevirmişti. Sonbahar olunca, yapraklar sarardı, bahçenin çamurlaşan toprağına döküldü.
