Cesaret unutulmuş bir bodrum katında karnına, yüzüne inen tekme tokatlara gülmek de değil!
Cesaret delirebilmektir. Bilerek, hissederek aşık olmaktır cesaret. Beni korkutan belki de Huriye’nin cesaretini görmekti.
…
Havuzun etrafına dizilen saksılardaki çiçeklerin sarardığı sıcak bir yaz günüydü. Huriye’ler bize misafir gelmişlerdi. O benden dört yaş küçüktü. Onlar geldiklerinde esas şenlik benim içimde başlardı. Huriye’nin adını duyunca karnımda bir şeyler ezilirdi. O kadar insan doluşurdu eve ama ben sadece onun sesini duyardım sanki. Sadece onun gözlerini görmek isterdim. Siyah iri gözlerini. Gülerken kirpikleri kaşına değerdi. Dilinin ucu, ısıracak gibi görünürdü. Yemekten sonra herkes öğlen uykusuna çekildiğinde, yüklüğün olduğu odaya geçerdim. Serin olurdu orası. O günlerde Verter’in Acıları’nı, Matissen’in Tüy adlı romanını yeni bitirmiştim.
Yine o öğlen saatlerinden biriydi. Elimdeki kitaba dalmıştım. Yüklüğün olduğu odanın kapısı açıldı, Huriye sessizce geldi yanıma oturdu. Çadırasını başından omuzlarına kaydırdı. Siyah, gür, ipek gibi saçları omuzlarına şelale oldu. Nereye baksam onun siyah gözleriyle doluydu. Bir de gülünce yanaklarındaki o tatlı gamzeler… Ne diyeceğimi bilemiyordum. Yani bir şey söylemem gerekiyor muydu, onu da bilemiyordum. Sadece seyretmek istiyordum. Yani bıraksalar, gece gündüz o gözleri, o gülüşleri seyrederdim. Ben aşkın ne olduğunu da bilmiyordum. Sadece içimde ezilen bir şeyleri fark ediyor, bundan tat aldığımı hissediyordum. Sonraları bunu, annelerin bebeklerini emzirirken, içlerinde duydukları haz dolu acıya benzettim. Ama değildi. Benim içimde asla ölmeyecek bir şey doğuyordu. Ben o doğumun haz dolu sancısını yaşamaya başlamıştım. Birisi bana söylemedi, oğlum ne bok yemeye aşık oluyorsun! Kimse bana başını torbana sok, demedi, sok başını torbana arpanı, yoncanı otlan sonra da git… siktir, geber git bu dünyadan! Ben ömrümün yarısını yaktım o öğlen vakti. Kalan yarısını da bu yangının elinden kurtarmaya gücüm yetmez artık. Huriye, ne okuyorsun diye sorarken başını, elimde öylece açık duran kitaba doğru uzattı. Sıcak bir sardunya kokusu dalgalandı. Saçları görüş alanımı bütünüyle kapatmıştı. Elimi saçlarında kaydırdım. Huriye kaçmadan gözlerimin içine gülümsedi. Pembeleşen yanaklarındaki gamzeler derine indi. Ellerim titriyordu. Dilim kurumuştu. Ama o ne kadar da neşeli ve canlıydı. Eğilip boynunu kokladım. Ne kadar güzel kokuyorsun, dedim. Daha koklamak istiyor musun, diye sordu. Başımla yanıtlayabildim. Huriye’nin parmakları gömleğinin düğmelerini usulca çözdü. Kokla, dedi. Ellerimi yere koyup yüzümü ona yasladım. Teni ne kokuyordu bilemedim. Menekşeleri, beyaz yaseminleri, hanımeli demetlerini, sardunya yapraklarını ezmiş, tenine sürmüşlerdi sanki. Başım dönüyordu. Onu öpünce o gıdıklanarak güldü. Ben orada uyumak istiyordum. Hayır, ne istediğimi bilmiyordum. Ama şimdi istediğim şu; keşke orada zaman bitseydi ve ben herzamanlığına yaşasaydım o anı! Ya da geberip gitseydim. Uyuyor musun deyince Huriye, gözlerim kapalı öylece kaldığımı fark ettim. Başımı hızla kaldırınca o güldü. Kaçma, dedi. Sağ döşünün üzerindeki pembe lekeyi göstererek, bak, dedi. Leke sanki ufak bir kelebek gölgesiydi. Bu benim şans alametim, dedi. Şanslı olduğumun işareti. Bak! Bir kelebek gibi değil mi? Evet. Aynı, pembe bir kelebek, dedim. Eğildim, pembe kelebeğini öptüm. Huriye, hoşuna gitti mi, diye sordu. Yutkundum. Sen bir çiçek bahçesisin, dedim. Evet, o zamanki salak kafamla bile doğruyu bulup söylemişim nasıl söyleyebildiysem! Salak kafa tabii. Yoksa ne diye Nâsır’ın lafını dinlemedim. Alıp götürmedim bu çiçek bahçesini. Nereye gidersem gideyim bahar mevsimini sırtımda, kalbimde, cebimde, evimde taşıyacaktım. Ondan sonra ver elini kavga! Ben korkak bir salağım! Cesaret, sarhoş bir et yığınına sustalıyı sokup çıkarmak değil, ya da havagazını açıp kapıyı çekip gitmek. Kol kola girmiş beş Alman polisin safına sıçrayıp onu yarıp geçmek de değil cesaret… hatta unutulmuş bir bodrum katında karnına, yüzüne inen tekme tokatlara gülmek de değil! Cesaret delirebilmektir. Bilerek, hissederek aşık olmaktır cesaret. Beni korkutan belki de Huriye’nin cesaretini görmekti. O sade, vakur ve bağışlayan kızın gülmekteki cesareti, düğmelerini çözmekte ve teninin kokusunu sunmaktaki cesareti bana ne kadar korkak olduğumu gösteriyordu. Onu sevmek yürek isterdi. Her sabah o gözlere uyanmak cesaret meselesiydi. Ama bilmiyordum, kimse bana demedi ki seviyorsun madem, at kendini onun denizine… o sana aşkı da öğretir her şeyi de… istedim ama atamadım kendimi.
Huriye, nereden edindiğini bilemediğim bir ağırbaşlılıkla düğmelerini ilikledi. Kadınlığından gelen bonkör bağışın tuhaf, sihirli havasını ilk kez on beşinde bir kızdan tadıyordum. O sanki bir ipek böceğiydi ve kozasını ikimizin etrafına örüyordu… ikimizin ilk yuvası olması için… ama ben korktum. Kapanmaktan korktum. Salak kafam benim! Kimse bana demedi, o ipek böceğinin ipek koynuna gir, cesaretin olursa o zamanla uçmayı öğretir sana! Kozadan kelebek olarak uçup kaçabileceğimizi bilmiyordum. Hep onu bekler oldum. Kendi kozamdan kelebek olup uçamadım. Uçmak için kadının kanatları gerekirmiş. Kimse bunu da söylemedi bana.
Sonraları olur olmaz sudan bahaneler uydurup Huriye’lere gitmeye başladım. Ona susamıştım artık. Ne kadar içersem o kadar daha fazla susuyordum ona. Şimdi anlıyorum; ben onun yanında olmanın huzurunu kana kana içince sakinleşeceğim ancak. Yoksa içimde hep kişneyen yabani bir at koşturup duracak.
Tebriz’de yaz sona erdiğinde, bulutlar kızıl rüzgârların elinden kurtulur. Gök, kurşun rengini alır. Bahçenin kenarında, kızıl güllerin olduğu yere çökmüştük. Huriye’ye, kız seni düşünmeden edemiyorum, dedim. Ben seni istiyorum. Baban seni bana verir mi, dedim. Hüzünlü bir gülümseme belirdi dudaklarında. Kerim ben de seni istiyorum, dedi. Sonra da gözyaşları, ansızın bastıran yaz yağmuru gibi yanaklarından akmaya başladı. Yanaklarından öptüm. Nedir kız dememe kalmadan, babam beni başkasına, zengin birine verecek, dedi. Dudaklarından öptüm. Vermez kız. Ben alacağım seni. Ama nah aldım! Huriye annesine söylemiş benim onu istediğimi, o da kocasına söylemiş. Zaman kaybetmeden nikâhı kıydırdı babası. Güz başlarken Huriye, kuruyemişçi Celal’in gelini oldu. Artık geceler erken bastırıyordu ağaç dallarına. Odam bir türlü aydınlanmıyordu, ısınmıyordu. Babama açtım konuyu. Salak, bunu neden baştan söylemedin bana. Alırdım sana. Ama şimdi geç artık! Geç artık. Geç! Geçtim mi? İçimdeki masaları devirdim. Camları kırdım. Bağırdım durdum. Anneme, git al dedim. Vermezler artık oğlum. Hem, senin ne işin belli ne gücün! İşim olacak benim anne, gücüm de olacak. Oldu işte! Olmaz. İnsanın aşkı koynunda değilse ne işi olur ne gücü… Bunu onlar da biliyorlardı, bilmiyorlar mıydı? Annem bana habire, dellenip durma, demeye başladı. Demek ki delirmek üzereydim. Çareyi, beni sepetlemekte buldular. Karlı bir şubat günü Türkiye’ye gönderdiler. Bana, Kızıl Kitap’ı verecek olan Sadık’ın yanına. Sonra tutunamadım İstanbul’da. Ver elini Münih, Frankfurt, Köln, Hamburg, Kiel… . sonra tekrar İstanbul ve tekrar şimdi Tebriz!
Tebriz’de bugün komşulardan öğrendim; Celal idam edilmiş. Güya silahlı bir gruba para yardımı yapıyormuş. Huriye salıverilmiş. Ailesi kimseye göstermemiş. Sonra alıp tedavi için Tahran’a götürmüşler. Sonrası bilinmiyormuş.
(Ölümü gözlerinden gördüm, roman, arkadaş yayınları, 201o, h.h.)