Şehla Pervin Ruh’tan çevirdiğim bir öykü:
Kavruk Kına
Dün geceden beri tekrar başladım tırnaklarımı yemeye; tam Büyük Kapı’nın aslan kafalı kapı tokmağı yeri göğü birbirine kattığından beri… Kapı, uzun zamandır sessizdi. Rüzgârın süpürdüğü hayatın tozu toprağı kapının altında küme olmuş açılmıyor.
Mirab[1], deniz fenerini almak için odaya dönüp bir misafir olduğunu, yanlışlıkla Büyük Kapı’yı çaldıklarını söyleyinceye kadar, ağzım geceden kalma kavruk kınanın kokusuyla ve kanın tuz tadan acı tadıyla doluydu.
Küçük kapıdan girdiklerini gördüm; Mirab yollarını aydınlatıyordu. İçeri almamalıydı. Kimse gelmeyeli yıllar oldu. Bir zamanlar misafir atlarının ahırı olan koca ambar, şimdilerde haftada bir eşeklerin, yakıt için getirdikleri odunların kırpıntılarıyla dolu. Ben aşağıdayken, küçük kapıdan girip çıkıyorlar. Kopmuşum; Mirab’a göre dünyanın göbek bağından kopmuşum. Gündüzleri, aşağıda herkes benim için aynı; hepsi de anadan doğma elimin altından geçip gidiyor ve her biri hamamın sıcaklığından bir parça alıp götürüyor ve geceleri, eskiden yukarıda sabahlara kadar yanında olmamı o kadar çok seven Mirab, artık benim için Mirab değil.