“Ben başka öykünün kızıyım. Taşıdığım sırtımdaki çantaya bak. Ya da odamın karanlık köşesinde unuttuğun bavula. Ben o hikâyeyi anlatmak için buraya kadar geldim.
Hatırlar mısın… Bülbülderesi’nin o yokuşuna gelince sana “Buraya kadar!” dedim.
Evet. Buraya kadar. Çünkü burada bir ev var. O evde bir kız çocuğu pencereye oturmuş geceyi seyreder. O gecede hep dolunay, o gecede hep bir sızıntı var. Kan sızıntısı. Bunu bir şarkı olarak duyarsın, belki bir ağıt. Belki de benim ağzımdan bir masal.
Ben ağzımı sana bağışlamıştım oysa. Soluğumu soluğuna düğümlemiştim. Ateşimi ateşine salmıştım. Sen korkak, ben hain!
Hatırlar mısın! Kar yağıyordu. Ben ağlıyordum. Senden kopmak istemiyordum. Ama o eve gitmeliydim. O evdeki kızın yanına oturmalıydım. O geceler boyunca seni düşünmeliydim. Senin aşkın beni korkak yapmıştı. Senden kopmanın korkusunu sana anlatamıyordum. Sen bana inanıyordun. Ama benim söyleyemediklerime nasıl inanabilirdin ki. O evde bir anne vardı. O annenin elinde hep sopası, dilinde ilençleri ve küfürleri beni beklerdi hep. Annemden nasıl korktuğumu sana anlatamıyordum. Sen beni ne de mutlu görüyordun. Ne de mutluydun beni sevmekle. Bana sevdalanmakla sen nasıl da şarkılar söylerdin. Senin sesinin de vurgunuydum.
Kar yağıyordu. Ben ağlıyordum. Senden ayrıldığımda sen o dağın yamaçlarından çoktan tırmanıp gitmiş olurdun hep. Bana dağ öyküleri getirmek için giderdin. Senin öykülerin yanık iğde kokardı. Ben beklerdim. Ama annen baban gelecek diye, beni annemden isteyecek diye ödüm kopuyordu. Zira o kız çocuğu bir utanç içindeydi. İlençlerle, öfkelerle, nefret ve itilmişlikle büyüyen, büyümeden paramparça olan bir kız çocuğu başka nasıl olabilirdi bilemezdim.
Git dedim sana. Bir daha gelme dedim. Başka erkeğin koluna girdim sen gidesin diye. Sen de ağladın ve gittin. Gelmedin. Sevindim. Sevincimde kendime lanetler yağdırdım. Sen gelmedin. Sen o dağın bir kovuğunda bir eve girdin. Evin bir odasında, yatağın üzerine oturdun. Bir kitabı açtın. Okudun. Yüksek sesle. Bana öyle anlattın. Ben duymadım.
Ben ağlıyordum o gece. O gece eve girdiğimde annem beni bekliyordu. Öfkeden seğiren yüzüyle. Çığlıklar atarak üzerime çullandı. Saçlarımdan tutup sürükledi. Bağırarak ilençler yağdırdı. Bana ilendi. Kendine ilendi. Sonra bir sopayla öfkesini, kıskançlığını, ezilmişliğini, yenilgilerinin hıncını benim üzerime yağdırdı. İlk darbe sol meme indi: “Kahrolasıca! Neredeydin bu saate kadar? Haydi düş önüme. Hastaneye gidiyoruz… kızlık muayenesine! Neredeydin bu saate kadar?”
Sahi, ben neredeydim? Ben o çocuk yaşımla sahilleri, limanları geride bırakmış tayfasız bir gemiydim. İşte o gece karar verdim. Gemileri yakacaktım. Köprüleri yıkacaktım.
Seni terk ettikten sonra önüme gelen herkesle yattım. Sonra senin tırmandığın dağları anımsadım. Şehri bırakıp gittim. Bu düzeni yakıp yeni bir dünya kurmak için terk ettim Ankara’yı… senin yanık iğde kokan öykülerine barut kokusu da karıştı sonra.
Sonrasında…
…”
(h.h., bu hepimizin rivayetidir)