Çomak ve Çomakçı!

Erdelan, çoraplarını katlayarak bavulun kenarlarına yerleştirdi: “Hep böyle sıcak tut ilişkilerini! Senin, ailene, Şah Âlâ Hazretleri’ne sırt çevirdiğini, kendilerinden biri olduğunu sansın… Bu çok önemli! Anlıyor musun?”

“Evet, anlıyorum!”

“Anlamıyorsun! Bunu da anla, anlamaya çalış, çabala! Sana gereken talimatı daha sonra göndereceğim… Yakında, çok önemli olaylar olacak. Düşün ki, mesela bir savaş çıkacak! Bu devletin silaha ihtiyacı olacak! Nerede olacak senin yerin? Ha?”

“Neden savaş çıksın ki? Hem savaş olursa general amcam hayatta olsaydı ne söylerdi onu düşünürüm! Savaşırdım!”

“İşte! Dedim ya anlamıyorsun!” Kafasını sallayarak mırıldandı: “İşim çok zor!”

“Ya ne?”

“Sen bu memleketin sahibisin! Sahipler savaşmaz. Komutan savaşmaz. Askerler savaşır! Çulsuzlar, emir alanlar savaşır. Sen emir verenlerdensin. Öyle olmalısın. Bunu anlıyor musun?”

“Sanıyorum!”

“Aferin. O zaman savaş sırasında hangi safta yer almalısın?”

“Askerlerimin safında!”

“Aptallık!”

“Anlamadım!”

“Sen, ticaretin yanında duracaksın.”

“Ne ticareti?”

Erdelan, topladığı eşyaları bir kenara bıraktı, sol parmaklarını, sağ elinin işaret parmağı ile teker teker bükerek anlatmaya başladı: “Bak! Birincisi, savaş ticaret içindir. Ticaretin siyasetinin neticesidir. İkincisi, savaş kazanmak içindir. O zaman sen de hep kazanan tarafta olmalısın. Kazanan ticaretin…”

Hümayun sustu. Erdelan, yatağın üzerinden kravatını alırken devam etti: “Anlamaya çalış. Sana da görev düşebilir!”

****

“Erdelan kıs kıs güldü. Bavulun etrafına dizdiği elbiseleri, yatağın üzerinde kendi haline bırakarak sehpadan içki bardağını aldı, pencereye doğru yürüdü. Tül perdenin arkasından caddeye göz attı: “Ha! Bakıyorum kafayı çalıştırıyorsun! Karar verirsin, yola koyulursun; fakat ortaya koyduğun varsayımlar, alternatifler yolunda birer ışık olur. Yolunu daha iyi görmeni sağlar. Halbuki, kesin karar vermişsen, elinde yığınla ışık yerine bir tek fener var demektir. Alternatifsiz ve kararsızsan işte o zaman boku yedin! Karanlıkta yürümeyi sevmezsin herhalde!”

“Hayır sevmem. Ama bazen, karanlık da emniyettir!”

“Evet öyledir. Aferin! Kafayı çalıştırıyorsun! Sen karanlıkta olduğun, düşmansa, senin alternatiflerin ve bilgilerinle aydınlanan yerde olduğu sürece öyledir! Yoksa ensene yapışırlar. Yakayı ele vermen işten bile değil! Sen karanlıkta, düşman aydınlıkta! Kural budur!”

Hümayun, pencerenin yanındaki sehpadan bir sigara aldı. Kendi çakmağıyla yaktı. Erdelan ona, onun pek yakında eğitim için yurtdışına çıkarılacağını bildirmedi. Pencereden uzaklaştı ve kendini, pencereye bakan koltuğa attı. Dinç ve neşeliydi: “Bak oğlum! Aylardır, sana bilmen gerekenleri söylüyorum durmadan. Ama şimdi söyleyeceğimi hiç unutma sakın! Bu boktan risklere girmenin bir mükâfatı olsun ister misin?”

“Evet!”

“Yanlış cevap! İşte o zaman yine boku yersin! Mükâfat bekleyenler, uşak olarak yaşamaya mahkum olur hep. Unutma bunu!”

Hümayun, sigarasından derin bir nefes çekti ve düşünceli bir şekilde cama doğru üfledi. Mırıldanarak, “Anlamadım!” dedi ve hâlâ, birçok konuyu anlamakta zorluk çektiği için canı sıkıldı. Erdelan ise parmağını, onun acıyan yarasına bilerek basmaya devam etti: “Biliyorum anlamadığını! Bak, bu memleket bizim! Anlıyor musun? Bu topraklar, bu madenler, ormanlar, altınlar, petroller, uranyumlar, bor, boksit, bakır, gümüş madenleri, nehirler, hatta işçiler, çiftçiler, kuşlar, atlar, itler, kurtlar, balıklar… Hepsi bizim. Tekrarla, ‘Bizim!’… Tekrarlasana oğlum!”

“Bizim!”

“Tekrarla!”

“Bizim!”

“Bir daha!”

“Bizim!”

Hümayun’un gözleri, söylenenleri tekrarladıkça irileşiyordu. Erdelan sürdürdü: “Âlâ Hazret bunu biliyordu. Zenginlikleri, fabrika sahiplerine, sanayi sahiplerine dağıtıyordu. Ordu, polis, hepsi bizim emrimizdeydi ve öyle de olmalıydı. Millet, çalışmayı bilmeli. Çalışmayan millet ölmüş demektir. Ayrılmaz bir bütündük. Ama herkes kendi yerinde olmalıydı. Ve öyleydi de. Kalın derili, tepinip duran çatlak taban gelip de, ‘Ben beyin olacağım,’ yahut düşünen yumuşacık beyin de, ‘Ben topuğun vazifesini yapacağım,’ diyemez. Bu, doğanın kurallarına aykırıdır. Bu kurala boyun eğmeyenlerin, milli birlik ve beraberliği bozmak isteyenlerin kafasına orduyu küt diye indirirdi işte. İndiririz. Polisi, katil arılar gibi sokarız yuvalarına. Canına okuruz. Âlâ Hazret, bunu en iyi şekliyle yapıyordu. Ordu bunu korumak için vardır, yoksa bedavadan mı besliyoruz bu generalleri? Senin rahmetli amcan başka. O hem askerdi, hem bu zenginliklerin sahibi olmayı bilen asil bir ailenin temsilcisi. Yani hem çomaktı, hem çomakçı.”

Hümayun, sigarasını söndürdü, bacak bacak üstüne attı.

“Yine anlamıyorsun ne dediğimi değil mi? Neyse! Bu mollalar, milli ordudan ne anlar? Hiçbir şey! Milli birlikten, beraberlikten ne anlar? Hiiiç! Âlâ Hazret hep söylerdi: ‘Bu büyük devlet, milletiyle, memleketiyle bir bütündür.’ Bu baldırı çıplaklar bu beraberliği bozmak istediler. Saydıklarımın sahibi sen olmak istiyorsan Şah’ın milli beraberlik dediği şeyi savunacaksın. Sen baş olacaksın, taban ise tabanlığını bilecek. Şimdi bak işte! İngilizler, mollalarla daha çabuk ve daha iyi anlaşma yaptı. Onlar memleketi ele geçirdi. Biz mükâfat istemiyoruz. Biz, elimizden zorla alınan memleketimizi, milli birlik ve beraberliğimizi istiyoruz. Onun için, İsrail ve Amerika’daki dostlarımız bize yardım ediyor. Eğer sen yarın bu memlekette, yani kendi memleketinde adam gibi evinin sahibi olmak istiyorsan, bugün sana düşenleri mükâfat beklemeden yapmalısın. Gerektiğinde, orduyu da bu serserilerin kafasına bir çomak gibi indirmeyi bilmelisin! Hacı Gulam Hüseyin’in oğlunun kulaklarını doldur. Bakma mollalarla oturup kalktığına; zeki çocuktur, hem, eskiden istihbarat memuru olarak çalışmış. Ona önemli işler yaptırabiliriz. Tamam mı?”

“Tamam!”

“Ben Nevruz Bayramı’nda burada olmayacağım. İşte sana bir fırsat; birçoğuyla görüşebilirsin, Muhsin pezevengi de sana yardım eder. Hem yakında ortalık karışabilir. Her şeye hazırlıklı olmalıyız.”

“Tamam!”

Hümayun’un başı, içkiden ve duyduklarından dönmeye başlamıştı. İçinde ‘sahiplenme’ duygusu kabarıyordu. Şu ana kadar, bu memleketi, sahibi olduğu bir ev gibi görmemişti. Üstelik, polisin ve ordunun, kendi emrinde bir çomak olabileceğini hiç düşünmemişti. Düşünmeye başladı. Gülümseyerek yeniden bir sigara yaktı, ilk soluğu neşeyle üfledi. İkinci soluktan sonra sigarayı tablaya bastırdı, bavullardan birini alıp Erdelan’ın ardından odayı terk etti.”

(Azalyam, roman, h.h., arkadaş yayınları)

Çomak ve Çomakçı!” için bir yorum

Yorum bırakın