duvardaki o delik!

Kerim, Suğra ve Ruhsara kahvaltı sofrasından kalktılar, mutfakta konuşmaya dalan İsmal ve Hamit’e fark ettirmeden hayata çıktılar. Suğra, bir an evvel Kerim’in kaçış planını öğrenmek istiyordu. Kerim’in kolunu dürterek sordu: “Damdan mı çıkacağız, kuyu mu kazacağız?”

“Biraz sabırlı olursan görürsün. Ne duvardan aşacağız, ne de kuyuya gireceğiz ne de tünel kazacağız. Daha kolay… Gel, gel.”

Ruhsara keyifsizce, “Biraz yavaş olun, size yetişemiyorum,” dedi.

Okumaya devam et “duvardaki o delik!”

adımı söyle bana!

“Sen ne Prometeus’tun ne yerin karanlık diplerinde akan beş kardeşten biri ateş ırmağı Phlegethon… ne yanıp kül olan ve kendi külünden doğan Anka kuşu ne o yangılı ruh semender… sen ne kutsal ateşin bekçisi bakireydin ne kendi büyülü bahçelerini yakan Armida! Sen Agni, yaşamı ölüm içinde ve ölümü yaşam içinde sunan çift başlı elçi! Şimdi saçlarından tüten kimin dumanıdır? Kimdi cennete yükselip inen? Kimdi rüzgârı avuçlarıyla toplayan? Kimdi suyu giysisiyle sarıp sarmalayan?

Biz kendi topraklarımızın fatihi, yenilen krallarıydık. İki kişilik ordularıydık kendimizin. Ordular kanın sadık hizmetkarlarıdır Agni bilirsin… kanı asla sokaklarımızdan silemeyeceğiz… biz ölümün vurgunları, kendi cesetlerimizin aşıkları… Annelerimiz bebeklerinin kundaklarına sıçrayan kanın ağıtını sonlandıramayacaklar.

Adım neydi benim? Adımı ne zaman kaybettim? Yoksa hiçbir zaman hiçbir adım olmamış mıydı? Hiç bir ad bebek kulaklarıma fısıldanmadı mı? Sen adımı büyülü rüzgarlarına vermedin mi? Adımı söyle bana!”

(h.h., Agni’ye Mersiye, Bu hepimizin hikayesidir!) 

Aaaah benim dilsiz Davud’um!

“Kars kar altındaydı. O ufacık tefecik kızı yakalamak için bir ordu gelmişti adeta. Ev birden sarılmıştı. Yapılacak bir şey yoktu. Kelepçelendim ve işkenceler başladığında yirmi birindeydim. Yirmi bir yıl! Çok şey sığdırmıştım bu kısacık ömre. Kocaman bir aşk, çürümüş bir ailenin lanetli küfesi sırtımda, bir çocuk, silahlı mücadele. Beni Tanya’ya benzetirdi yoldaşlar! Siyah kısa saçlarım, kara iri gözlerim ışıl ışıldı. Sonra gözlerimdeki ışıklar söndü. O ışıkları işkence odasında çaldılar.

Sana o işkenceleri anlatmayacağım. Bir bilsen! Bir bilsen! Sustum ve düşündüm! Haykırdım ve düşündüm. Çığlıklar attım ve beynimi yedim. Ruhumu karnımda sakladım. Ben macera insanıydım. Daha sana doğmadan önce. Dağların maceracısı, denizlerin, mağaraların… Sadece macerayı yaşamanın maceracısı. Maceranın içinde olmanın hazzı sadece. Hiçbir zirve yoktu çıkmak istediğim, hiçbir derinlik yoktu dalmak istediğim, hiçbir karanlık yoktu dokunmak istediğim. Önemli olan maceranın kendisiydi. Yol değil, geçişin kendisi. Ta ki bir ses duydum. Hiç beklemezken. Beyaz bir ses. Ormanın dağı öptüğü çizgiden yükselen beyaz sise benzer bir ses. Işığı parçalayan, suyu parçalayan, dumanı parçalayan ve parçalanmak için rüzgârı çağıran bir ses. Yaklaştım sana. Önce kirpiklerimle dokundum sesine. Sonra gözbebeklerimle, sonra burnumun ucuyla, sonra dilimle… Göğsümü açtım sonra.  Göğüs kemiklerimle, tenimle dokundum. Çıplak ellerim beni senin çıplak kayalıklarına getirdi sonra. Sonra mağaralarına. Hiçbir ışık beklemeden girdim mağaralarına. Kulaklarımsa sesinde asılı kalmıştı. Senin mağaralarının en karanlık köşelerinde kaybolduğumda karnımın çukurlarına, dişlerimin dibine ve kulaklarımın derinlerine hazzın dolarak yayılıyordu. Şehvet değildi bu haz. Kelebeğin susaması gibi bir şeydi. Bir arının taçyaprağından geçip de çiçeğin yüreğine sokulması gibi bir şey. Mağaralarının nemli, karanlık ürpertisini anımsıyorum hâlâ. Yankılanan damla damla damla seslerini, kalp atışlarımı aşıp geçen su sesi. Ve ben yürüdüm. Yıllarca yürüdüm. Ayaklarımın altında patlayan volkanlar vardı. Gözlerim kördü. Ve ben o mutlak körlük içinde yürüdüm. Bütün evreni ağzıma üflüyor gibi yürüdüm. Oysa ne sen Şiva’ydin ne ben Vişnu. Ne benim dansım Tandava’ydı ne seninki Lasya. Alevle rüzgârın dansıydı bizim dansımız. Bizim dansımız varla yokun iç içeliğiydi sadece. Ama mağaralarının derinlerinde uyuyan yarasaların uyanmasın diye çıplak ayaklarım yosunlarının üzerinde aksayarak giderdi. Ağzındaki yılanlar gırtlağıma sarıldığında bir şarkı dökülürdü göletlerine. En kadim babalarımın ve analarımın gözyaşlarıyla dolan gölet. Kan renginde. Ben maceracıydım. Sana inanmadan önce. Senin ayetlerinin indiği mağaraya adım atmadan önce. Ama olan oldu. Aç dedin avuçlarını. Açtım. Sonra parmaklarının ucunun ateşiyle çizgiler çizdin avcuma. Dik dur dedin. Durdum. Parmaklarının ucunun ateşiyle alnıma çizgiler çizdin. Aç ağzını dedin. Açtım. Parmaklarının ateşini üfledin ağzıma. Sesine hep bir kanat sesi karışmıştı. Rüzgârın anası bu iki kanat ortasından doğmuştu sesin. Ben maceracı olmadan önce o rüzgâr beni çağırmıştı sisini parçalayan. Sırtımda ateş küfesi. Sen bana geçtin ben sana. Rüzgar ateşe dönüşmüştü, ateş rüzgara. Aaah benim deli dumanım. Dişlerini öpmüştüm ilkin. Saçlarını ısırmıştım. Tırnakların etimi doğradığında sana inanmaya başlamıştım. Aaah benim kör peygamberim. Aaah benim dilsiz Davud’um. Aaah benim kolları kesik Yahya’m.”

(Bu hepimizin rivayetidir‘den, h.h.)

o genç ölü!

“Kerim, izmariti ayağının altında ezdi bir sigara daha yakarken kararını verdi; canını buradan, bu deliler evinden kurtarmalıydı. Huriye’yi ne pahasına olursa olsun bulmalıydı. Hapishanede çektirilen acıları, sevgilisinin bedeninden ve ruhundan çekip çıkarmalıydı; ansızın böğrüne saplanan kahpe bir bıçağı, etine, tırnağına giren tırmığı, dikeni çıkarır gibi. Kan, parmaklarının arasından akacak; ama bitmiştir artık, diyecek. Sonra onu alıp Tebriz’in kavaklarının, rüzgârın elinde titreyip çın çın ettiği evine götürecek, rahat ettirecek. Ama nasıl? Önce mutfakta yatan genç kadının cenaze işlerini bitirmeliyim, diye düşündü. Ruhsara da Suğra da kendisi de çoğalmalıydı. Her biri beş kişi, on kişi olmalıydı ki genç gövdeyi toprağa verirken garip kalmasın. Ama nasıl?

* Okumaya devam et “o genç ölü!”

A. Ömer Türkeş’in eleştirel yazısı

A. Ömer Türkeş’in Ölümü Gözlerinden Gördüm adlı romanım için

“Adalet yerini bulsun diye” başlığıyla kaleme aldığı

eleştirel yazısı:

2009 yılının soğuk bir kış günü Tebriz kentinde başlayıp aynı gün aynı yerde sonlanan Ölümü Gözlerinden Gördüm romanında Azerbaycan halkının/insanının yüz yıllık çilesini anlatmış Haşim Hüşrevşahi… Orta halli insanların yaşadığı sakin bir semtte, ortak avlusu ucuz çiçekler, cılız ağaçlarla süslenmiş sitelerden birinin giriş katındayız. Burası Yusuf’un evi; bakımsız, dağınık, tozlu ve havasız. Yusuf yaşadığı, gördüğü, işittiği şeylerin yükünü kaldırmakta zorlanan, acısını hafifletmek için anlatmak, yazmak ihtiyacı duyan bir adam. Kalemi güçlü ama içi yaralı, kafası karışık, umudu tükenmiş; 

“Öfkelerimiz, zavallılıklarımız, hırslarımız ve evet, evet acımalarımız… Birilerinin acıması, acınması! Ya da bir gülümsemenin yıkıp yerle bir ettiği dik duruşlarımız! Güneşin artık bizim içimizdeki dağların ardından doğmayacağını, hiçbir sabahın bizim içimizden başlamayacağını ne zaman fark edeceğiz. Arkaik mezarları saklayan içimizdeki höyükleri, kar kaplı zirvelerle karıştırdık hep. Ölüler kentimiz hep yıkıntılar içindeydi oysa, değil mi? Bu bodur duvarlara sığışmış kısır hayaller! Neresinden söz ediyorsun bu yeryüzünün? Nesinden? Biz, bir Yelda Gecesi’nde ay tutulmasına yakalandık. Zaman geçmedi, ay aydınlanmadı. Biz aşkı da bir güvercin gibi hayal ettik, gelip avlumuzun kıyısına oturur sandık. Bizi görür ve bahçeye iner diye düşündük. Yaşamın nesinden, neresinden söz ediyoruz?” 

Romanın bütününe göre çok kısa olan giriş bölümüne genişçe yer vermemin nedeni, ikinci bölümden başlayarak bambaşka yönlerde hikâyenin anahtarı vazifesi görmesinden. Yusuf, romanda bir daha karşımıza çıkmayacak ama bütün roman kişileri Yusuf’un hayatından bir parça taşıyacaklar.

Okumaya devam et “A. Ömer Türkeş’in eleştirel yazısı”

Azalya’nın kapak tasarımı hakkında

Arkadaş yayınevinden 2011 yılında yayımlanan Azalya adlı romanımın kapak tasarımı hakkında arkadaşlardan çok güzel ve ilginç fikirler ileri sürenler, bu arada benim de düşüncemi soranlar oldu. Kısa bir not düşmeyi uygun buldum.

homaGrafik Kanada’da yaşayan arkadaşım Homa Bahadouri’ye[1] aittir. Tasarımını birlikte yürüttük. Yaklaşık 3-4 aylık bir çalışma ve onlarca tasarım ve değişiklik sonrasında ortaya çıktı.

Zemin siyah, kara, karanlıktır. Bu zemin bir döneme, bir zaman dilimine, bir düşünce tarzına ya da bir kültürel zemine gönderi yapmakta. Romanın temel tematiğinden yararlanarak yaratılan bu tasarımla ilgili bütün düşünceler işte bu karanlık zeminde kendini göstermekte. Zeminin rengi, bütün sayfayı kapsayan ve mutlak karanlığa gönderi yapan bir siyahlıktır.

Romanın adı kırmızı, kızıl renkte yazılmıştır. Bu kırmızılık ya da kızıllık ateş, kan ve isyan göstergesi olarak seçilmiştir. Azalya sözcüğünün fontu yumuşak, dışa dönük ve hareketlidir ve dişil bir duruşu simgelemekte. Yazarın adının da aynı renkte oluşu, yazarın kaderinin de bu yazının kaderiyle ortak olduğunu belirtmek içindir. Ancak font değişmiştir. İnce olsa da daha katı bir hal almıştır.

Okumaya devam et “Azalya’nın kapak tasarımı hakkında”

Paşa’nın Yeğeni Nasıl Hızlı Büyüdü? -3-

Hümayun’un canı sıkılmıştı. Akşama, otelde görüşmek üzere ayrıldılar. Hümayun’un kafasını meşgul eden başka bir şey daha vardı, kulağında babasının sesi tınlıyordu: “Halletmelisin!” Ama Erdelan giderse birçok şeyi de kendisiyle götürür. Birçok irtibat halkası da kopar. “Paşa Amcan yetmemiş gibi… zavallı Meryem… o salağın bunu bilmesi gerekirdi… aslanın kuyruğu ile oynanmaz… Halletmelisin!” Hümayun’a göre Erdelan, Almanya’yla yakınlaşarak gerçek dostlara sırt çeviriyordu. “Fransa’da, Almanya’da kimleri buldu acaba? Ya Kore’de?” diye düşündü. Erdelan akşam, otelin lobisinde oturmak istedi, Hümayun, odaya çıkmalarını önerdi. Sağ eliyle Erdelan’ın sırtını hafifçe okşarken, sol eliyle, beline hoş bir ağırlık veren silahını yokladı.

Okumaya devam et “Paşa’nın Yeğeni Nasıl Hızlı Büyüdü? -3-“

Paşa’nın Yeğeni Nasıl Hızlı Büyüdü? -2-

Hümayun, gizlice yurtdışına gitmiş, orada gereken eğitimi gördükten sonra İran’a dönmüştü. Tavırları kısa sürede olgunlaşmış, konuşma tarzı değişmişti. Erdelan’ın dediği olmuş ve o, hızla büyümüştü. Gerçi hep düşünceli görünüyordu; ama hiçbir şekilde dalgın değildi. O uçarı, sorumsuz havasından eser kalmamıştı. Erdelan, onunla eğitim gördüğü ülkenin dışında, bir Akdeniz ülkesinde buluşmuştu. Son görüşmelerinin üzerinden iki ay geçmişti. Erdelan Amerika’da, o ise Tahran’da, babası Menuçehr Han’ın yanındaydı.

Okumaya devam et “Paşa’nın Yeğeni Nasıl Hızlı Büyüdü? -2-“

Paşa’nın Yeğeni Nasıl Hızlı Büyüdü? -1-

“Erdelan, konuyu bu kez başka yerden ele almayı yeğledi: “Bak! İyi dinle beni! Timur Paşa Amcanın kalleşçe öldürülmesi, o orospu çocuğu Komitecilerin işiydi. Katili bulamadılar. Herkes bir laf etti. Ama…” dedi ve duraksadı. Hümayun’un, tüm dikkatini toplamasına fırsat tanır gibiydi. Belki de neyi, nasıl ve nereye kadar söylemesi gerektiğini bir kez daha değerlendirmek için kendisine bir fırsat vermek istemişti. Genç adamın, kendisini bütün dikkatiyle dinlediğinden emin olunca devam etti: “ama iş daha çetrefil olabilir. Paşanın, saray ve güvenlikle ilgili işlerde hangi pozisyonda olduğunu, nerede olduğunu bilmiyorum gerçi; fakat çok önemli bilgilere sahip olduğunu tahmin etmek pek zor değil. Yani, içerden bir temizleme harekâtı da olabilir. Bunu yakında öğreneceğiz. Her hâlükarda, pek açık oynamamalıyız. Anlıyorsun, değil mi?”

Okumaya devam et “Paşa’nın Yeğeni Nasıl Hızlı Büyüdü? -1-“

O fahişe ne yaptı?

O sıcak yaz ayından sonra Suğra’nın gözü her yerde Hüseyin’i arıyordu. Uğradığı karakolda ona sadece gülmüşler, boş ver demişler, rahat etti demişler, kim bilir ne yapmıştır, demişlerdi. Suğra, Allah belanızı versin deyip çıkmıştı. Karakoldaki polislerin ve bekçilerin çoğu bu ikiz kız kardeşin müdavimlerindendi. Suğra, korumacısı adama yalvardı, bitir bu Hüseyin itinin işini, dedi. O da gitti Hüseyin’i buldu. Hüseyin önce bağırıp çağırdı, sonra avucuna parayı koyunca adam sustu, işin peşini bıraktı. Ama Suğra bırakmadı. Suğra’nın istediği gün nihayet gelip çattı. Kübra’nın ölümünden bir ay kadar geçiyordu. Suğra bir Cuma günü, mezar ziyaretinden dönerken, Selbi’yi görmek istemişti. Ama Selbi, herkesten habersiz mahalleden taşınmıştı. Suğra, Deveçi Bazarçası’ndan çıkıp, Râzi Lisesi’ni soluna alarak, ağzında çöplüğün bulunduğu dar, uzun sokaktan evine dönerken, saçları düzgün şekilde yağlanıp taranmış genç bir adam gördü. Aynı kareli, kahverengi ceket vardı üzerinde. Sol elinde aynı sarı renkli, iri taneli tespih. Suğra adımını hızlandırdı. Yerden irice bir taş alarak adamın arkasından ona yaklaştı. Elini uzatsa ensesine değecekti. Suğra’nın sırtı ter içindeydi. Sakin bir sesle çağırdı: “Hüseyin Efendi?”

Adam döndüğünde göz göze gelmeleriyle Suğra’nın taşı kaldırıp onun yüzünün ortasına çarpması bir oldu. Adam sendeledi. İkinci darbeyi alnının ortasına indirdi. Hüseyin, sırtıyla kâgir duvara çarptı. Burnundan, dişlerinden sıçrayan kan oluk oluk akıyordu. “Dur kadın! Ne yapıyorsun?” derken kan ağzından püskürüyordu. Hüseyin’in dizleri bükülürken Suğra son darbeyi onun tepesinin tam ortasına indirdi: “Bu da Kübra tarafından!” dedi, taşı yere fırlattı ve gözyaşlarını rüzgâra vererek koşmaya başladı. O sıcak yaz günü ortasında, o uzun sokakta kimseler yoktu. Ama Suğra, arkasında bütün Tebriz’in erkekleri onu kovalıyorlarmışçasına korku içinde koşuyordu. Şekilli’den Daş Derbend’e doğru koşarken soluğu durmak üzereydi. Eve kadar gidemezdi. Sağ taraftaki Menafi Sokağı’na saptı.

Menafi Çıkmaz Sokağı’nın sonunda, nefes nefese kalıp da yere çöktüğünde ve yorgun başını sokağın yer yer alçısı dökülmüş duvarına yasladığında, duvarın arkasından bir şarkı duyuldu. Ses, çok uzaklardan gelmiş, o anı bekliyormuş gibiydi. Mahzun, okşayıcı ve garipti: “Kalbimi bezlederim minnet-ü zevkle, dilesen…”

Okumaya devam et “O fahişe ne yaptı?”