Kerim, Suğra ve Ruhsara kahvaltı sofrasından kalktılar, mutfakta konuşmaya dalan İsmal ve Hamit’e fark ettirmeden hayata çıktılar. Suğra, bir an evvel Kerim’in kaçış planını öğrenmek istiyordu. Kerim’in kolunu dürterek sordu: “Damdan mı çıkacağız, kuyu mu kazacağız?”
“Biraz sabırlı olursan görürsün. Ne duvardan aşacağız, ne de kuyuya gireceğiz ne de tünel kazacağız. Daha kolay… Gel, gel.”
Ruhsara keyifsizce, “Biraz yavaş olun, size yetişemiyorum,” dedi.
Suğra, Kerim’in yanından uzaklaşarak adımlarını yavaşlattı, Ruhsara’nın koluna girdi. Nahid’in mezarının yanından, daha sonra da onun çamaşırlarının serili durduğu siyah telin altından geçtiler. Kerim, çamaşırlara itinayla dokunurken, “Cansızlar, canlılardan uzun yaşıyor işte!” dedi. Ruhsara acınarak baktı çamaşırlara. Hayatın sonundaki duvara gelince Kerim, büyük bir sevinçle büyük bir hediyeyi gösterir gibi ağzıyla Beethoven’in 5. Senfonisini çalıp iki kolunu açarak, “Dınını nııııı! İşte!” dedi. İki kadın ne olduğunu anlayamadı. Kerim bozuldu. Duvara yaklaşmalarını istedi.
“Bakın, iyice bakın! Görüyor musunuz? İşte, burayı bu sabah açtım,” derken bir yumrukla açtığı deliği ortaya çıkardı. “Yapacağımız tek şey bu deliği biraz genişletip çekip gitmek. Bu kadar basit!”
Ruhsara, “Fazla basit bu Kerim Bey,” dedi.
Kerim gülümseyerek, “Daha iyi ya Ruhsara Hanım!” dedi.
“Bizim durumumuza göre yani… Bu kadar basit bir kaçışı başkaları da düşünmüş olamaz mı?”
Suğra, duvarı yoklarken, “Doğru ya! Biz düşündük de bizi getirenler düşünemedi mi? Bu çok kolay!”
Kerim, “Hayır! Düşünemezler. Çünkü onlar bizi bizimle meşgul etmek istiyorlar. Biz onların, bizim düşünmemizi istedikleri gibi düşünmediğimiz zaman, neyi düşünemediklerini bulabiliriz. Bu kadar basit!”
Suğra güldü: “Kes zevzekliği… Adam gibi anlat… Tek kelime anlamadım.”
Kerim, “Anlamana gerek yok,” dedi ve yeniden binaya baktı, “Tamam mı? Bu akşam buradan kaçacağız. Hamit ve İsmal uyuduktan sonra yani.”
Ruhsara, bahçedeki ağaçları seyrediyordu. Suğra, “Neden akşamı bekleyeceğiz ki? Valiz mi alacağız, yoksa paralarını koyduğun keseleri, çuvalları mı? Şimdi çekip gidelim işte… Allah, Allah!”
Kerim, el çırparak, “Doğru be! Neden olmasın! Aklınla bin yaşa. Gördün mü? Bu kadar basit bir şeyi ben düşünememişim. O ikisi içerideyken biz işi bitirebiliriz!” dedi ve cevap beklemeden, çalıların arasında sakladığı kazma ile küreği aldı. Avucuna tükürerek kazmayı kavrayıp duvara sıkı bir darbe indirdi. Bir başın kolayca geçebileceği bir delik açıldı.
“Önce bir bak bakalım etrafa… Birileri olmasın. Tekin değilse geceyi bekleyelim.”
Bunu, Suğra söyledi. Önceki sözünden pişman olmuş gibiydi. Kerim, “İyi fikir,” dedi ve kazmayı yere bırakarak başını delikten dışarıya uzattı.
Suğra ve Ruhsara merakla bekliyorlardı. Kerim, kendi kendiyle konuşuyordu sanki: “Tuğladan bir duvar daha var. Komşu evin duvarı. Buradan geçmek için o duvarı da delmemiz gerekecek. Ama… iki duvar arası çok dar. Bir adım bile değil. Yan dursak bile sığmayız. İmkânı yok. Diğer duvarı da buradayken delmeliyiz.” Kerim, karşı duvarın içinden dışarı fırlayan bir tutam saçı görse de itina etmedi.
Ruhsara, bir adım ilerledi. Eliyle Kerim’in sırtına dokunarak “Çekil bakayım!” dedi. Kerim, kafasını çekti. Genç adam söylenirken Ruhsara eğilerek başını deliğe soktu. Sessizce seyrediyordu. Sessizliği uzun sürünce Kerim dayanamadı: “Öyle değil mi?” dedi.
Suğra, “Hiç mi geçemeyiz?” diye kaygılandı.
Ruhsara, sessizliğini bozmadan seyretmeye devam etti.
Kerim, “Ne görüyorsun Ruhsara Hanım. Anlatsana! Sence sığar mıyız? Geçebilir miyiz?”
Ruhsara cevap vermiyordu. Duymuyordu belki de onları.
Suğra, Ruhsara’nın eteğini çekiştirerek, “Çekil bir de ben bakayım,” dedi.
Ruhsara’da ne ses vardı ne tepki. Kerim’in sinirleri iyice gerildi: “Çekilsene Ruhsara!”
Ruhsara kımıldamayınca, Kerim şaşkınca baktı Suğra’ya. İki eliyle Ruhsara’nın belinin iki yanından tutarak çekmeye başladı: “Öldün mü Ruhsara, ne donup kaldın böyle?”
Ruhsara duymuyordu. O sadece inanmaya çalışıyordu: duvarın öte yanında Fetullah Han, eşi Hacı Ziver’in uzattığı gümüş tepsiden çay bardağını aldı. Siyah, kaytan bıyığının altından güldü. Fetullah Amca’sı çayı içtikten sonra, “Ben biraz uzanacağım,” dedi. Odadan çıkarken, “Biliyor musun hanım, sana bir şey söyleyeceğim. Sakın kimseye açma bu konuyu. İçimi kemiriyor bu düşünce,” dedi. Ziver Hanım, kapıya kadar geldi, elini usulca Fetullah Han’ın kolunun üzerine koydu: “Nedir beynini kemiren?”
“Bir sır!”
“Söyle bana!”
“Lütfullah ağabeyim zayıf çıktı. Çürük çıktı.”
“Nasıl?”
“Sen de babanı, Samet Han’ı biliyorsun!”
“Ne olmuş babama?”
“Lütfullah ile baban anlaşmışlar… Yok edecekler.”
“Neyi?”
“Kalleşçe hem de!”
“Ne diyorsun Fetullah?”
“Zamanını bilmiyorum sadece. Feyzullah’ın oğlu da öyle gitti. Ağabeyim Feyzullah Han da öyle. Bu masum kızın suçu neydi? Babasız bıraktılar çocuğu! Kalleşlik bu hanım!”
“Bu korkunç bir itham Fetullah!”
“Evet hanım… Çok korkunç! Ama itham değil, gerçek.”
Ziver şaşkınlıkla elini Fetullah’ın kolundan çekerek kendi ağzını kapattı. Fetullah, kapıdan süzüldü ve sedire uzandı. Battaniyeyi üzerine örttü. Ellerini battaniyenin dışında, göğsünde kilitledi. Sonra bir adam geldi. Bir elinde gümüş bir kap. Gümüş kabı açtı. Silahı çıkardığı gibi Fetullah Han’ın alnına doğrulttu. Gıcırdayan kapıya baktı. Silahı sakladı. Kapıdaki, adamın yanında saklı eli görününce adam silahı Fetullah’ın göğsüne nişan aldı. İki el ateş etti. Adam, “Kalleşler, kalleşler!” çığlığına yürüdü. Eğildi. Çığıranın kollarından tuttu: “Sus kız! Sus, bağırma!” dedi. Gözlerinin içi kan çanağıydı. Adam, çığlık atanı kendi başına bırakıp kaçtı oradan. Küçük kız, kapının aralığında donmuştu. Ayak seslerini duyunca amcasının yanına koştu. Kana doymakta olan battaniyenin üzerine attı kendini. Yüzünden öptü Fetullah Han amcasının. Ziver’in zarif kolları Ruhsara’yı amcasının üzerinden uzaklaştırırken titriyordu.
Kerim, daha fazla dayanamadı: “Çekil be ihtiyar! Ne yapıştın deliğe. Çekilsene. Allah, Allah. Zamanımız yok,” diyerek Ruhsara’yı hızla oradan uzaklaştırdı. Ruhsara’nın rengi saman sarısıydı. Bütün vücudu titriyordu. Dişleri bir birine çarpıyor, takırdıyordu. Aniden iki avucuyla saçlarını yolmaya başladı. Sessiz, sedasız. Duvarın dibine çöktüğünde Suğra, telaşlanarak yanına oturdu: “Ne oldu ana? Bu ne hal? Bir şey mi oldu? Allah aşkına söyle Ruhsara Bacı!”
“Odur! Odur! Gördüm onu!”
“Kimi gördün? Perişan olmuşsun. Bir dakikada seni böyle dağıtan nedir Ruhsara. Allah aşkına söyle!”
“O kalleşi gördüm. Bulacağım onu. Nerede olursa olsun bulacağım onu. Bin yaşında olsa da bulacağım onu. Benim peşimden geldi. Rasta Küçe’ye bir fahişe alıp getirdi. Her gün yolumu kesti. Kocam Şeyh Murteza’nın ölüsü bahçede yıkanırken de oradaydı. Kocamın ölüsü yıkanırken, ben duvarın yanında ağlarken o, kuyunun yanında durmuş bana bakıp gülüyordu. Nerede olsa bulacağım onu.”
Suğra, “Ruhsara ana kimi diyorsun? Adı ne?”
“Adını bilmiyorum. Bilmiyorum. Bilmiyorum!”
Suğra ayağa kalktı. “Dur bir dakika. Ben de bir bakayım. Belki ben tanırım. Benim de çocukluğum Rasta Küçe’de geçti. Belki tanırım onu… Kuyunun yanında… Gülüyordu sana!”
Suğra deliğe doğru giderken Ruhsara, zorlukla ayağa kalktı binaya doğru küçük adımlarla ancak hızla yürümeye başladı. Kerim bağırdı: “Siz deli misiniz yoksa beni mi delirtmek istiyorsunuz? Sinemaya mı geldik yoksa kahrolası bir delik açıp kaçmaya mı?”
Suğra başını deliğe soktu. Kerim ortada kalmıştı.
“Suğra, sen ne görüyorsun? Ruhsara Hanım nereye gidiyorsun?”
Kerim, iki kadının arasında, iki duvarın ortasında sıkışmıştı. İki kadından da cevap alamadı.
Ruhsara, Nahid’in mezarının yanından geçerken duraksadı. Geri döndü ve onun siyah tele serilmiş çamaşırlarına baktı. Yumruklarını sıktı.
Suğra başını delikten alınca serseme dönmüştü. Şuursuz bir kekemeliğe yakalanmıştı sanki. “Annemi gördüm,” diye tekrarlıyor, Kerim’in sorularına aldırmıyordu. Kerim şaşırmış, bir Suğra’ya bir de duvardaki deliğe bakıyordu.
Suğra uzaklaşınca Kerim bir daha başını deliğe sokarak diğer yana baktı. Tuğla örülü duvarı görünce fazla dayanamadı. Hızla başını delikten çekerek Suğra’nın peşine takıldı.
Suğra binaya yönelirken Kerim’in sesini arkadan duydu: “Ne saçmalıyorsun Suğra? Ne demek anneni gördün?”
Suğra ter içindeydi: “Evet… Onu gördüm. Hem de iki defa gördüm Kerim. Yastıkları koydu ayağının altına. Bir de kuyunun kenarında onu yıkarlarken! Sonra babam geldi… Onu şimdiki gözlerimle gördüm Kerim. Çocuk gözlerimle değil!”
Kerim Nahid’in mezarının yanından geçerken kahvaltı sırasında Suğra’nın dediklerini anımsadı. Kapıya yönelirken Suğra’nın arkasından bağırdı: “Sen bu sabah ne demek istedin?”
Suğra yanıtlamadı. Kerim, Suğra’nın omuzlarından yakaladı: “Sana soruyorum. Nahid’i yıkarken kelebek gibi uçtu dedin… Ne demek istedin?”
Suğra öfkeyle bağırarak omzunu Kerim’in ellerinden kurtardı: “Bıraksana! Çeksene elini!”
Kerim geri koşarak siyah çamaşır telini çekip kopardı. Tel yarıdan koparken çamaşırlar yere düştü. Telin iki ucunu iki eline doladı. Yarım metrelik tel, şimdi iki eli arasında gerilmişti.
Suğra, Ruhsara’nın ardından binaya girdiğinde Hamit ile İsmal mutfaktan çıkıyorlardı. Kerim hızla içeri girdi, Suğra’yı yakaladığı gibi bu sefer sırtını duvara yapıştırdı, teli boğazına gerdi. Sesi boğuktu: “Bak bana kadın! Hiç şakam yok, inan bana. O duvarın ötesinde ne gördün, ne görmedin hiç umurumda değil. Bana bu sabah ne demek istediğini bir kez daha söylemezsen gebertirim seni.”
Suğra, şaşılacak derecede sakindi: “Sen hep yavşaktın değil mi?”
Kerim bağırdı. Ağzından sıçrayan salya damlaları Suğra’nın yüzüne çarptı: “Anlaaaat!”
Bu sefer Suğra da aynı öfkeyle bağırdı: “Ne anlatacağım be! Kadının memesini mi merak ediyorsun? Ölünün memesine mi heveslendin ha?”
İsmal, Kerim’e doğru adımlarını hızlandırırken elini beline götürdü. Gümüş bir kap çıkardı. Açtı. Kabı yere fırlattı. Tabancayı Kerim’e doğrulttu: “Bırak kadını Kerim!” diye bağırdı. Kerim’in tüm varlığı göz olmuş, Suğra’nın dudaklarında donmuştu: “Söyle!”
Suğra öfkeyle ve hızla konuşuyordu. Sırtından ter akıyordu: “Bu sabah kadını yıkarken gördüm. Memesinin üzerinde pembe bir leke vardı. Bir kelebek gibi. Kendisi de bir kelebek gibi uçtu, dedim. Ne var bunda seni bu kadar çıldırtan?”
Kerim’in teli sıkan yumrukları gevşerken, Suğra kendini onun elinden kurtardı, öfkeyle yere tükürdü. Ruhsara, bir hazineyi ya da ruhundaki kâbusun cisimleştiğini ve İsmal’ın elinden yere düştüğünü görmüştü. İtinayla eğilerek gümüş kabı yerden aldı. İsmal’ın elindeki silahı görünce, kabustan uyanarak çığlık attı: “Kalllleeeeeşşşş!!”
(Ölümü Gözlerinden Gördüm, roman, h.h., Arkadaş Yayınları, 2010)