o genç ölü!

“Kerim, izmariti ayağının altında ezdi bir sigara daha yakarken kararını verdi; canını buradan, bu deliler evinden kurtarmalıydı. Huriye’yi ne pahasına olursa olsun bulmalıydı. Hapishanede çektirilen acıları, sevgilisinin bedeninden ve ruhundan çekip çıkarmalıydı; ansızın böğrüne saplanan kahpe bir bıçağı, etine, tırnağına giren tırmığı, dikeni çıkarır gibi. Kan, parmaklarının arasından akacak; ama bitmiştir artık, diyecek. Sonra onu alıp Tebriz’in kavaklarının, rüzgârın elinde titreyip çın çın ettiği evine götürecek, rahat ettirecek. Ama nasıl? Önce mutfakta yatan genç kadının cenaze işlerini bitirmeliyim, diye düşündü. Ruhsara da Suğra da kendisi de çoğalmalıydı. Her biri beş kişi, on kişi olmalıydı ki genç gövdeyi toprağa verirken garip kalmasın. Ama nasıl?

*

Kerim, dışarıda başını duvara yaslamış düşünürken Ruhsara, seccadeyi açtı. Dualarını okuduktan sonra bileğine dolamayı adet edindiği, türbe toprağından yapılı tespihini bileğinden açtı. Seccadede dikdörtgen, irice bir de mühür vardı. Namaz kılarken alnını bu toprak mühre koyar, namazını bitirince de toprak tespihi bileğinden açar dua okurdu. Bu tespihi evlenirken İsmet Anne’si koymuştu çeyizine. Babası Feyzullah Han Kerbela’dan getirmişti. İmam Hüseyin’in türbesinin toprağından yapıldığı söylenirdi. Yıllarca İsmet Hanım’ın parmakları arasında dönüp durmuştu. Mühür ve tespih tuhaf esrik bir gül kokusu saçardı. Ruhsara namaza durmadı. Bir bakır tas aldı. Tespihin ipini kopardı. Tespih taneleri bakır tasın kenarlarına çarparak tasa doluştu. Sonra mührü attı tasın içine. Havan koluyla kırdı, toz haline getirdi. Kazandaki kaynar sudan bir kepçe alarak tası yarısına kadar doldurdu. Türbenin toprağının taze kokusu yüzünü yaladı. Çamur kıvam bulunca, Suğra ile birlikte, sanki birileri bu iki kadına ne yapmaları gerektiğini söylüyormuş gibi, Nahid’i sessizce soymaya başladılar. Genç kadının solmuş bedeni çırılçıplak, yemek masasının üzerindeydi. İki kadın şaşkınlığın ötesinde bir yerde, ölünün elbiselerini üzerinden aldıkça artan pislik kokusu içinde bu genç bedenin üzerinde oluşan oluk oluk morluklara, yara bere izlerine, çürüklere bakıyorlardı. Ruhsara’nın dudaklarından sessizce akan dualar hızlanmıştı: in kânet illa seyheten vahideten fe iza hom cemîon ledeyna mohzerun[1]. Suğra kımıltısız duruyordu. Ruhsara, onun koluna dürtünce, sıcak su tasını Ruhsara’ya uzattı: “Al sen yıka! Benim gibi bir günahkârın eli kirletmesin bu masumu.”

Ruhsara, dualarını kesmeden, Suğra’ya suyu dökmesini söyledi. Suğra, suyu itinayla, sanki sıcak su yakmasın der gibi, Nahid’in uzun saçlarından aşağı boca etti ve sabunu uzattı. Ruhsara, kara uzun saçları sabunlarken Suğra, “Bak,” dedi, “sol döşünün üstündeki lekeye bak. Bir kelebek gibi sanki. Pembe bir kelebek. Uçuyor mu, konuyor mu belli değil. Belli… uçuyor… Ah bahtsız kardeşim, kendin de bir kelebek gibi uçmadın mı camdan? Bir soran da yok ki, bilinsin neyiydi bu kızın günahı, vebalı?”

Ruhsara, sessizce okuduğu Kuran ayetlerini kesmeden başını sallayarak onu onaylıyor, gözyaşları, cesedin memesinin üzerindeki pembe lekeye, köpüklü suya damlıyordu. Ruhsara, eliyle Suğra’ya çevirelim, işareti verdi. Ruhsara, genç kadının bacaklarından tuttu, Suğra ise omuzlarından. Sırtını çevirdiklerinde, Suğra gerileyerek kısa bir çığlık attı: “Ya Resul Allah! Nedir bu Ruhsara bacı? Bu kadının ne suçu vardı ki böyle lime lime etmişler? Yemin ki benim kardeşim Kübra’nın sırtında bile bu kadar kırbaç yarası, tekme izi yoktu…”

Ruhsara, el ve göz işaretleriyle cesedin paramparça edilmiş ayak bileklerini, tabanlarını, gösterdi. Suğra sustu. Sessizce göğsünü yumrukladı. Başını elleri arasına aldı. Yere çöktü. Sanki bir çığlıktan, genç bir kadının bilinmeyen bir evin mutfak masasının üzerinde yıkanmaya uzatılmış cesedinden fışkıran bir çığlıktan korunmak ister gibi, başını dizleri arasına sakladı. Saklayamadı, başını sersemce kaldırdı, göğsünü tekrar yumrukladı ve aniden ayağa kalkarak, “Sabunu bana ver Ruhsara bacı. Ben devam edeceğim, ben yıkayacağım…” dedi.

Ruhsara, başıyla işaret ederek su istedi. Suğra, tası Ruhsara’ya verdikten sonra, sabunlu lifi ondan aldı. Bir yandan hıçkırıyor, bir yandan söyleniyordu: “Madem öyle, kardeşim benim, madem seni böyle paramparça etmişler, benim yanıma göndermişler… ben de…” diyor ve öfkeyle şefkatin birbirine karıştığı bir sesle söylenip duruyordu, “yıkarım seni… seni ben yıkarım… ben yıkarım seni… bütün günahlarından, acılarından, çektiklerinden ben arındırırım seni… neden konuşmadın? Neden derdin nedir söylemedin be zavallı? Kavatların dünyasında zordur değil mi ayakta durmak? Zordur değil mi kadın olmak? Zor tabii… benim Kübra’mı görsen… kardeşim Kübra bir demet güldü… senin memenin üzerindeki kelebek gibiydi…”

Ruhsara, dualarını mırıldarken kendi başındaki beyaz tülbendi aldı. Tülbendi yırtıp parçalara ayırdı. Eliyle, Nahid’in aralı duran gözlerini usulca kapattı. Parmağının ucuyla bakır tastaki türbe toprağının çamurundan alarak genç cesedin gözkapaklarına sürdü. Tülbentten yırtıp ayırdığı bir parça bezle gözlerini, gözbağıyla kapatır gibi kapattı. Sonra çamurdan alarak alnına sürdü ve sardı. Çamurdan bir damla genç ölünün ağzına koydu, çenesini bezle kapattı. Avuçlarına, bir gelinin ayalarına kına yakar gibi, türbe çamurunu sürdü, avuçlarını kapattı. Bileklerine, ayaklarına Evin Hapishanesi’nin uzak anıları gibi duran kelepçe, pranga, kalorifere bağlanırken vurulan zincir ve kırbaç izlerine türbe çamuru sürerek ayaklarını bileklerinden birleştirerek bağladı. Sonra çadırasını başından aldı. Beyaz saçlarının uzun iki örgüsü beline düştü. Suğra’ya dönerek, kısık bir sesle “Kefen yok! Benim çadıramı ona kefen yapalım,” dedi. Ruhsara’nın yıllarca namaza dururken başına örttüğü pembe çiçekli beyaz çadırası şimdi genç kadının cesedine kefen oluyordu. Ruhsara, seccadeyi alarak cesedin üzerine serdi. Suğra, “Çadırasız, tülbentsiz, başı açık kaldın …” dedi.

“Kes eteğinden bir parça.”

Ruhsara ikircikliydi: “Ama Ruhsara bacı, bu… eteklerim yani… temiz değil…”

Ruhsara, masum bir kraliçe gibi emrini tekrarladı: “Kes bir parça…”

Suğra, buruşmuş eteğinden bir parça yırtarak ona uzattı.

Ruhsara, başını yeni başörtüsüyle kapatırken fısıldadı: “Kalleşler!”

Suğra, “Namazını kim kılacak? O mollaya kıldırmam bilesin!” dedi.

Ruhsara’ın fermanı, ebediyet krallığının hükümranı tarafından duyurulan ferman gibi açık ve kısacıktı: “Bir sen kılacaksın, bir de ben!”

“Ben mi? Olur mu? Hayatta olmaz. Sevaptan çok günah yazar bu zavallıya.”

“Kılarsın Suğra Kadın! Hem de en âlâsını kılarsın. Bil ki aramızda senden masumu yok bu namaz için.”

“Ne diyorsun Ruhsara? Sen beni tanımıyorsun bile.”

“Kim olduğunu, neci olduğunu dün gece söyledin! Mahallenin bütün erkeklerini sen vermişsin günahın ateşine. Değil mi?”

“Öyle diyorlar.”

“Öyleyse kıl namazı. Kendin için de kıl. Benim için de.”

“Olmaz böyle şey. Çarpılırız valla.”

“Daha nasıl çarpılacağız Suğra Hanım? Ha? Daha nasıl?”

“Kerim’e söyleyelim o kılsın.”

Suğra, bunu söyledikten sonra mutfağın kapısını açarak Kerim’i içeri aldı. “Bak Kerim,” dedi, “bu genç kadının namazını kılmak bize düştü. Ben o mollaya kıldırmam. Bunu Ruhsara’ya da söyledim. O diyor ki ben kılayım. Böyle bir şey olur mu hiç?”

“Neden olmasın?”

“Vallahi siz kafayı yemişsiniz. Ulan nerede görülmüş bir orospunun cenaze namazına imam olduğu? Sen kılacaksın tamam mı?”

“Etme Suğra Kardeş! Ben ne bilirim namaz nedir, cenaze namazı nedir?”

Ruhsara, masaya yaklaştı. Bir orospunun lekeli eteğinden yırtarak yaptığı yeni başörtüsünü düzeltti: “Geçin arkama! Saf tutun! İsterseniz siz de kıldırırsınız.”

Suğra itiraz eder gibi araya girdi: “Sabah ezanı okundu mu? Diyorum ki öğleni beklesek!”

Kerim de ona katıldı: “Ruhsara, öğlen ezanını beklesek? Camilerde ezan okunduktan sonra kılınır diye biliyorum.”

Ruhsara, cesedin yatırıldığı masaya dönerek Şazda Hanım’ın arkasından bakar gibi Nahid’in cesedine baktı ve ağırbaşlılıkla ellerini kulaklarına götürdü. Tekbir getirip namaza durdu. Kerim ile Suğra, şaşkın ve acemice onun arkasında saf bağlarken uzaklardaki horozların sesine karışan ezan sesi duyuluyordu.”

(Ölümü Gözlerinden Gördüm, roman, h.h., Arkadaş Yayınları)

[1] Kuran. 36. Sure, Yasin suresi, Ayet 53: Tek bir sayhadan başka olmaz ansızın tüm yaratılanlar hazır bulunurlar.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s