“Kars kar altındaydı. O ufacık tefecik kızı yakalamak için bir ordu gelmişti adeta. Ev birden sarılmıştı. Yapılacak bir şey yoktu. Kelepçelendim ve işkenceler başladığında yirmi birindeydim. Yirmi bir yıl! Çok şey sığdırmıştım bu kısacık ömre. Kocaman bir aşk, çürümüş bir ailenin lanetli küfesi sırtımda, bir çocuk, silahlı mücadele. Beni Tanya’ya benzetirdi yoldaşlar! Siyah kısa saçlarım, kara iri gözlerim ışıl ışıldı. Sonra gözlerimdeki ışıklar söndü. O ışıkları işkence odasında çaldılar.
Sana o işkenceleri anlatmayacağım. Bir bilsen! Bir bilsen! Sustum ve düşündüm! Haykırdım ve düşündüm. Çığlıklar attım ve beynimi yedim. Ruhumu karnımda sakladım. Ben macera insanıydım. Daha sana doğmadan önce. Dağların maceracısı, denizlerin, mağaraların… Sadece macerayı yaşamanın maceracısı. Maceranın içinde olmanın hazzı sadece. Hiçbir zirve yoktu çıkmak istediğim, hiçbir derinlik yoktu dalmak istediğim, hiçbir karanlık yoktu dokunmak istediğim. Önemli olan maceranın kendisiydi. Yol değil, geçişin kendisi. Ta ki bir ses duydum. Hiç beklemezken. Beyaz bir ses. Ormanın dağı öptüğü çizgiden yükselen beyaz sise benzer bir ses. Işığı parçalayan, suyu parçalayan, dumanı parçalayan ve parçalanmak için rüzgârı çağıran bir ses. Yaklaştım sana. Önce kirpiklerimle dokundum sesine. Sonra gözbebeklerimle, sonra burnumun ucuyla, sonra dilimle… Göğsümü açtım sonra. Göğüs kemiklerimle, tenimle dokundum. Çıplak ellerim beni senin çıplak kayalıklarına getirdi sonra. Sonra mağaralarına. Hiçbir ışık beklemeden girdim mağaralarına. Kulaklarımsa sesinde asılı kalmıştı. Senin mağaralarının en karanlık köşelerinde kaybolduğumda karnımın çukurlarına, dişlerimin dibine ve kulaklarımın derinlerine hazzın dolarak yayılıyordu. Şehvet değildi bu haz. Kelebeğin susaması gibi bir şeydi. Bir arının taçyaprağından geçip de çiçeğin yüreğine sokulması gibi bir şey. Mağaralarının nemli, karanlık ürpertisini anımsıyorum hâlâ. Yankılanan damla damla damla seslerini, kalp atışlarımı aşıp geçen su sesi. Ve ben yürüdüm. Yıllarca yürüdüm. Ayaklarımın altında patlayan volkanlar vardı. Gözlerim kördü. Ve ben o mutlak körlük içinde yürüdüm. Bütün evreni ağzıma üflüyor gibi yürüdüm. Oysa ne sen Şiva’ydin ne ben Vişnu. Ne benim dansım Tandava’ydı ne seninki Lasya. Alevle rüzgârın dansıydı bizim dansımız. Bizim dansımız varla yokun iç içeliğiydi sadece. Ama mağaralarının derinlerinde uyuyan yarasaların uyanmasın diye çıplak ayaklarım yosunlarının üzerinde aksayarak giderdi. Ağzındaki yılanlar gırtlağıma sarıldığında bir şarkı dökülürdü göletlerine. En kadim babalarımın ve analarımın gözyaşlarıyla dolan gölet. Kan renginde. Ben maceracıydım. Sana inanmadan önce. Senin ayetlerinin indiği mağaraya adım atmadan önce. Ama olan oldu. Aç dedin avuçlarını. Açtım. Sonra parmaklarının ucunun ateşiyle çizgiler çizdin avcuma. Dik dur dedin. Durdum. Parmaklarının ucunun ateşiyle alnıma çizgiler çizdin. Aç ağzını dedin. Açtım. Parmaklarının ateşini üfledin ağzıma. Sesine hep bir kanat sesi karışmıştı. Rüzgârın anası bu iki kanat ortasından doğmuştu sesin. Ben maceracı olmadan önce o rüzgâr beni çağırmıştı sisini parçalayan. Sırtımda ateş küfesi. Sen bana geçtin ben sana. Rüzgar ateşe dönüşmüştü, ateş rüzgara. Aaah benim deli dumanım. Dişlerini öpmüştüm ilkin. Saçlarını ısırmıştım. Tırnakların etimi doğradığında sana inanmaya başlamıştım. Aaah benim kör peygamberim. Aaah benim dilsiz Davud’um. Aaah benim kolları kesik Yahya’m.”
(Bu hepimizin rivayetidir‘den, h.h.)