“Erdelan, konuyu bu kez başka yerden ele almayı yeğledi: “Bak! İyi dinle beni! Timur Paşa Amcanın kalleşçe öldürülmesi, o orospu çocuğu Komitecilerin işiydi. Katili bulamadılar. Herkes bir laf etti. Ama…” dedi ve duraksadı. Hümayun’un, tüm dikkatini toplamasına fırsat tanır gibiydi. Belki de neyi, nasıl ve nereye kadar söylemesi gerektiğini bir kez daha değerlendirmek için kendisine bir fırsat vermek istemişti. Genç adamın, kendisini bütün dikkatiyle dinlediğinden emin olunca devam etti: “ama iş daha çetrefil olabilir. Paşanın, saray ve güvenlikle ilgili işlerde hangi pozisyonda olduğunu, nerede olduğunu bilmiyorum gerçi; fakat çok önemli bilgilere sahip olduğunu tahmin etmek pek zor değil. Yani, içerden bir temizleme harekâtı da olabilir. Bunu yakında öğreneceğiz. Her hâlükarda, pek açık oynamamalıyız. Anlıyorsun, değil mi?”
“Bence Komiteciler yaptı…”
“Olabilir… olabilir. Ama, zeki bir insan kapalı varsayımlarla ilerlemez.”
“İşte o beyaz Peugeot meselesi gibi… Pek anlaşılmadı sonunda.”
“Anlaşılmaz olur mu? O beyaz Peugeot, Paşanın özel yaverine aitti. Benimle, yakalanmadan önce konuştu. Dedim ya, Meryem’e her şeyi gitmeden önce anlattım. Aynı akşam konuştum kendisiyle. Paşa onu çağırmış. Ama odaya girdiğinde ölü bulmuş Paşayı. Ne yapacağını şaşırmış ve panikleyerek kaçmış. İşte, kaç ders alabilirsin bu olaydan! Birincisi, demek adam kendi canının korkusuna kapılmış. Komiteciler yakalar diye. Beklenmedik bu olay karşısında paniğe kapılmış, kontrol kurallarını yitirmiş ve içgüdüsel davranmış, bu iki… Evi aramadan, Meryem’i ve diğerlerini bulamadan, onların sağlığından emin olmadan ortadan kaybolmuş, bu üç… Bu bir oyun değil, olsa bile, bu oyunda takımın bireylerini unutmak, her şeyden önce kendini oyundan atmak demektir. Nitekim de öyle oldu. Yakalandı ve “Şah’ın Muhafız Alayı’nın önemli üyesi” yaftasıyla zırt diye idam edildi. Büyük hata… Bunların hepsi önemli birer derstir. Zaten buradaki olayları görmek, onlardan öğrenmek, gece gündüz üniversiteye gitmekten daha eğitici…”
“Ama ben ‘kapalı varsayım’ dediğiniz şeyi pek anlamadım. Yani ‘kesin’ diye bir şey yok mu? Nasıl yani kapalı varsayım?”
“Nasılı var mı? Başka alternatif, başka olasılık, başka yol, başka çare düşüneceksin hep… Kapalı olmamalı kafan… düşüncelerinin bir ucu hep açık olacak yani… kapalılığa alışmamalı. Kafanda çıkmaz sokak olmamalı. Kaldı ki, kesinliği yöneten şüphedir. Kesin olan, kesin olmayanın devamlılığıdır. Kesin olan şey, iki kesin olmayanın ortasında sıkışmış hakikattir. Hakikat sandviçi! Kapalı bir kafayla ‘kesin’ diye düşünmek, tükenmişliktir, tıkanmışlıktır. Şüphe ettikçe peşinden sürükleyeceksin. Peşinden sürükleniyorlar diye şüpheye düşmek başka! Peşindeler diye şüphecilik bambaşka… anladın?”
“Kafam iyice karıştı. O zaman insan hiçbir karar alamaz, yürüyemez. Kaldı ki hep kuşkularla yaşanmaz ki!”
Erdelan kıs kıs güldü. Bavulun etrafına dizdiği elbiseleri, yatağın üzerinde kendi haline bırakarak sehpadan içki bardağını aldı, pencereye doğru yürüdü. Tül perdenin arkasından caddeye göz attı: “Ha! Bakıyorum kafayı çalıştırıyorsun! Karar verirsin, yola koyulursun; fakat ortaya koyduğun varsayımlar, alternatifler yolunda birer ışık olur. Yolunu daha iyi görmeni sağlar. Halbuki, kesin karar vermişsen, elinde yığınla ışık yerine bir tek fener var demektir. Alternatifsiz ve kararsızsan işte o zaman boku yedin! Karanlıkta yürümeyi sevmezsin herhalde!”
“Hayır sevmem. Ama bazen, karanlık da emniyettir!”
“Evet öyledir. Aferin! Kafayı çalıştırıyorsun! Sen karanlıkta olduğun, düşmansa, senin alternatiflerin ve bilgilerinle aydınlanan yerde olduğu sürece öyledir! Yoksa ensene yapışırlar. Yakayı ele vermen işten bile değil! Sen karanlıkta, düşman aydınlıkta! Kural budur!”
Hümayun, pencerenin yanındaki sehpadan bir sigara aldı. Kendi çakmağıyla yaktı. Erdelan ona, onun pek yakında eğitim için yurtdışına çıkarılacağını bildirmedi. Pencereden uzaklaştı ve kendini, pencereye bakan koltuğa attı. Dinç ve neşeliydi: “Bak oğlum! Aylardır, sana bilmen gerekenleri söylüyorum durmadan. Ama şimdi söyleyeceğimi hiç unutma sakın! Bu boktan risklere girmenin bir mükâfatı olsun ister misin?”
“Evet!”
“Yanlış cevap! İşte o zaman yine boku yersin! Mükâfat bekleyenler, uşak olarak yaşamaya mahkum olur hep. Unutma bunu!”
Hümayun, sigarasından derin bir nefes çekti ve düşünceli bir şekilde cama doğru üfledi. Mırıldanarak, “Anlamadım!” dedi ve hâlâ, birçok konuyu anlamakta zorluk çektiği için canı sıkıldı. Erdelan ise parmağını, onun acıyan yarasına bilerek basmaya devam etti: “Biliyorum anlamadığını! Bak, bu memleket bizim! Anlıyor musun? Bu topraklar, bu madenler, ormanlar, altınlar, petroller, uranyumlar, bor, boksit, bakır, gümüş madenleri, nehirler, hatta işçiler, çiftçiler, kuşlar, atlar, itler, kurtlar, balıklar… Hepsi bizim. Tekrarla, ‘Bizim!’… Tekrarlasana oğlum!”
“Bizim!”
“Tekrarla!”
“Bizim!”
“Bir daha!”
“Bizim!”
Hümayun’un gözleri, söylenenleri tekrarladıkça irileşiyordu. Erdelan sürdürdü: “Âlâ Hazret bunu biliyordu. Zenginlikleri, fabrika sahiplerine, sanayi sahiplerine dağıtıyordu. Ordu, polis, hepsi bizim emrimizdeydi ve öyle de olmalıydı. Millet, çalışmayı bilmeli. Çalışmayan millet ölmüş demektir. Ayrılmaz bir bütündük. Ama herkes kendi yerinde olmalıydı. Ve öyleydi de. Kalın derili, tepinip duran çatlak taban gelip de, ‘Ben beyin olacağım,’ yahut düşünen yumuşacık beyin de, ‘Ben topuğun vazifesini yapacağım,’ diyemez. Bu, doğanın kurallarına aykırıdır. Bu kurala boyun eğmeyenlerin, milli birlik ve beraberliği bozmak isteyenlerin kafasına orduyu küt diye indirirdi işte. İndiririz. Polisi, katil arılar gibi sokarız yuvalarına. Canına okuruz. Âlâ Hazret, bunu en iyi şekliyle yapıyordu. Ordu bunu korumak için vardır, yoksa bedavadan mı besliyoruz bu generalleri? Senin rahmetli amcan başka. O hem askerdi, hem bu zenginliklerin sahibi olmayı bilen asil bir ailenin temsilcisi. Yani hem çomaktı, hem çomakçı.”
Hümayun, sigarasını söndürdü, bacak bacak üstüne attı.
“Yine anlamıyorsun ne dediğimi değil mi? Neyse! Bu mollalar, milli ordudan ne anlar? Hiçbir şey! Milli birlikten, beraberlikten ne anlar? Hiiiç! Âlâ Hazret hep söylerdi: ‘Bu büyük devlet, milletiyle, memleketiyle bir bütündür.’ Bu baldırı çıplaklar bu beraberliği bozmak istediler. Saydıklarımın sahibi sen olmak istiyorsan Şah’ın milli beraberlik dediği şeyi savunacaksın. Sen baş olacaksın, taban ise tabanlığını bilecek. Şimdi bak işte! İngilizler, mollalarla daha çabuk ve daha iyi anlaşma yaptı. Onlar memleketi ele geçirdi. Biz mükâfat istemiyoruz. Biz, elimizden zorla alınan memleketimizi, milli birlik ve beraberliğimizi istiyoruz. Onun için, İsrail ve Amerika’daki dostlarımız bize yardım ediyor. Eğer sen yarın bu memlekette, yani kendi memleketinde adam gibi evinin sahibi olmak istiyorsan, bugün sana düşenleri mükâfat beklemeden yapmalısın. Gerektiğinde, orduyu da bu serserilerin kafasına bir çomak gibi indirmeyi bilmelisin! Hacı Gulam Hüseyin’in oğlunun kulaklarını doldur. Bakma mollalarla oturup kalktığına; zeki çocuktur, hem, eskiden istihbarat memuru olarak çalışmış. Ona önemli işler yaptırabiliriz. Tamam mı?”
“Tamam!”
“Ben Nevruz Bayramı’nda burada olmayacağım. İşte sana bir fırsat; birçoğuyla görüşebilirsin, Muhsin pezevengi de sana yardım eder. Hem yakında ortalık karışabilir. Her şeye hazırlıklı olmalıyız.”
“Tamam!”
Hümayun’un başı, içkiden ve duyduklarından dönmeye başlamıştı. İçinde ‘sahiplenme’ duygusu kabarıyordu. Şu ana kadar, bu memleketi, sahibi olduğu bir ev gibi görmemişti. Üstelik, polisin ve ordunun, kendi emrinde bir çomak olabileceğini hiç düşünmemişti. Düşünmeye başladı. Gülümseyerek yeniden bir sigara yaktı, ilk soluğu neşeyle üfledi. İkinci soluktan sonra sigarayı tablaya bastırdı, bavullardan birini alıp Erdelan’ın ardından odayı terk etti.
(h.h., bölüm 32’den, Azalya, roman, Arkadaş Yayınları 2011)