Bir Yaradılışın Öyküsüdür!

“Sana mürtet oluyorum, sana ulaşmanın tadına yeniden varayım diye!”

Tebriz’li Şems

Seni ilk ne zaman gördüm bilmiyorum, unutmuşum, 1976 mıydı?  Hayır o ilk zamandı. Zamanın başlangıcı ve sen ilk kadındın, başlangıcın kadını. Hayat da oradan başlıyordu. Bunu sonra fark ettim. Sen: “Bu bizim Tebriz, Petersburg’un ikiz kardeşidir!” demiştin. Şehrin ortasından geçen Kuru Çay üzerindeki Taş Köprü’nün korkuluğuna dayanmıştın. Bir Mayıs gecesiydi. Yüzünde ay ışığı nereden başlıyor nerede bitiyor, kestiremiyordum. Gülmüştüm ve ilk zamanın mutlak karanlığı kalkmıştı ve yaradılışımın altı günü başlamıştı. “Ne?” diye sorunca gülmüştün. O gün Tebriz ayaklanmış, biz ölümden kaçmış, birkaç cop darbesiyle kurtulmuştuk. Bayraklarımız da yırtılmıştı. Köprübaşına ben geç kalmıştım. Sen: “Nerdeydin deli oğlan merak ettim.” demiştin ve elimden sıkıca tutmuştun. Sanki bıraksan Erk Meydanı’ndaki bütün güvercinler oradan uçuvereceklerdi.

Okumaya devam et “Bir Yaradılışın Öyküsüdür!”

tespih (öykü)

Bu öykü Dünyanın Öyküsü dergisinin 2. sayısı (Nisan-Mayıs) sayısında yayımlanmıştır:

Küçük beyaz kemiksi taneyi ince uçlu matkapla deldi. Üfledi. Tek gözüyle açtığı deliğe baktı. Kenarları tırtılmış mavi plastik tabaktan kemiksi taneleri birer birer alarak mumlu ipe dizmeye başladı. On bir sağlam tane, bir kırık parçadan oluşan nişane, tam otuz üç taneyi ipe dizdi. Mumlu ipe düğüm attı. Püskülden önce dizeceği imameyi düşündü. Uygun imame bulamadı. Belini doğrulttu. Bel kemiklerindeki sızı yüzüne yansıdı. Uzun ahşap masanın arkasından kalktı. Lastik terliklerini sürükleyerek eski merdivenleri çıkarken imame tanesini düşünüyordu.

Okumaya devam et “tespih (öykü)”

orospusunu arayan adam (öykü)

…. adamın ayağı da kanamış… üşüyorum… dışarıda kar ince ince serpişiyor…  kaç ay oldu… gelmez artık… senin yüzünden… orospu.. onu aramaya gideceğim… görüyorsun işte bu adam da çekip gitmiyor… dışarı çıkmıyorum belki çeker gider diye… gitmiyor… arkadaşını alıp getirmiş…  ne zaman…  herhalde ben uyurken sokmuş eve… belki de yatak üzerinde kanlar içinde yatan adamı hakladıktan sonra… şimdi de bu soğuk havada bir don bir gömlek ortalıkta… arkadaşı koltukta oturmuş ağlıyor… başını almış elleri arasına… benim onlarla bir işim yok… bırak ne halleri varsa görsünler… bağırıp çağırsınlar… adam odada fır dönüyor… yeter artık  ne zamana kadar sızlayacaksın….  Okumaya devam et “orospusunu arayan adam (öykü)”

tek kişilik tören (öykü)

Saat on elli beş. Yarım saattir her zamanki yerlerinde oturuyordu. Kahvesinden bir yudum aldı. Gazeteden gözünü almadan fincanı tabağa koydu. Saatine baktı. Az sonra gelmeliydi. Bu kaçıncı buluşmaları olacaktı? Tekrar pencereden dışarıya göz attı: Daracık Bastille sokakları eylül yağmuruyla ıslanmıştı. İstanbul’da İstiklal caddesinin kenar sokakları gibiydi. Az sonra gelecek ve yine ilk olacaktı. On altıncı yüzyıl Paris’inden kopup yirminci yüzyılın sonuna otuz kala İstanbul’una düşmüştü o. Menderes asılmadan Vahit Paşanın torunu olan babası uymuştu genç bir hariciyeci iken Fransa’da tanışıp evlendiği annesine. Ve işte Sorbon’da okurken, sabah üniversiteye yakın o geniş alanda sabah kahvesini yudumlarken karşılaşmışlardı. Genç adam, Paris’in sisi oturmuş o gözleri ne zaman görse, onun için hep ilk olacaktı. Gözlerinde, Café’nin bulunduğu alanı yazın gölgesine alan çınarı kızıla çalan ıslak yaprakları yansıyordu hep. İstanbul’a misafir geldiğinde o kasım ayında Boğaz’da çay içtiklerinde de gözleri aynıydı. Sanki Boğaz’ın yosunlarının gölgesi de vardı bu kez. “Hayır!” demişti, “Evliliğe inanmıyorum.”  Okumaya devam et “tek kişilik tören (öykü)”

Dostum İlham’ın Hikâyesidir

Ben uğursuzluğa inanmam. Nedeni şu ki babam, hep bilime inanmam gerektiğini çok iyi aşılamış bana. Babamın sözünden çıkamam gerçi; ama bir tıp öğrencisi olarak da ona hak vermiyor değilim. Söze neden bunları anlatarak başladım diyeceksiniz. Şu anda saat 13’ü 13 dakika geçiyor ve Şeker Bayramı’nın ikinci günü, Cuma günüdür! Hayır, ayın 13’ü değil. Kasım ayının dördüdür. Neyse konu bu değil. Yakın arkadaşlarım bilirler, hayatta en çok gönül verdiğim şey sanat ve özellikle edebiyattır. Kısa öykü yazarım. Onlarca öykü yazdım. Elime aldığım her dosyamda bir öyküm var. Yazar, saklarım. Yayınlatmam. En çok sevdiğim şeyi başkasıyla paylaşmak, ne bileyim bir çeşit teşhircilik gibi geliyor bana. Ama yine de yazıyorum. Şu anlatmakta olduklarımı da şayet bir gün bir öykü formatına sokarsam, yayınlatacağımı sanmıyorum. Olay şu: Bizim evin üst katında oturan bir aile var. Taşınalı dört yıl falan oluyor. Emekli öğretmen karı koca, bir de tek evlatları İlham. Benim yaşlarımda, boylu poslu, hoş simalı yağız bir delikanlı. Gözlerinin içi siyah elmas gibidir hep. Hani derler ya zekâ fışkırır, öyle bir şey. İlham’la tanıştığımda ben fakülteye yeni girmiştim. O, müthiş yetenekli bir ressam. Gelecekte önemli biri olacağından hiç kuşkum yok.

Okumaya devam et “Dostum İlham’ın Hikâyesidir”