Bir Yaradılışın Öyküsüdür!

“Sana mürtet oluyorum, sana ulaşmanın tadına yeniden varayım diye!”

Tebriz’li Şems

Seni ilk ne zaman gördüm bilmiyorum, unutmuşum, 1976 mıydı?  Hayır o ilk zamandı. Zamanın başlangıcı ve sen ilk kadındın, başlangıcın kadını. Hayat da oradan başlıyordu. Bunu sonra fark ettim. Sen: “Bu bizim Tebriz, Petersburg’un ikiz kardeşidir!” demiştin. Şehrin ortasından geçen Kuru Çay üzerindeki Taş Köprü’nün korkuluğuna dayanmıştın. Bir Mayıs gecesiydi. Yüzünde ay ışığı nereden başlıyor nerede bitiyor, kestiremiyordum. Gülmüştüm ve ilk zamanın mutlak karanlığı kalkmıştı ve yaradılışımın altı günü başlamıştı. “Ne?” diye sorunca gülmüştün. O gün Tebriz ayaklanmış, biz ölümden kaçmış, birkaç cop darbesiyle kurtulmuştuk. Bayraklarımız da yırtılmıştı. Köprübaşına ben geç kalmıştım. Sen: “Nerdeydin deli oğlan merak ettim.” demiştin ve elimden sıkıca tutmuştun. Sanki bıraksan Erk Meydanı’ndaki bütün güvercinler oradan uçuvereceklerdi.

İkinci günümde renkler canlanmıştı. Şizofren bir zeka doğmuştu kafamda; yağmur turuncu yağıyor, çiçekler mavi kırmızı büyüyor, devleşiyor, sokakları, caddeleri, ve senin beşinci günümde geleceğin ve susacağın ve soyunacağın ve yatacağın, -hani benim eskil denizlerden çıkıp kanat çalacağım- yatağımı dolduruyordu. İkinci gün, benim iki elim senin çıplak tenini okşamak için yetmediğinde sen: “Biz bu yaşlı Tebriz kentinde doğurtacağız ikicanlı toplumu!” demiştin. Ben anlamamıştım. Teninde kayan elimin altında her an patlayan yanardağları vardı; yıl 1977. Her yan kıpkırmızı kesilmişti. Olmamış vişne kırmızısıydı. Nur Çarşısı’ndan çıkınca vişne almış, üzerine tuz serpmiştik ya. İkinci gün bittiğinde sen: “Kırmızı dediğin vişne kırmızısı gibi olur. Aha bak böyle!” ve ezmiştin dişlerinin arasında, yüzüme sıçramıştı: “Kan kırmızısından nefret ederim,” demiştin.

Sonra parçalanışım devam etti. Kış bastırınca sen tüm kadınların toplamıydın kalbimde. Bütün kadınlar toplanmışlardı komşunun evinde. O genç kız sokağın başında, başından kurşunlanmıştı. Kara çarşaflar, senin gözünün mavisine çarptığında, gözlerin Hazer’in gecesine benzemişti. Yıldızlar aniden yok oluvermişti. Bütün kadınlar sabahlara kadar ağıt yakmışlardı. Sabah uyandığımda sen, içimde, bütün kadınların toplamı bir kadındın ve bütün ölenler için ağıt yakıyordun. Sonra kar oturdu bahçemize. Ağaçlar sustu. Sadece senin sesin ve senin kahkahaların vardı: “Ya! Gördün mü?” dedin ve zaferin ilk öpücüğünü kondurdun dudaklarıma. Yaradılışımın üçüncü günüydü yıl 1979.

Dördüncü gün ben yoktum. Tebriz seninle dolmuştu. Bütün öpüşen sevdalılar senin parçalarındı. Açılan bütün bayraklar senin gülüşlerindi. “Senin yanındayken seni daha çok özlüyorum,” dediğimde, “Sen delisin!” demiştin ve Saat Meydanı’ın ortasında başımı tutmuş göğsüne bastırmıştın. Memelerinin kulaklarıyla Tebriz’i dinlemiştim yıl boyunca. İşte ondan sonra içimde şarkı söyleyen bir kadın ayaklandı. Etekleri Karadağ’dan gelen çingenelerin nar ezmesi eteklerine benzerdi; nerde ateş varsa kendi merkezine alan ve bütün Tebriz’i örten etekli kadın. Bir sabah erkenden geldin; daha rüzgâr Tebriz’in ve bizim avlulumuzdaki akkavakların yapraklarından ayrılmadan ve güneş Saman Bazarı’nın at pisliğini buharlaştırmadan, saman çuvallarına, sigara içişleri birbirine benzeyen hamalların terli ve ilk rengi belirsiz gömleklerine düşmeden geldin. “Haydi, gidiyoruz!” dedin ve gittik. Karaçimen’e gelmeden: “İşte burası!” dedin. Kaflan Dağları’nı gösterdin. Simsiyah, sarp dik kayalıklar. Dağlar, gölgenin tanrısı gibi, ya da Tanrı’nın gölgesi gibi durmuş ve mor bulutları delecek gibi yükseltmişti tunç parmaklarını: “İşte burası,” diye tekrarladın. Ben parmaklarının gösterdiği uca bakarak: “Neresi burası?” dedim.

“Burası senin zincire vurulduğun dağdır!”

Kahkaham Kaflan Dağları’nda yansıyınca, sen kaşlarını çattın: “Sen ateşi çalınca burada zincire vuruldun.” 

Ben gülmemin önünü almaya çalışarak: “Ben deliysem sen zır delisin kızım!” dedim. Sen parmağını dudaklarıma koyarak: “Sonra lanetli kartallar gözünü oydular. Asırlar boyu…” dedin, sonra parmağını dilime bastırdın: “İşte bunun içindir asırlar boyu bizi rahat bırakmıyorlar.” Ben: “İlk ateş mi?” diye fısıldadım. Sen başını salladın: “Hıhı,” diyerek beni onayladın. İşte o dil tutulmamın başlangıcıydı.

Beni yarattığının beşinci gününde ben dilsizdim yeniden. Seni söylemek için bütün dilleri bilmeliydim, seni görmek için yüzüme bütün gözleri almalıydım, sana dokunmak için bütün elleri almalıydım gövdeme, yaralı tenimde taşımalıydım. Tebriz’in ayaz gecesinde seni alıp götürdüklerinde dolunay vurmuştu Kuru Çay’da karların arasından süzülüp giden kıyısı buz tutmuş suya. Dolunay üşüyordu gözlerimde. Sana “Nastenka’yı hatırlıyor musun?” sormayı düşündüm. Seni alıp götürdüler ve dünyanın ilk kadınını zincire vurdular. Ben yoktum ve Tebriz sensiz kalmıştı. Tahran’a götürüldüğünü söylediler. İçimdeki bütün kadınlar ağlıyor fakat ayaktaydılar. Peşinden Tahran’a geldim mi?  Yıl 1983’tü.

Cumartesi Anneleri’nin peşine takıldım, biliyordum yine şaka yapıyorsun. Yine aniden çıkıp geleceksin. Kadınların kara çarşafları altında gizledikleri kırmızı karanfillere bakıyordum. Seni bulmam gerekiyordu. Sana söyleyemediğim bir şey vardı. Yani ta baştan beri. Kafamda şizofrenler ayaklanmadan önce, ben parçalanıp yok olmadan önce, dilim tutulmadan önce, sana söyleyemediğim bir şey vardı. Adını bilemediğim bir dur duraksızlığı nasıl sözcüklere dökebilirdim?  Ha? Seni bulmalıydım ve sormalıydım: “Nedir bu içimdeki raks eden kadının adı?” Seni kadınlarla birlikte Kâfirler Mezarlığı’nda aramaya başladım. Üç ay geçti ve üç gün aç kaldıktan sonra senin dayının işlettiği otobüsle Tebriz’e döndüm. Yolda Kaflan Dağları’na baktım belki görünürsün diye.

Eve geldiğimde altıncı günün güneşi, esmer çingene kadınların peşlerince yerde sürükledikleri kırmızı bol etekleri gibi avlumuzdaki akkavakların üzerinden çekilmek üzereydi. Tebriz’in bütün alakargaları damlarda, duvarlarda, kavak dallarına doluşmuştu. Odalar kadınlarla doluydu. Annen savaş durumunun gereği, karartma kuralına inat bütün lüks lambalarını yakmıştı. Yanına gittim. Neden mi? Sen mi itiyordun beni yoksa: “Nerdeydin deli oğlan merak ettim,” der gibi. Annenin kolları bütün Tebriz’i kucaklayacak genişlikte açıldı. Beni içine aldı. Beyaz gül kokan koynunda kulaklarıma ölümümün dualarını teker teker akıttı: “İki gün önce kurşuna dizmişler. Bakire olduğu için başlık parasını bugün getirdiler bana.” 

Bütün kadınlar oturdu. Kimse ağlamıyordu artık.

Bir Yaradılışın Öyküsüdür!” için bir yorum

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s