Ben uğursuzluğa inanmam. Nedeni şu ki babam, hep bilime inanmam gerektiğini çok iyi aşılamış bana. Babamın sözünden çıkamam gerçi; ama bir tıp öğrencisi olarak da ona hak vermiyor değilim. Söze neden bunları anlatarak başladım diyeceksiniz. Şu anda saat 13’ü 13 dakika geçiyor ve Şeker Bayramı’nın ikinci günü, Cuma günüdür! Hayır, ayın 13’ü değil. Kasım ayının dördüdür. Neyse konu bu değil. Yakın arkadaşlarım bilirler, hayatta en çok gönül verdiğim şey sanat ve özellikle edebiyattır. Kısa öykü yazarım. Onlarca öykü yazdım. Elime aldığım her dosyamda bir öyküm var. Yazar, saklarım. Yayınlatmam. En çok sevdiğim şeyi başkasıyla paylaşmak, ne bileyim bir çeşit teşhircilik gibi geliyor bana. Ama yine de yazıyorum. Şu anlatmakta olduklarımı da şayet bir gün bir öykü formatına sokarsam, yayınlatacağımı sanmıyorum. Olay şu: Bizim evin üst katında oturan bir aile var. Taşınalı dört yıl falan oluyor. Emekli öğretmen karı koca, bir de tek evlatları İlham. Benim yaşlarımda, boylu poslu, hoş simalı yağız bir delikanlı. Gözlerinin içi siyah elmas gibidir hep. Hani derler ya zekâ fışkırır, öyle bir şey. İlham’la tanıştığımda ben fakülteye yeni girmiştim. O, müthiş yetenekli bir ressam. Gelecekte önemli biri olacağından hiç kuşkum yok.
Geçenlerde fakülteden eve dönerken onu gördüm, apartmanın girişindeki banka oturmuş, sigara içiyordu. Sağ eli sargılar içinde. Apartmanın bu bölümü ağaçlar, çiçekler dikilmeden önce apartman çocuklarının, bu arada benim de, oyun alanımızdı. Apartman yöneticisi Muhsin Bey, emekli ziraat mühendisidir, düzenleyelim demiş, herkesi ikna etmiş, olan bizim oyun alanımıza olmuştu on yıl önce. Bizim evin mutfak penceresinden başınızı çıkardınız mı, eğilip sol tarafa baktığınızda Çetin Emeç Bulvarı’nın öte yanında Dikmen Vadisi’ni görebilirisiniz. Ha, bu arada söyleyeyim ben beşinci sınıfı ikinci kez okuyorum tıp fakültesinde. Neyse. Yağmur dinmişti. Her yer pırıl pırıl, yemyeşil yağmur kokuyordu. Benim de canım sigara çekti. Selam verip, İlham’ın yanına oturdum. Oturmaz olaydım. Çok dertli, çok perişandı. Hiç böyle görmemiştim onu. Saçları tarak görmemiş gibi, sakalı kaç gündür tıraşsız. Gözlerinin içindeki o ışık sönmüştü sanki. Bir şeyler kaygılandırıyordu onu besbelli. Sağa sola bakınıyor sonra da dalıp dalıp gidiyordu. Aslında birkaç haftadır bozuktu ama böyle perişan değildi. İkinci sigaramı yaktığımda dayanamadım, “Eee?” dedim, “Neyin var lan?”
“Yok bir şeyim!” dedi, başından savmak istercesine.
O kadar “Hadi abi ya!” dedim ki sonunda dayanamadı. Fısıldayarak “Babamla!” dedi.
“Babanla ne?” dedim.
“Hiç ya! Atıştık biraz!”
“Onlar tatilde değiller mi?”
“Demek benden habersiz dönmüşler!”
“Eee?”
“Hiç… bu gün Füsun yüzünden tartıştık!”
“Hadi ya! İnanamam! Baban öyle biri değil!”
“Lan yalan mı söyleyeceğim! Babamlar nasılsa tatildeler, en az iki üç hafta dönmezler diyordum. Evin anahtarlarından yaptırıp Füsun’a da verdim. Aslında Füsun her gece bana uğruyordu. Biliyorsun, birkaç arkadaşıyla kiraladıkları ev Emek Mahallesi’nde. Uzak diye bazen geceliyordu bende. Birkaç gecedir onda bir tuhaflık olduğunu seziyordum. Evvelsi gün okulda kendimi iyi hissetmedim. Başım ağrıyordu. Sınav da olacakmış, unutmuşum. Yani, çocukların elinde teknik çizimlerini görünce şaşırdım. Sorunca söylediler. Ben de bozulup eve döndüm. Eve girince doğru yatağa attım kendimi. Uyumuşum. Saat kaçtı uyandığımda bilmiyorum. Kalkıp çalışma odama geçtim. Tuvalde yarım kalmış resmin önünde durdum. Ama bir de ne göreyim. Füsun çırılçıplak, her zamanki yerinde, kanepeye uzanmış, bana poz veriyor gibi. Yanakları pul puldu. Saçları dağınık. Ne yapıyorsun bu saatte burada diye sorunca… bilirsin bu kızları işte… başladı oyun oynamaya… kan tepeme sıçramıştı. Beni aldatıyorsa onu yaşatmayacağımı söylemiştim kaç kere. Kollarından tutup silkerek bağırdım, ne haltlar karıştırıyor diye. Ağlamaya başladı. Elimden bir kaza çıkmasın diye evden dışarı attım kendimi. Mavi Ayten, Tenten Erol, Kara Mahmut falan herkes kapıda, bir yerde oturup bira içelim diye. Beni çağırmaya gelmişlerdi. İçtik. Füsun’u çok özledim aniden. Onu seviyordum. Acıyordum da. Kalkmak istedim. Daha gelmeden nereye, dedilerse de oturamazdım. Eve girince, çağırdım Füsun’u. Ses yok. Gitmiş herhalde dedim. Çalışma odama geçince Füsun’u gördüm. Kanepede kanlar içinde yatıyordu. Yüzü mosmor. Ne yapacağımı şaşırdım. Salona geçtim. Tam o anda, Füsun’un eski sevgilisi Mehmet’i gördüm, kapıdan çıkmak üzereydi. Çağırdım. Gülerek yanaştı. Ulan diye bağırdım katil, seni geberteceğim… salonda, sehpanın üzerindeki vazoyu yakaladığım gibi fırlattım üzerine. Teğet geçip vitrinin camını kırdı. Nasıl bir tekme attıysa yüzüstü yere kapandım. Cam kırıkları kolumu kesti. Salonda ne var ne yoksa Mehmet’in üzerine fırlattım. O, kapıyı gülerek çekip gitti. Peşinden gitmek istedim. Ama Füsun’a döndüm. Başını dizlerimin üstüne aldım. Böğründen şişlenmişti. Boğazında morluklar. Hunharca öldürülmüştü. Bunu Mehmet’in yanında bırakmayacağım dedim. Ama Füsun’la ne yapacağımı bilmiyordum. Kucağıma alıp yatak odama getirdim. Yorganı üzerine örttüm. Salona geçtim. İki gündür salondan bir yere kıpırdamıyorum. Öğlene doğru sigaramı yakarken babam kapıyı açıp içeri girdi. Halbuki yolculuktan dönmelerine en az bir hafta vardı. Bu evin hali ne diye çıkıştı. Ona karşı koyamazdım. Ben sustukça o deliye döndü. Kolumdan tuttuğu gibi dışarı attı.”
İlham sustuğunda, ben sanki bir parça taş olup kurumuştum oracıkta. Onu, bankta bırakıp hızla yukarı çıktım. İlham’ların kapsını çaldım. Babası açtı kapıyı. Rengi kaçmış, zangır zangır titriyordu. Sanki, derisini soymuş içine buz doldurmuşlardı ve o kurtulamıyordu. İçeri girdim. Salonda kıyamet kopmuştu. Kırık camlardan, vazo parçalarından adım atacak yer yoktu. İlham’ın babası tek söz etmeden salondaki koltuğa çöktü. Gözleriyle koridoru gösteriyordu. Başını ellerinin arasına alınca salondan çıkıp İlham’ın odasında gittim. Füsun oracıkta sessizce uyuyordu. Eğilip, yanağımı dudaklarına yanaştırdım. Soluksuzdu. Elimi, morarmış boynuna koydum. Hayır, nabızları alınmıyordu. Salona geçtim. Daha söze nasıl başlayacağımı düşünüyorken, İlham’ın babası, “Oğlum,” dedi, “bak başımız büyük dertte. Lütfen yardımcı olur musun bana?” “Tabii,” dedim, “ama nasıl?”
Neyse… Ambulanslar, polisler falan geldi. Füsun, adli tıp morguna, İlham da morgun iki bina ötesindeki psikiyatri bölümünde kapalı kata yatırıldı.
Bir gün sonrasında, adli tıp dersinin sonunda, olup bitenleri bir hikâye olarak yazmaya karar verdim. Hoca, genç bir kıza otopsi yapılacağını söyledi. Mermer masada yatan cesedin üzerindeki beyaz örtüyü çektiğimde, kızın masaya dağılmış hurma rengi saçlarını görünce içim sancıdı. Gözlerim karardı. Ancak, hocayı duyuyordum: “Vakamız yirmi bir yaşında bir kız. Ölüm nedenini bilmemiz gerekiyor…. Boğulma ve şişlenme. Hangisi önce vuku bulmuş anlayacağız. Ayrıca, tırnaklarının arasında herhangi bir dokuya rastlanmıyor. Ama yine de mikroskobik incelemeler için örnek alınması şarttır. Alınmıştır da…..”
Hikâye açıktı. Hasta bir genç, sevgilisini öldürmüştü, bu pek ilginç bir konu değildi. Her gün kim bilir kaç akıl hastası kaç insanın canına kıyıyor. Bunu, sevgilim Füsun’a anlattım. O, gülerek çantasından bir cd çıkardı ve dividiçalara koydu. “Kapı Komşusu” diye bir film. Kahretsin tam da benim yazacağım hikâyenin konusu. Şizofrenik bir gencin sanrıları ve sorgulanan gerçeklik. Benim için de ilginç olan, İlham’ın gerçek düşünceleriydi. Sevgilime, kafamda böyle bir hikâye olduğunu söyleyince. “İlham mı?” diye sordu. Evet, dedim. Sustu. Ama ben yine de gerçekliği sorgulamalıydım. Mesela, beyin tümörü olan bir hastanın aşık olması, ameliyat sonrasında aşkının sona ermesi neyi gösteriyordu? Ya da aşık olduğu kadının trafik kazası sonrasında değişen yüzünü tanımayan sevgili, neyin aşığıydı? Benim için önemli olan gerçeklerdir. Babamın, çatık kaşlarının altından bana baktığını sezinliyorum. İçimden bir ses, baban haklıdır diyor. Oysa ben İlham’ı dinlemeliydim. İşte bir gece hikâyemin son bölümlerine yaklaşırken, kapı çalındı. Kapıyı açınca gözlerime inanamadım. İlham, karşımda duruyordu. Füsun “Kim o?” diye sorunca “Hiç, davulcu, şeker bayramı için gelmiş,” dedim ve İlham’ı çalışma odama aldım. Sevgilime, biraz çalışacağımı söyleyip odama geri döndüm. Üç saat boyunca o anlattı ben yazdım. Gece, yarıya geliyordu. Füsun çağırınca, İlham, ben gitsem iyi olacak dedi ve ben de onu sessizce gönderdim. Salona döndüğümde, nasıl görünüyor idiysem, sevgilim “Neler oluyor?” diye sordu. “Yok bir şey,” demem onu ikna etmedi. Israr üstüne ısrar. Mecburen anlattım: “İlham gelmişti. Kaçırmak istemedim. Hikâyemi bitirdim.”
“Sana da olur olmaz zamanlarda ilham geliyor. Ben buradayken gelmesin,” dedi ve kanepeye, yanına uzanmamı istedi. Uzandım. Az sonra kulağını öperken, “İlham senin bildiğin ilham perisi değil…. Basbayağı komşu İlham’dan söz ediyorum.”
Füsun irkilerek yerinden kalktı: “Beni korkutuyorsun sevgilim,” dedi.
“Korkulacak bir şey görmüyorum ben burada,” diye bozularak çıkıştım.
“İlham, hastanede yatıyor… hem de kapalı katta…”
“Demek ki kapıda bekleyenleri kandırıp gelmiş işte.”
Bu İlham işi her çalışmamda tekrarlanınca ve bunu sevgilim Füsun’a anlatınca, gidip babamla konuşmuş.
Sabah, okul saati geçince babam odama girdi. Kaşları çatıktı yine. Bir eli pantolonun cebinde, bir elinin işaret parmağı bana doğru nişan almıştı: “Kalk, okula geç kaldın!”
“Hastayım. Ateşim var. Gidemem,” dedim.
“Bu odanın hali ne? Mezbelelik gibi, kaldı ki iki aydır okulu asıyormuşsun. Dün gece Dekan Bey’le yemekte konuşurken kulağıma fısıldadı.”
“Halt etmiş. Ben her gün okuluma da gidiyorum. Derslerimi de yapıyorum. Sınavlarıma da giriyorum. Ayrıca hikâyelerimi de topladım. Yarın, öbür gün yayınevine göndereceğim. Füsun bana yardımcı olacağını söyledi. Kaldı ki üst komşumuz İlham’ın hikâyesi çok büyük ses getirecek…”
“Ne diyorsun… ne zırvalıyorsun? Ne apartmanı, ne üst komşusu… ne İlham’ı… evimizin dubleks olduğunu da mı bilmiyorsun?”
“Eeeeh! Sıktın artık baba!”
Babam çıldırmıştı. Komşularımızı tanımayacak kadar bunamıştı. Aklında hep dubleks bir evi olsun isterdi. Bana saldırıp, kolumdan tutup çekiştirerek odamdan dışarı çıkardığında çok korktum, dediğini yapmasam beni mutlaka gebertecekti.
Birlikte arabaya bindik. Cebeci’deki Hastaneye geldik. Doktor, benimle ilgilendi. Hikâyemi anlattım. “Evet, İlham burada. Onun dışarı çıkmasına izin veremeyiz. Ama istersen sen onunla burada kalabilirsin,” dedi. Fena fikir değildi.
Ben kapalı katta İlham’a neler soracağımı düşünürken, babamın gür sesini de duyuyordum: “Doktor Bey, her şey için teşekkürler. Biliyorsunuz, bir tek bu oğlum var. Liseyi takdirle bitirdi. Üniversiteye de iyi başladı. Ama birden her şey tepetakla oldu. Neyse… hafta sonunda Dekan Bey’in oğlu Mehmet Bey’le Füsun Hanım’ın düğününde görüşürüz herhalde…”
“Evet… mutlaka… Ama oğlunuzun resimle ilgilendiğini hiç bilmezdim.”
“Evet… hanım rahmetli olunca ben kendimi öykülerime verdim o da resme… hiç kız arkadaşı falan da olmadı. Hep yalnızlığı seçti. Çok endişeleniyordum. Ama bu kadarını düşünememişim doğrusu. Zaten ne olduysa annesini kaybetmesiyle oldu…”
“Anlıyorum…”
Evet. İçimden babama gülüyordum. Doktora “Kalemimi, kağıdımı da lütfen bana getirsinler,” dedim, “hikayemi bitirmeliyim.”
Kapalı kata girerken İlham, aşırı aydınlatılmış uzun salonun öte ucunda gülerek beni bekliyordu.
Yazılışı: Saat, 13:13 – 21:34
4 Kasım 2005, Cuma
Şeker Bayramının ikinci günü
Dikmen Vadisi, Ankara
İlham