onlar büyüktüler…
yaşamımdan kesitler!
haşim hüsrevşahi
Öğretmenler günü nedeniyle birkaç öğretmenimden söz etmek istedim: onlar büyüktüler!

Hiç kuşku yok ki herkes ömrü boyunca kimi önemli insanlarla karşılaşma şansı yakalar ya da o şansı kaçırır. Önemli dediğim bulunduğu alandaki evrensel anlamda yarattığı değerler ölçeğinde. Ben hem mesleğim olan hekimlik alanında hem de hayatımın en önemli yerini kapsayan edebiyat yaşamımda bu şansı yakaladım ve bir kısmında ise kaçırdım.

1- Hekimlik hayatımda kısa ya da uzun süre öğrencisi olmamdan kendimi şanslı kabul ettiğim onca değerli hocalarımdan ancak birkaçının ismini vermekle yetineceğim. Türkiye’de tıp alanında ilk kez Ankara Üniversitesi bünyesinde elektron mikroskobik histolojik çalışmalarını başlatan ve bunu Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Morfoloji binasında öğrencileriyle paylaşan ve 21 Ağustos 2018 tarihinde yitirdiğimiz aydın ruhlu, aydın zihniyetli Prof. Dr. Aliye Erkoçak, Türkiye’deki tıp eğitimimin ilk yıllarında bana moral destek olan bir hocamdı. 1968-69 yıllarıydı. Şahın acımasızca sürdürdüğü baskı rejimine karşı olduğumu ve bu uğurda mücadele verdiğimi bildiğinden her karşılaştığımda, “Haşim sizin orda durum nasıl?” ya da keyifsiz olduğumu gördüğünde “Yeni bir olay mı var?” diye sorar sabırla beni dinler, kendisine uzattığım bildiriyi alır dikkatle okurdu. Huzur içinde uyusun. Sonraki yıllarda Cebeci Hastanesi’ndeki çocuk hastalıkları dalında ihtisasa başladığımda 24 Haziran 2019 tarihinde yitirdiğimiz bilgi, disiplin ve Cumhuriyet’in aydınlık insanı çocuk hematoloji hocamız Prof. Dr. Ayhan O. Çavadr’la karşılaşma ve ondan eğitim alma şansım oldu. Minnetle anarım.

Tüm bunlara rağmen benim çalışma disiplinimi pekiştiren ve bakış açımı genişletip bilimsel düşünmenin ince patikalarını pratikte öğreten, insanoğlunun kendi yetenek ve başarılarının sınırlarını nasıl zorlayabileceğini günlük yaşamında gösteren nadide insan Prof. Dr. Jami Şakibi Gilani olmuştur. Onun benim yaşamımdaki yeri çok özeldir. Kendisi American College of Cardiology Fellow (FACC) unvanıyla yıllarca o ülkede hocalık yapmasına rağmen Amerika’yı bırakıp ülkesine döndükten sonra kendi yurdunda çocuk kalp hastalıkları alanında uzman yetiştirmeye koyulmuştur.
Unutmam Tahran Queen’s Hospital’in (yeni adıyla Tahran Kalp Hastanesi) 140 yataklı çocuk kardiyoloji bölümünün batı kanadındaki koridorda biz fellow asistanlar hocalarla birlikte duruyorduk. Queen’s Hospital’deki İki aylık elektif kardiyoloji eğitimimin bitiminde bana “Haşim Şiraz Üniversitesi’nden pediatri bordunu aldıktan sonra seni burada bekliyorum!” diyerek o günlerin Ortadoğu’nun en büyük kalp hastanesine davet ederek beni sonsuz mutlu eden rahmetli Prof. Dr. Peri Daveri anlatıyordu: “Dün gece Jami ile telefonda konuştum! Ağlıyordu! Memlekete dönmek istiyor. Amerika’da bulunduğu üniversite onun Amerika’da kalmasını istiyormuş ama o dönmek istiyor. Bir yıl maaşlı izin vermeyi de kabul etmişler.” Ve hocamız dönmüştü. Gıyabında methini duyduğum hoca gelmişti. Ülkesinde bütün acılara ve sıkıntılara rağmen, bilim insanı kardeşinin rejim tarafından idam edilmesine rağmen mutluydu. Biz fellow öğrenciler eğitimimiz süresince ancak iki aylık rotasyonla Dr. Jami ile kalabilirdik. Onun seminerlerine, patoloji piyes saatlerine herkes katılabilirdi ama o kadar. Bölüm direktörü olarak Jami Hocayla iki aylık rotasyonum bittiğinde, “Senin rotasyon yapmana gerek yok. Benimle çalışacaksın!” dediğinde ben kulaklarıma inanamamıştım. İşte o andan itibaren ondan öğrenme sürecim daha farklı bir boyuta taşınmıştı.
Dr. Jami Şakibi sadece İran’ın biricik en büyük çocuk kalp hastalıkları hocası, Japon kalp dergisinin editörü, büyük araştırmacı, bilim insanı değildir, o İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Türkçe ve Rusça’yı derinden bilen bir dilbilimcidir. Hocam benimle zaman zaman Anadolu Türkçesi ile konuşurdu. Farsça- İspanyolca ve İspanyolca-Farsça sözlükleri, Anadolu Türkçesi ve Ermenice üzerine yazdıkları da dahil, onun dil üzerine yazmış olduğu 34 eserden ancak ikisini oluşturur.
Dr. Jami Şakibi sadece büyük bir hekim, eşsiz bir dilbilimci değil aynı zamanda usta bir marangozdur. Kendi anlatısına göre haftada bir gün evinin bodrum katında eşsiz tasarımlarıyla sadece marangozluk ve özellikle de koltuk takımları yaparmış. Hocam bana derdi ki, bir düşünce aklına geldiğinde unutma ki onu başka biri de düşünmüş olabilir, bunu kulağına küpe yap! Kendisi halen Tahran’da bir hastanede bilimsel araştırmalarını sürdürmekte ve öğrencilerini eğitmektedir. Ömrü uzun olsun!
1983 yılında İran’dan ayrılmak ve zorunlu sürgün hayatıma başlamak zorunda olduğum bir yaz günü Tahran Queen’s Haospital’de iki yıl boyunca fellow öğrencisi olduğum hocamdan vedalaşmak için odasına gittiğim anı asla unutamam. Bana alçak gönüllükle büyük iltifatlar içeren kısa cümleleri ve ileriye dönük tavsiyelerini sıralayıp kucaklaştıktan sonra iki koca adam gözyaşlarını tutamamıştı. O mendilini almış, hastanesindeki odasının penceresinden zirveleri hep karlı Demavend dağlarına bakarak gözyaşlarını silmişti. Yıllar sonra ona mektup yazarak İran’a dönmem konusunda onun fikrine başvurdum. Bütün acılara rağmen ülkesini terk etmeyen vatansever, aydın hocam bana yine bir ders vermişti yanıtında: “İran’da ülkende yaşamak bir aşk meselesidir. Aşıksan acısına katlanırsın!”

Hekim olarak bir başka unutamadığım hocam Toronto Hospital For Sick Children’de yanında bulunma ve çalışma onurunu yakaladığım eşsiz insan Robert M. Freedom’dı (21 Şubat 1941-7 Mayıs 2005). Çocuk kardiyoloji alanında çalışanlar dünyaca ünlü bu değerli hocanın kim olduğunu iyi bilirler. Hasta vizitlerinde, anjiyo-katater odasında, konferanslarda, özel yemeklerde ve kısacası birlikte olduğumuz her an ondan bir şeyler öğrenmeye çabalamam bana yaşama zevki verirdi. Bir gün beni odasına çağırarak Türkiye’de Keutel Sendromu üzerine yazıp yayımladığım bilimsel makaleyi yazmakta olduğu bir kitabına eklediğini söylemesi benim için tarifi mümkün olmayan bir ödüldü. Hocam bana “Hastanemizdeki dosyalardan atrial izomerizm tanısı almış çocukların durumlarını araştırmanı istiyorum,” demiş ve eklemişti, “bu konuyu ilk kez ben yetmişli yılların başında buldum ve yazıp yayınladım.”
Hocamın bu sözü bana Şakibi hocamın bana kulağımın küpesi olsun diye söylemiş olduğu sözünü anımsatmıştı. Kütüphaneye kapandığım günleri dün gibi anımsıyorum. Deliler gibi literatür taramıştım. Evet İngilizce literatürde Dr. R. M. Freedom’dan önce kimse o konu hakkında yazmamıştı. Ama ben pes etmemiştim. Almanca literatürü taramaya başladım. Tam umudumu kesecektim ki altmışlı yılların ortalarında Almanca yayınlanan bir makaleye rastladım. İşte! Ertesi gün soluğu Dr. Freedom’ın odasında aldım. “Bob,” dedim, “bak senden önce birileri bu konuda yazmış,” dedim ve makaleyi masasında önüne koydum. Hiç unutmam makaleyi aldı. Okudu. Ayağa kalktı ve bana güler yüzle ancak çok ciddi bir şekilde defalarca teşekkür etti. Sonra araştırmam bitince onun adını ilk isim olarak yazdım başka bir hocanın adını (Dr. R. Gaw) ikinci ve kendi adımı üçüncü isim olarak koymuştum. Dr. Freedom bana, “Sen ilk isim olmalısın, büyük iş başardın!” dediğinde Türkiye’deki kimi hocaların ilk isim olmak için kendinden daha kıdemsiz olanları nasıl ezip geçtikleri aklıma getirmişti. Nitekim çok sonraları Türkiye’ye döndükten sonra öğrendim ki Ankara’daki bir üniversite hocası yukarıda sözünü ettiğim araştırmamla ilgili bir makalede benim adımı koymayı “unutmuş” ve kendi adını koyarak yayımlamış! Bu hocanın davranışını Dr. Freedom’ın davranışıyla kıyasladığımda dağların zirvesiyle derenin dibinin arasındaki farkı bir kez daha somut olarak yaşadım. Bir kez daha inancım pekişti ki bizler eğitimci hocalar olarak öğrencilerimize sadece kitaplardaki bilgileri ezberletmek için hoca değiliz, onlara bilimselliği öğretirken insani erdemleri aktarma misyonumuzun olduğunu asla unutmamalıyız. Dr. Freedom’ın ne denli büyük bir hoca olduğunu sadece onun engin bilimsel dağarcığına tanık olmamla anlamamıştım, o aynı zamanda büyük insan, özgürlükçü sosyalist bir toplumcuydu. Belki bu konularda başka bir zaman uzun uzun yazarım.
2- Edebiyat alanında Ankara’da kısa süre görüşme şansım olan Yaşar Kemal’i Toronto’da Harbourfront Yazarlar Dinletisi [International Festival of Authors (TIFA), International Readings at Harbourfront] etkinliği sırasında dört gözle ve heyecanla beklerken anlaşılmıştı ki kendisine o toplantıya katılmak için yurt dışına çıkma izni verilmemiş. Onun oturacağı ön sıradaki koltuğa çiçek buketleri konmuştu. Yaşar Kemal’in gelmeyişini üzüntüyle karşılayan ve yıllar sonra onun gibi barış ödülüne layık görülen Kanada’nın önemli yazarlarından Margret Atwood’un yüz ifadesini hala anımsarım. Harbourfront’ta Yaşar Kemal yoktu ama Orhan Pamuk konuşmalar yaptı. Nobel ödülü de Yaşar Kemal’e değil, Orhan Pamuk’a gitti sonraki yıllarda.
İşte doksanlı yılların ortalarına doğru Toronto’da hayatımın en büyük şansı kapımı çaldı. İran Yazarlar Birliği (İYB) kurucularından, yürütme kurulu üyesi, 134 imzalı yazarlar bildirisinin İngilizcesini kaleme alıp Arthur Miller’e (17 Ekim 1915- 10 Şubat 2005) ulaştıran, İran’da çağdaş bilimsel yazın eleştirmenliğinin temelini atan ve bu konuda eşsiz eserler veren, roman yazarı, şair, çevirmen, yazın kuramcısı, düşünür ve öğretmen Rıza Beraheni ile tanışma şansını buldum. Gözlerime inanamıyordum. Diğer yazar ve şairlerin katledilmesi sonrasında kendisine düzenlenecek suikasttan kurtulmak için ülkesini terk etmek zorunda kalmış, önce İsveç’e oradan Kanada’ya göçmüştü. Bir akşam Toronto’da şehrin yerel gazetelerinden birinin yazı işleri müdürü beni aradı ve bana bir sürprizi olduğunu söyleyerek ofisine çağırdı. Heyecanla gittim. İşte o gün Beraheni ile hoca öğrenci ilişkimizin ve onun ötesinde kurulan harika dostluğumuzun başlangıcıydı.

Rıza Beraheni 13 Aralık 1935 yılında Tebriz’de yoksul bir ailede dünyaya geldi. Yoksulluklar içinde, İran Meşrutiyet Devrimi’nin önderlerinden Mohammed Ali Badamçı’nın oğlu Hasan Badamçı’nın mali yardımıyla ilk ve lise eğitimini tamamladı. Bu süre içinde değişik işlerde çalışmaya mecbur kaldı. İkinci dünya savaşını, Azerbaycan Demokrat Fırkası’nın ilan ettiği “Özerk Demokratik Azerbaycan Cumhuriyeti” dönemini, onun devrimci uygulamalarını ve bir yıl sonra Şah tarafından geniş katliamlarla Cumhuriyet’in yok edilişini çocukluk ve gençlik yıllarında yaşadı. Demokratlar tarafından basılan ve eğitime sokulan kendi anadili olan Türkçe kitaplar Şah tarafından şehir meydanında yakılıp Türkçe yasaklandıktan sonra Farsça öğrenmeye başladı. Kendi deyişiyle “Bana egemen olanların diline egemen oldum!”
Sahip olduğu müthiş bir zekâ, bellek ve çalışkanlık azmiyle Farsçanın yanı sıra İngilizceyi de öğrenerek Tahran Üniversitesi İngiliz Dil ve Edebiyat bölümünde lisansını, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde ise aynı dalda doktorasını aldı. Sonraları Tahran Üniversitesi ve Kanada’ya göç ettikten sonra da Toronto’da York Üniversitesi’nde karşılaştırmalı edebiyat dersleri verdi.
Beraheni İran’ın yeni şiir akımını başlatmıştır. Bunu “Kelebeklere: Neden ben Nimai şair değilim”[1] adlı eseriyle bildirmiştir. 2004 ve 2006 yıllarında onu Komşu Aç Kapıyı: Türkiye-İran Edebiyat Şenliği’nde ağırladığımızda her gün, her dakika edebiyatseverler olarak ondan bir şeyler öğreniyorduk. Şenlik kapsamında Konya ve Göreme’ye gitmiştik Düzenleme Komitesi’nden üç kişi ve İran’dan gelen 10 yazar ve şairle birlikte. Konya’da Mevlana’nın ve ardından Şems’in mezarı başında onun nasıl derin bir düşünceye daldığına tanık olmak aslında Doğu irfanının ve bu irfanın kutsal deliliğinin ne anlama geldiğinin küçük bir işaretiydi benim için. Göreme gezisi sırasında, bir tepede durup o büyülü vadiye karşı dururken Beraheni bana dönerek, kendi anadilimizde, “Bura haradı Döhdür? Meni hara getirmisen?” [Burası neresidir Doktor? Beni nereye getirmişsin?] dedi, sustu, şaşkınlık ve hayretle o vadiyi seyre koyuldu. Bir süre sonra “Bu büyülü vadide şiir geceleri düzenlemek müthiş olur,” dedi ve ekledi: “Ben ve Noam Chomsky birlikte geliriz! Burada şiir okur, sohbetler ederiz… Bir düşün ne kadar güzel olur!” Ama Düzenleme Komitesi olarak bu yükün sorumluluğunu taşıyamayacağımızı ve ortaya çıkabilecek olası sorunların üstesinden gelemeyeceğimizi açık yüreklilikle kendisine iletince konu kapandı. Böylece ne o gelebildi ne de Chomsky, dolayısı ile ne de Göreme Şiir Geceleri düzenlenebildi.
Elli cildi aşkın eseri ömrüne sığdıran bu dâhinin İran edebiyatına yetiştirdiği çok önemli şair ve roman yazarı olmuşsa da onun acı eleştiri dili kendilerini “eşsiz” ve “dahi” sanan edebiyatçıları kendisine düşman kılmıştır. O Farsça anadili olan koca yazarlara Farsçayı öğretmiştir. Edebiyatı öğretmiştir. Gençlere edebiyatı, dili, felsefeyi, dil felsefesini, bilimsel eleştiriyi öğretmiş, sevdirmiştir. Kanada İranlı Yazarlar Birliği’ni birlikte kurduğumuz arkadaşlar da dahil şehrin eli kalem tutanları ile birlikte onun Toronto’daki atölyesine katıldım. Beraheni haftalar boyunca bilimsel edebi bakışın ne olduğunu bize göstermişti. Çağdaş edebi akımlar hakkında karşılaştırmalı bir metotla bize ipuçları vermişti. Mevlana’yı, Şirazlı Hafız’ı, Mihail Bahtin’i, Viktor Şkolovski, Roman Jakobson, Ludwig Wittgenstein, Martin Heidegger, Edmund Husserl, Roland Barthes, Levi Straus, Jaques Derrida ve diğerlerini onun derslerinde ve onun ağzından dinledik. Dili bize tanıttı. Dil felsefesinin pencerelerini bize açtı.
O alçak gönüllü bir dosttur. Ciddi konularda ateş saçan dili olmasına rağmen aile ve dost toplantılarında esprili karakteri her zaman ortama renk katmıştır. Onun Kelebeklere adlı toplu şiirlerini çevirip ona okuduğumda dinler ve eklemelerini yapardı. Tef adlı şiirinin çevrisini onun Toronto’daki evinde dinlediğinde şöyle bir espri yapmıştı: “Bu şiiri yazmada ben o kadar çile çekip emek vermedim ki sen çevirisine verdin!”

Birinde Stokholm’da Güney Azerbaycan PEN kurucu genel kuruluna katıldığımızda -ki genel kurul ilk Başkan olarak beni seçmişti- bir kafede oturmuş kahvelerimizi yudumlarken onun romanı Ayaz’ın Cehennemlik Günleri adlı eseri hakkında konuşmuş ve Fransa’da Avegnion’da sahneleneceğini söylemişti. “Sen de gel! Mutlaka gel! Hélène Cixous’da olacak,” demişti. Ne yazık ki oraya gidemedim ne Postmodern feminizmin ve postyapısalcı düşüncenin ve Fransız feminizmin önde gelen temsilcilerinden Hélène Cixous’yu ne orada hazır bulunan Jaque Derrida’yı ne de Julia Kristeva’yı görebildim, onları dinleyebildim. Büyük kayıptı.
Eşi, çevirmen Sanaz’ın da olduğu bir gün Toronto’da bir cafede kahvelerimizi içerken Rıza’nın eserlerinin Türkiye’de yayın hakları hakkında konuşmuştuk. Sanaz, Beraheni’nin de imzası bulunan bütün eserlerinin Türkçeye çeviri hakkını bana verdiğini gösteren resmi bir belgeyi bana iletmiş, “Onun haklarını orada sen savun lütfen! Çevirip yayınlarsan gelirini ailesine iletirsin!” demişti. Azade Hanım adlı romanını çevirmeye başladım ancak nedense yarıda bıraktım. Ne yazık ki onun diğer romanlarını da çevirmeye fırsatım olamadı henüz. Ama Azade Hanım’ı bitirebilirsem ve Ayaz’ın Cehennemlik Günlerini çevirebilirsem sanırım ona olan borcumu biraz olsun ödemiş olurum.
Stokholm’de kongreye gitmek üzere kapıdan çıktığımızda Beraheni bana sordu, “Döhdür menim börküm harda?” [Doktor benim şapkam nerde?] Ona, şapkasının odamızda konsolun üzerinde olduğunu söyledim. O da tamam dedi. Az sonra arabaya binerken tekrar sordu: “Döhdür menim börküm harda?” Aynı yanıtı verdim ancak bir hekim olarak Alzheimer başlıyor galiba diye düşünerek büyük bir acıyla derin bir kaygıya kapıldım. Büyük düşünür, sosyalist mücadeleci, evrensel insan hakları savunucusu, yazın kuramcısı hocam, dostum, dildaşım ve Azerbaycan Türkleri olarak anadilimiz ve edebiyatımızla ilgili ortak dertlerimiz olan Rıza şu anda Toronto’da Alzheimer’in ağında bütün o yaratmış olduğu güzelim edebi dünyadan uzaklaşmış ve belleği silinmiştir ve bizi artık yazamayacağı romanlarının, şiirlerinin hasretinde gözü yolda bırakmıştır. Onun sesinin susması bir evrenin susmasıdır. Bir kuşağın susması, edebiyatın yetim kalmasıdır. Son Toronto yolculuğumda onu ziyaret etmekten özellikle kaçındım. Tanıdığım, bildiğim gibi kalsın içimde istedim büyük hocam.
Oğlu anlatıyor: “Havaalanından eve gidiyoruz. Babam tekerlekli sandalyeye oturmuş. İleriye geçip karşısında duruyorum. Babam bana tuhaf tuhaf bakıyor. Ben de ona bakıyorum. Annem yaklaşıyor ve her zamanki muzurluğuyla soruyor: “Söyle bakalım bu kim?” Babam, “Onu tanıyorum!” diyor. Annem üsteliyor, “Kimdir?” Babam, “Sanırım eski komşularımızdandır!” diyor. Gözyaşlarımı yutuyorum. Şapkamı başımdan alıyorum. Gözlerim dolu. Babam aniden coşkulu bir bakış atıyor bana. Bir şeyleri hatırlamış gibi. Ya da anımsamaya çalışır gibi. Aniden beni göstererek anneme, “Bak Sanaz! Bu Rıza Beraheni’dir!” Bu cümleyi öyle söylüyor ki sanki kendisi hiçbir kimse değil. Sanki o Rıza Beraheni hayranlarından biridir ve Rıza Beraheni onun evine onu ziyarete gelmiş gibi biz ise hepimiz geçmişlerin sakinleriyiz. O sadece annemi tam ve ayrıntılı olarak tanıyor!”
Beraheni’nin “Aba” dediği annesi onun ruhunda ve eserlerinde çok önemli izler bırakmıştı. Ömrünün son yıllarında o da Alzheimer hastalığıyla boğuşmuş ve her şeyi unutmuştu. Birinde annesi Rıza’yı görmek için Amerika’ya gitmiş. Annesi evde Rıza’nın PEN toplantısından dönmesini bekliyormuş. Rıza Beraheni’nin anlattığına göre PEN toplantısında birkaç kişiyle birlikte Arthur Miller de varmış. Konuşmalar devam etmiş ve öykü konusu açılmış. Beraheni birkaç öyküsünden söz etmiş. Arthur Miller heyecanlanmış. Beraheni bu öykülerin kaynağının annesi olduğunu ve tesadüfen şu anda Amerika’da evde olduğunu söylemiş. Toplantı sonrasında Miller öykülerin kaynağını görmek istediğini söylemiş. Tebrizli oyun yazarı Dr. Gulam Hüseyin Saedi ile birlikte eve gelmişler. Anne doğal olarak Azerbaycan Türkçesinden başka bir dil bilmiyor. Anne, narin çiçek desenli çarşafı başında kapıyı açınca Arthur Miller kollarını açarak onu kucaklamak istemiş. Anne dehşete kapılarak uzaklaşmış “Bu heyula herif de kim! Uzaklaştırın benden!” demiş. Beraheni ve Saedi ona bu adamın Arthur Miller olduğunu, dünyaca ünlü önemli bir şahsiyet olduğunu kötü bir niyetinin olmadığını anlatmaya çalışmışlar. Arthur Miller ise hiç şaşırmamış. “Bu öykülerin kaynağının nereden geldiğini çok iyi anlıyorum!” demiş.
1994 yılında, İYB tüzüğünün ilk maddesi “Sınırsız ve istisnasız düşünce ve ifade özgürlüğü” olan İYB üyesi 134 yazar, şair, senarist, oyun yazarı, araştırmacı ve çevirmen “Biz Yazarız” başlığıyla İran’daki sansüre itiraz olarak açık bir mektup niteliğinde bir bildiri yayımlandı:
“… Biz yazarız. Yani kendi duygu, hayalleirmizi ve araştırmalarımızı türlü biçimlerde yazarız ya da yayımlarız. İster şiir olsun ister öykü, oyun, senaryo ya da araştırma olsun yazdıklarımızı özgürce ve hiçbir engel tanımaksızın muhataplarına ulaştırmak bizim en doğal ve sosyal hakkımızdır. Bu eserlerin önünde oluşturulan engeller hangi bahaneyle olursa olsun hiç kimsenin ve hiçbir kurumun yetkisi dahilinde değil. Gerçi yayınlandıktan sonra bu eserleri yargılama ve özgürce eleştirme kapıları herkes için açıktır. …”
Bu uzunca bildiri, her bir cümlesi üzerinde İYB’de tartışıldıktan sonra Rıza Beraheni tarafından İngilizceye çevrilerek, Doğu Avrupa PEN’e ulaştırılmak üzere Arthur Miller’e iletilmiş. Arthur Miller bu görevi yerine getirdikten sonra İran’ı telefonla aramış ve bu mektuplaşmalar sonucunda bu bildirinin altında imzası bulunan 134 kişinin Dünya PEN üyeliğine kabul edildiğini bildirmiştir.
Bildirinin yayımlanmasının arkasından İYB daha da büyük baskı altına alınıyor. Çok geçmeden 6 Ağustos 1996 tarihinde Ermenistan’da bir yazınsal etkinliğe katılmak üzere yola koyulan ve İYB’nin 21 üyesini taşıyan otobüs uçuruma yönlendirilmek istenirken iki yazarın hızlı müdahalesi sonucu bu toplu cinayet önleniyor. Ancak İYB üyelerine karşı terör ve katliamlar 1998 yılında hayata geçirilerek Mohammed Mohtari, Mohammed Cafer Puyendeh, Gaffar Hüseyni, Ahmed Tafazzoli, Ebrahim Zalzadeh, Macid Şerif, Dariyuş Fruher gibi yazar ve şairler ve kimi siyasiler dizi halinde öldürüldüler. Bu cinayetlerin arkasında İslam Fedaileri örgütü bir bildiri yayınlayarak cinayetlerin sorumluluğunu üstlense de halkın itirazları sonucunda perdeler kalkarak tüm bu cinayetleri İran Enformasyon Bakanlığı’nın gözetiminde ve denetiminde yapıldığı, Ermenistan yolculuğunun otobüsünün şoförü (Hosro Berati) ve cinayetin önlenmesi sonrasında otobüs yolcusu yazarları sorgulayan kişinin bu bakanlığın aktif elemanları olduğu ortaya çıktı. Katillerin biri hariç -güya intihar etmiş- yargılandıktan sonra hepsi serbest bırakılmıştır. Bu yolculuğun macerasını Rıza Beraheni ve o yolculuğa katılan yazarlardan bir kısmı ayrıntılı bir şekilde kaleme almışlardır (okumak için Buraya bakınız).
Rıza Beraheni’nin yetmişinci doğum günü nedeniyle Toronto’da bir kültür merkezinin düzenlediği geceye kimi edebiyatçının ilettikleri mesajları burada vermek istiyorum:
Eugene Benson (PEN Kanada dönemsel başkanı)
Rıza Beraheni’ye bir yazar, yazın kuramcısı ve özellikle ülkesi İran’da demokratik özgürlükler yolunda gösterdiği özveriler nedeniyle selamlarımı gönderiyorum. Onun, arzularının ve hedeflerinin yeni ülkesi Kanada’da hep yaşamasını umut ediyorum.
Hélène Cixous (Yazar, eleştirmen, kadın insan hakları, yazın kuramcısı)
Kitap okuma ömründe bir eserin keşfi sevilen bir ölünün mezarından kalkması kadar nadir bir olaydır. Böylesi bir olay her beş yılda ya da on yılda cereyan eder. O gün insanın edebiyatın gerçeğini algılayabileceği bir güçle. Bu macera birkaç sene önce benim için cereyan etti. Benim için kıyametin kıyamı idi. Ne mutlu o insana ki ansızın başka bir gezegenin başka bir dünyanın varlığını öğrenir.
Anımsarım, okumak benim artık dayanılması güç bir durum halini almıştı. Zira derinlerden akan eserler benim hayal gücüm için katlanılır değil. Böylesi eserler eziyet eder. Çünkü şer, kötülük ve kötülüğün sırrı çevresinde dolaşır durur. O çalışmaya başlamak için doğrudan cehenneme girmişti. Evrimlerin beşiği cehenneme. Cehennem diyorum çünkü herkesin kendi cehennemi var. Berhani’nin cehennemi muhteşem görkemli bir saray gibidir. İran, Türk ve Arap arşivleri onun gözü önündedir. Ansiklopedik anılara ve bilgilere sahiptir. Başlangıç ve moderndir. Cehennemler demeliydim, güzel cehennemler. Çünkü Rıza her yerden bir cehennem çekip çıkarmakta. Hapishane şarkıları söylemekte ya da aile içi cinayetlerin şarkılarını. Rıza sürülmeliydi. Bu edebiyatın bir isteğiydi. Zira o edebiyatın yetkin bir vatandaşıdır. Rıza muazzam bir şair ve aynı zamanda hayal kuran ve tanık olan bir öğretmen, sözcük simyacılarının ve yeni özgürlükler yaratanların geleneksel dünyasına ait pratik ve yazın insanıdır.
Noam Chomsky (Dilbilimci, sosyal ve politik düşünür)
Rıza Beraheni gecesi düzenlemesi haberini duyduğum için sevinçliyim. Son otuz sene boyunca Şah’ın zorba ve baskıcı rejimine karşı mücadelede önemli bir şahsiyet olarak öne çıkan Rıza ile tanışıyor olmak benim için büyük bir onur kaynağıdır. Sonraki yıllarda o sadece İran değil diğer ülkelerde de insan hakları ve özgürlüklerini savunmada kendi korkusuzca çalışmalarını sürdürmüştür. Ve tüm bu yıllar boyunca benim için büyük bir onur olmuştur ki her istediğimde ona katılabilmişim ve onun faaliyetlerinden ve dikkate değer eğitimlerinden öğrenmişim. Onun şu ana kadar yaptıklarına dair kendi derin takdirlerimi sunarak ve gelecekte de aynılarını yapacağı beklentisiyle sizin topluluğunuza katılmak benim için sonsuz sevinç kaynağıdır.
Karin Clark (Yazar)
Sevgili Rıza. Sen ve senin muazzam yazınsal, akademik ve kişisel edinimlerini takdir edip kollayan uzak ya da yakın dostlarının arasında sayılmam benim için büyük kıvanç ve onur kaynağıdır. Dünya PEN’in kongrelerinde senin yanında çalışmak kısa sürede ikimizin de benzer sorunlar üzerinde düşündüğümüzü ve o sorunlarla karşılaşma ve onları bertaraf etmede benzer yöntemler uyguladığımızı bana açık etti.
Ben gerçi Farsça bilmiyorum, Azade Hanım’ın Fransızca metniyle uğraşırken, aylarca gece geç vakitlere kadar senin lütfedip gönderdiğin bu kitap tarafından büyülenmiştim. Azade Hanım’ın cesareti, dayancı ve coşkusuna vurulmuştum. Onun bu dünyanın tüm yönlerini bir araya getiren algısına vurulmuştum. Aynı zamanda geçmişin ve şimdinin değerlerinin ve yarın için bu mirasın bekçiliğini yapmakta ve bizim hepimizi ilgilendiren zorluklar karşısında baş eğmiyor. Senin yetkin bilgi ve hayal gücünü bu asırda bizim önümüze koyan tablo uzun süre benimle birlikte olacaktır.
Aydın Çubukçu (yazar)
Rıza Beraheni doğu ve batı edebiyatının büyük sentezidir. Onun eleştiri ve şiir alanlarında yarattığı eserler her iki dili kapsar. Bizi batıya sürükleyen dili ve doğuyla ilintili kılan dili. Böylece Rıza Beraheni Şems’ten Joyce’a kadar parçalanmayı ve dilin devrimci ruhunu temsil eder. Dilin büyük emekçisine selam olsun. Büyük şaire selam olsun.
Katherine Govier (Yazar, eski PEN Kanada başkanı)
Rıza Beraheni’nin araştırma ve yaratıcılık mirası doğduğu ülke İran’da ünlüdür. Belki pek az bilinen konu onun göç ettiği ülke Kanada’ya olan hizmetidir. Onun PEN Kanada’ya verdiği hizmet beni heyecanlandırmıştır. Bu hizmetler ben PEN Kanada başkanıyken başlamıştır ve onun başkanlığı süresince ve sonrasında devam etmiştir. O İran’daki ifade özgürlüğünün baskılanmasını, yazarların ve gazetecilerin takip altına alınıp eziyet edildiklerini sürekli ifşa etmiştir ve bunlar karşısında direnmeyi dünya çapında yükseltmiştir. Ben onun Toronto’da heyecanla dinleyenler karşısındaki şiir okumalarına tanık oldum. O bir öğretmen olarak da bizim bakış açımızı ve gözetimlerimizi genişletmiştir. Ben kendime hep sormuşum gerçekten bizden kaç kişi acaba ömrü bunca yerinden olmalara katlanarak yaşamayı sürdürebilir ve yine başka bir ülkede başkalarıyla tam bir ortaklık içinde yaşamını sürdürebilir. Ben bu fırsattan yararlanarak Rıza’ya ve onun susmayan sesine olan saygımı ilan etmek isterim. Bravo!
Ron Graham (Yazar, eski PEN Kanada başkanı)
Rıza çoğu kez PEN Kanada’ya borçlu olduğunu ileri sürmüştür. Zira bu kuruluş ona ve ailesine bu ülkede yeni yaşamlarına başlamak için yardım etmiştir. Polis takibi olmadan, işkence olmadan ve ölüm tehlikesi bulunmadan bir yaşam. Ama o bu borcu bir yazar olarak, üniversite hocası olarak, bir düşünür olarak, sevgi dolu bir dost olarak, eksiksiz ve bonkör bir ilham kaynağı olarak ve İran’da ve bütün dünyada insan hakları konusunda verdiği yılmaz mücadele ile kat kat ödemiştir. PEN Kanada onun hizmet etme fırsatı yaratması yolunda ona yardım etme onurunu elde etmişti ama elde edilenler tümüyle onun yetkinliği ve başarısıyla olmuştur. Aferinler Rıza.
M. Ali Ferzaneh (Yazar, araştırmacı)
Değerli yazar ve araştırıcı Sayın Dr. Rıza Beraheni
En iyi selamlarımla sizin yetmişinci bereketli ve onurlu yaş gününüzü tebrik eder ve düşünce ve kalem arsasında size uzun ömürler, sağlık ve bugüne kadar sürdürmüş olduğunuz ve olacağınız güçlü yolda başarınızın devamını temenni ederim. Bu temenni sadece bana ait değil ve sanıyorum ki sizi seven ve size saygı duyan bir vatandaşın içten dileğidir. Siz o zor ve fırtınalı yıllarda teslim olmayıp kaleminizi ve yaratıcı gücünüzü tüm darboğazlardan ve zorluklardan kurtardınız ve onu mahrum ve mazlum insanların doğal ve insani hakları yolunda kullandınız. Siz özellikle aralarından çıktığınız halkın toplumsal, kültürel ve medeni haklarını savunma siperinde her zaman parıldayacaksınız ve bu birliktelik ve gereklilik uğuruna halkınızın önünde dik ve alnı açık olacaksınız. Çok yaşayın.
Nino Ricci (Yazar, PEN Kanada eski başkanı)
Sesimi dünyanın dört bir yanından gelen seslere katıyorum ve bu saygı gecesinde en iyi selamlarımı ve dileklerimi Rıza Beraheni’ye takdim ediyorum. Ben Rıza’nın Kanada’ya gelişinden kısa süre sonra onunla tanışma şansım oldu ve bu tanışma yoluyla sadece onun geniş bilgi ve yeteneklerinin tanığı olup bu fırsatı yakalamakla kalmadım aynı zamanda onun derin insanlığını fark ettim. Rıza bizim hepimiz için bir örnektir. Muazzam engellere rağmen nasıl kendi zor uğraşına devam etti ve sarsılmaz bir biçimde inandığına sırt çevirmedi. Sürgünde bir yazar olmak Rıza gibi bir insan için çok zordur. Kendi anadilinden kopmak ve kendi doğal muhatabından kopmak ve kesintisiz bir mücadeleyle yüz yüze olmak yeniden anlamlı bir ses bulmak için. Kanada’ya girişinden itibaren o asla bu mücadeleden vaz geçmedi. Yazarak, eğiterek ve PEN Kanada gibi örgütlere liderlik ederek. Biz onun bizim aramızda olması nedeniyle çok sevinçliyiz. Ben Rıza’nın muazzam hizmetlerini tanıma ve ona özel oturumlar düzenleyen kültür merkezinin çabasını takdire şayan buluyorum.
Eugene Schoulgin (Yazar, Dünya PEN yönetim kurulu üyesi, Dünya PEN Siyasi Mahpuslar Komitesi eski başkanı)
Sevgili Rıza
Sundbyberg’nin sokak lambalarının hardal rengi ışığında karşılaştık. Ağır ve ıslak kar yağıyordu. İsveçler derler ki, “Sundbyberg’i gör sonra uzan ve öl!” Napoli çok uzak görünüyordu.
Sen sığınmacılara hiç benzemiyordun. Yanlış bir ülkede en yanlış zamanda sersem bir şekilde yönünü kaybetmiş adama… gülümsedin ve başını hareket ettirdin. Saygılı ve biraz da ölçülü. Sonra senin eski öğrencin Azer Mehluciyan bizim ikimizi kucakladı ve o apartman dairesindeydik -vesikalık bir Babil- dört saat kadar birlikteydik o sıcak ve şaşılası yemeklerle. Sen konuştun. Biz konuştuk. Ve anılar, çokça anılar, kötü anılar, tehlikeli yolculuklar, Evin hapishanesi, idam mangaları, sınırlardan geçmeler, insanı şüphelenmesi ya da güvenmesi gereken yabancı insanları (ve bu ne kadar önemli bir sorundu) ve merak ettiğimiz aileler ve insanlar. Ve hala da, o temel mesele duruyordu, edebiyat, romanlarımız ve geniş hayallerimiz. Zengin tarih ve anlatı geleneği ki sen onların arasından kendi geniş epik gözerimlerini çiziyordun.
Sana bakıyordum. Seni dinliyordum. Bir adamdı dünyayı fethetmeye gelmişti. Bir adam ki dil ile ele geçiriyor, bir adam ki hayal gücüyle ele geçiriyordu ve bir adam ki bütün ülkeler onunla onur duymalıydı. Tüm bunlara rağmen sen savunmasızdın. Neden? Çünkü sen yeni bir yaşama adım atmıştın ve onun şifrelerini öğrenmeliydin. Başka insanlar görmeliydin ve onlara güvenmeliydin ve başka bir yaşam tarzını kabul etmeliydin. Kendi ülkende neyi beklediğini biliyordun, alabileceğin riskleri ve savurman gereken tehlikeleri. Söylediğin ya da söylemediğin sözlerin sonuçlarını biliyordun -ya da az çok biliyordun. Ama burada sen bu kuzeyin bu karanlık kışında çok şeyler senin için belirsizdi. Eminim ki sen bunların hepsini derinden duyumsuyordun.
Genellikle derler ki yazarların durumu zorunlu sürgüne gidenlerin tümünün durumundan daha kötüdür. Bu doğru değil. Bu tehlikeli bir yanlış anlamadır. Çünkü ömür boyu yabancı olma tuzağına düşmek çok basittir. İnsanların ona karşı yanlış anlamaya düşeceklerini ve aydınlar topluluğundan uzaklaştıracaklarını hissetmek herkesin sözünü dinler bir insandan, insanları kısa sürede onu dinlemekten yorulur duruma düşmek. İşte o zaman sürgündeki yazar kendi kişiliğini müdürü durumuna dönüşür. Kendisi olacağına, kendisinin kendisi olur. Gerçekte yazar bir bakıma kendi ülkesi kendi devletidir. Bizim kendi konumumuzda egemenliğimiz var, yazabildiğimiz kadarıyla ya da “yazı yazma mağarasında” hayal etmek ve yazarken kendi düşüncelerimizle yaşarız. Ama o “yazı yazma mağarasında” kalmak çelikten iradeye gereksinim gösterir. Seni başka bir şeye dönüştürmek isteyenlere izin vermemek; bir profesyonel opozisyonist, politikacı, bütün zamanını kendi kişisel yaşamını düzene sokmaya çalışan bir sığınmacı ya da yurtlarından ayrı düşmüş ve inziva hayatı yaşayan vatandaş gruplarının sonu gelmeyen komplolarına katılmak.
Ama acaba nerede olursan ol yazmanın ikizi olan ilenç değil midir? Hayallerin karmaşası? Hepimizin çok iyi bildiği gibi: yazmak kendi başına bir sorun değil, sorun şu ki insanın kendini yazabilme durumuna sokmasıdır.
Biz her yıl PEN ile ilintili olarak Rıza ile görüşürüz. Umarım tekrar Beled’de ya da Oslavani’de birlikte oluruz. Biz kendi toplumsal çevrenimizi bütün dünyada birbirine ilintilendiren edebiyat ehlîsinin tuhaf ailesinin bireyleriyiz. Bizi birbirimizle birleştiren şeylerin bizi birbirimizden ayıran şeylerden daha fazla olduğuna inanarak. PEN bir şahsiyetler topluluğudur, inançlar, deneyimler ve İngilizcenin tuhaf telaffuzu ve sen bu ailenin içinde seçkin yerini titrek kar tanelerinin altında buz kesilen İskandinavya’nın iklimine girişinin ilk birkaç anından sonra galebe çalan iradenle elde etmişsin. Biliyorum kendi sokakları, caddeleri, kokuları, sesleri ve renklerini özleyen bütün kadınlar ve erkeklerin kalbinde olduğu gibi içinde bir şevk yanmakta. Ama bu şevk kullanılmak istiyor, şiire ve yazıya dönüşmek istiyor. Mesafenin dehşeti bir sedefin içindeki kum tanesi gibidir.
Bunu söylüyorum çünkü Rıza ben seni iyi tanıyorum. Sen hiçbir şeyin yaratıcılığını engelleme ve onun ciddi oyununu engelleme gücü olmayan yazarlardansın. Çocukların oynadıkları ciddi oyunlar gibi ve bu oyun yaşamı yansıtır. Biz senin sonraki kitabını bekleyeceğiz ve sonraki kitabını ve sonrakini…
Elveda Rıza. Umarım daha çok toplantılarda birlikte oluruz ve daha çok hikaye anlatırız birbirimize.
Behruz Şeyda (Yazar, eleştirmen, araştırmacı)
Rıza Beraheni birinde Son Basamak adlı şiirinde şöyle yazmıştır:
ölmek için / beni şebboylar nergisler ortasına koyma / bırakma beni dünya sularına / galaksilere de bırakma beni / beni önce o verev süzülen bakışın bileziğinden geçir/ … / beni son basamağa koy dön in aşağıya / ve meyveyi ve çiçeği ve hurmayı al götür yeri burası değil / yukarı kaldır öte yana beni son basamağın üzerine koy / … / beni çölün ruhuna bindir / git.
Aba’nın Huzurevi için Son Basamak şiirini yazmıştır. Son basamak her zaman musalla taşı değil, bazen varlığın son durağıdır. Belki de Rıza Beraheni’nin bütün yazdıklarının gayesi de.
Rıza Beraheni’nin metinleri son basamağa koşmuştur. Hem suların düşünde hem galaksilerin kanatlarında hem de çölün ruhunun sırtından verev süzülen bakışın raksında. Rıza Beraheni’nin metinleri düşlerin suyunda yatay devinimlere dalmıştır, galaksilerin kanatlarında dikey devinimi uçmuştur ve çölün ruhunun sırtında o süzülen bakışın raksında bin yönde yayılmıştır.
Rıza Beraheni’nin metinleri bir zaman yatay deviniminde tarihin gayesi ereğine yönelmiştir, şer söylencelerini yabancı öldüren kurtların[2] dişleriyle yırtmıştır, yersel ideale hasret olmuştur, güneşin doğuşuna koşmuştur. Rıza Beraheni’nin metinleri dikey deviniminde ayın kulağına şarkı söylemiştir, tef ezgileriyle gövde oynatmıştır, gençlik erguvanını öpmüştür, çocuk yaşlıların etrafında dönmüştür[3]. Rıza Beraheni’nin metinleri bin yönde doğduğu yerin emniyetine sığınmıştır, ana rahminin sıcaklığını aramıştır, şairin hayalini selamlamış, gıyaba, anlamsızlığa, dilliğe[4], dişilliğe, deliliğe doğru sürüklenmiştir.
Ancak Rıza Beraheni’nin metinleri hiçbir hareketinde isyandan başka bir şey aramamıştır. Suyun düşünde hareket yeryüzü gücün zulmüne karşıdır. Galaksilerin kanatlarında hareket ölümün zulmüne karşıdır hareket. Bin yöne yayılım egemen seslerin zulmüne karşıdır. İsyan sözcüklerinin üzerini çizersek Rıza Beraheni’nin isyan metinlerine yakınlaşırız. Rıza Beraheni’nin metinleri isyan metinleridir. Yalnız isyanların metinleri. İsyan metinleri bilgelik silahıyla bizi çılgınlık atışlarına ikna etmek istiyor. İsyan metinleri acının geçiş yoludur. Acı sözcüğünün üzerini çizmiyoruz.
Şair, roman yazarı ve bilge öğretmen Rıza Beraheni’nin acılarının metni hürmetine ayağa kalkıyorum.
Eyyyyy…
Rıza Seyid Hüseyni (Yazar, eleştirmen, araştırmacı)
… İyisi öncelikle eleştirmen Beraheni’ye bir işaretim olsun. Denebilir ki onun gençlik yıllarındaki ünü her şeyden önce onun keskin ve sarsıcı eleştirileriyle başlamıştır. İlginç olan şu ki bu eleştirilerin hedefi eskil şiir ile savaşından yeni zafere ulaşmış yeni akım Fars şiiriydi ve genel olarak kimse bu yeni şiirin temsilcilerine bir saldırı beklemiyordu. Ama Beraheni Yeni Şiir’in en büyük temsilcilerini “Ölüm Karesi” başlığı altına sokması bazılarını şaşırtmış ve birçoğunu ise incitmiştir.
… Beraheni şiir işinde daima kuramlara dikkat etmiştir ve doğal olarak Fransız sürrealistleri gibi ilk örneklerini kendisi vermiştir ve doğal olarak da yeni görüşlerinin ilk kurbanı kendisi olmuştur. Ancak bunun bir genelliği yoktur, söylediği şiirlerinin çoğu bizim çağdaş şiir tarihimizde kalıcı olacaktır. Gerçi onun bu kalıcı şiirleri de bizim çağımızın kimi aydınlarınca yadsınmıştır… her hâlükârda Dr. Rıza Beraheni’nin yazıdaki yetkinliği genç kuşağı onun yeni görüşlerine doğru çekmektedir. Ve bu genç kuşak eser yaratmakta ve onun deneyimlerini sürdürmektedir. Belki de kim bilir gelecekte şimdilik kaderi belli olamayan dillikten ölümsüz şaheserler ortaya çıkar. O kendisi gençler için düzenlediği edebiyat dersleri hakkında konuştuğunda ilgili konuya şöyle son verir: “Benim genç kuşakla ilişkim -ki başlangıçta bu ya da öteki dostumuzun evinde oldu, sonradan arkadaşların evlerinde düzenli celselere sonra da kendi evimin bodrum katındaki toplantılara dönüştü- benim bütün yazınsal sorunlar hakkında görüş tazelememe yol açtı. O algıların ürünü ki son yüz elli yılın yazınsal-felsefi sorunların en önemlilerini içerirdi… ve hepsi seksenden fazla kasette kaydedilmiştir, beni ve dostlarımdan küçük bir kafileyi başka bir yola sokmuştur. Ve şimdi ‘şimdi gönül Kâbe’sini puthane yapan sadece ben değilim/her adımda bir manastır var bir sinagog.’ Büyük romancı, yaratıcılık gücünün öyle bir yaratıcı etkisi olmalı ki kuramcılar ona dayanarak ve onu irdeleyerek yeni görüşler bildirmeli. Bana göre Dr. Beraheni işte bu büyük romancılardandır. Sıradan insanların dikkatini çekmeyen küçücük bir olay onda büyük bir yaratıcılığa bahane olmakta ve dönemin sorunları asla onun gözünden kaçmamakta. Onun kendisi de bu sorunların içinde olması nedeniyle denebilir ki bu eserlerin tümü onun kendi yaşamından kaynak almakta ve onların hepsi bir bakıma otobiyografik durum arz etmekte.
PEN Türkiye
Rıza Beraheni yazar, aydın ve düşünür.
Rıza Beraheni çağımızın önemli aydınlarından, yazarlarından ve düşünürlerindedir. Biz Türkiye PEN olarak bu büyük şahsiyeti takdir seminerinden dolayı sevincimizi bildirmek isteriz. Biz geçen sene PEN’in İstanbul’daki merkezinde onu ağırlamak onurunu yaşadık. Komşu Aç Kapıyı: İran-Türkiye Edebiyat Şenliği’nin devam ettiği 10 gün süreyle Beraheni düşünceler, görüşler ve önerileriyle bizi bize ekledi ve bizi aydınlattı. Rıza Beraheni’ler ve onun gibi yazarlar olduğu sürece bu toprak küredeki insana olan umut da devam edecektir. Düzenlenen bu sempozyum bu bakımdan da son derece önemlidir. Türkiye PEN olarak selamlarımızı ve teşekkürlerimizi Rıza Beraheni ve bu semineri düzeyenlere takdim ederiz.

[1] Kelebeklere, şiir, çeviren Haşim Hüsrevşahi, Dünya Yayınları, 2004
[2] Rıza Beraheni’nin Yurdumun Sırları adlı romanıdaki bir karaktere gönderi. (h.h.)
[3] Rıza Beraheni’nin farklı şiirlerine gönderilerdir. (h.h.)
[4] Rıza Beraheni’nin dil üzerine açıkladığı kuramın başlığıdır: Dilin dilliği.
“onlar büyüktüler…” için bir yorum