Hayat’ın Fahişesi: Suğra

Yazan: Selda Polat

(Bu yazı Roman Kahramanları dergisinin 7. sayısı, Temmuz 2011’de yayımlanmıştır)

Hayat’ı “evlerin dış kapısından itibaren başlayan ve binanın girişine kadar olan dört duvarla çevrili, çiçek ve ağaç bahçeleriyle süslü, genellikle ortasında havuz bulunan bölüm” diye tanımlıyor Hüsrevşahi, hayat’tan hayata geçememiş kişilerle örülü  “Ölümü Gözlerinden Gördüm[1]”  romanının küçük sözlüğünde.

Roman, soğuk bir Tebriz Şubat’ında aralıyor kapısını ve aynı gün kapı kapanıyor. Bu zaman zarfında, İran ve Azerbaycan’ın yüzyıllık tarihini başka bir anlatımla acısını, yedi kişi üzerinden okuyoruz. Bu yedi kişinin her birinin öyküsü birbirine değmiş/değen ve kesişen ortak kocaman bir öyküde düğümleniyor. Ortak öyküdeki ortak alan, bir hayat’a açılan bir apartman dairesi ve iğdiş edilen hayatlar. Hayat’ın burada belirleyici olan yanı, salt bir mekân olmanın ötesinde hayatın içinde yer alan insan prototiplerini ve onları içine alan ilişkiler ağının bir kesitini temsil etmesidir. Apartman dairesindeki yedi kişi iğdiş edilen hayatlarının suçlusunu birbirleri üzerinden arayan yedi kurbandır esasında. Kerim, Nahid, İsmal, Ruhsara, Cafer, Molla Mirza Hamit ve Suğra.

 Kurbanlardan Kerim, hayatının bir kısmını modernitenin temsili kentlerinden birinde, Hamburg’da gönüllü sürgünde geçirmiştir. Diğer sürgünler gibi hayatını, ev-istasyon- bar üçgeninde yaşayan, yaşamdaki tek bağı devrimci dostlarla tartışmalar yapmak ve ilk gençliğinde aşık olduğu kadını yani Nahid’i düşlemek olan Kerim bir fahişenin yatağında dostunu yitirdiğinde Hamburg’un tren raylarını görmekten bakmayı unuttuğu gözleri ve trenlerin uğultusundan duymayı unuttuğu kulakları ile ömrünce düşlediği kadını aramak üzere Tebriz’e gelir. Tebriz’den Hamburg’a uzanan sürgünlük hikâyesinin gerisinde de Nahid’in bir başkasıyla evlendirilmesi vardır. O, yaşadığı aşk acısını unutmak üzere yollara düşmüş, acısını dindirmek üzere yurduna geri dönmüştür. Ancak, gerçekte Kerim’in geri dönüşünün altında, kendini ait hissetmediği bir yerde tarihsel, toplumsal, kültürel bir bağ kuramayan bireyin içine düştüğü yalnızlık duygusundan kurtulmak için bir şeye sığınma isteği yatar. Kerim çaresizdir, ruhsuz bırakılmıştır. Kerim kendine yabancılaşmıştır. Bu yüzden, düşlerindeki kadını -çoktan kurban olmuş ve karşısında duran sadece çığlıklarıyla konuşan- kucağında can verirken, mezara verirken bile gör(e)mez, duy(a)maz, tanı(ya)maz.

 Nahid, göğsünde kelebek benzeri lekeli Nahid, kelebek gibi kanatları açıldığı zaman, babası tarafından Kuruyemişçi Celal’e verilen Nahid. Bir sabah kocası Celal’in koynundayken uyandığında, kocası devrim muhafızlarınca götürülen sonrasında kendisi hapishanelerde günlerce, aylarca işkenceye maruz kalan onlarca, yüzlerce kadından sadece biri olan Nahid. Maruz kaldığı işkenceler ve tanık olduğu insan dışılıklara dayanamayıp çıldıran Nahid. Bir çıldırma nöbetinde, artık olmayan kanatlarıyla camdan dışarıya uçmaya çalışıp, Hayat’ın karla kaplı zeminine çakılan Nahit. İlk ve tek aşkı Kerim’in kollarında can verdiğini bile bil(e)meyen kelebek Nahit.

 Ve Suğra, Hayat’ın fahişesi Suğra

 Suğra’yla “itmesene orospu çocuğu” ve “ağzına tükürdüğümün pezevengi” sözleriyle tanışıyoruz. Suğra hayattan Hayat’a yedi kişiden biri olarak bu karşı çıkış sözleri eşliğinde birileri tarafından itiliyor. Suğra acıyla ilk kez bir sabah anası Leyla’nın asma direğinden geçirilmiş urgandan sallanan gövdesiyle tanışır. Soluk soluğa ikizi Kübra’ya ulaştığında, aklında kendi soluğunun ağırlığı kalacaktır. Suğra ile Kübra, “yaşları on altısına geldiğinde analığı hastalanıp soğuk bir aralık gününde ölünce, cenaze namazını kılan molla eve dadanır arkasından diğer erkekler” (s.85). Onlar, artık hayatın malıdır. Onlar artık, bütünün işlevsel bir parçasıdırlar. Onların kişi olarak bir önemi yoktur sadece işlevselliklerini (fahişelik) sürdürdükleri ölçüde var olacaklardır. Bu toplumsal var etme biçimi, işlevsel olan ortadan kalktığında aynı zamanda yine toplumsal olarak yok saymaya kendiliğinden dönüşecektir. Nitekim, Kübra bir sarhoş müşterisi tarafından karnında bebeğiyle, dövülerek öldürüldüğünde, Molla namazı kıldırmak istemediğinden, cenaze namazı bir bakkal tarafından kıldırılıp, namazda saf tutan üç hamal ve mezarcı eşliğinde toprağa verilir. Suğra’nın en derin acısı ikizi Kübra’yı kollarında tuttuğu ve onun ölümüne inanmak istemediği an olmuştur. Suğra çaresiz kalmıştır.

 Ve Suğra, “cam şangırtısı içinde düşen Nahid’in başını dizine aldığında nefes nefese kalmışken bir yandan elini, genç kadının patlayan kaşına bastırırken bir yandan da onun saçlarını okşamaya çalışıyordu” (s.105). Ölürken okşayamadığı ikizi Kübra’nın saçlarını okşar gibi. Roman örgüsünde Suğra’nın fahişeleştirilemeyen yüreği ve dili bu okşayışın izini taşımakta, yazar bu yolla ataerkil düzenin nesne kıldığı Suğra Kadını özneleştirmektedir. Suğra kapatıldıkları bu apartman katında, toplumsal alanda kutsanan her şeyi ters yüz edecek, hayatın dışına itilen bir karakterken, Hayat’ın merkezinde yer alan bir karaktere dönüşecektir.

 Suğra, Kerim’in: “Mollayı çağıralım da nasıl yıkayacağımızı öğretsin bari. Sonra da bu zavallı kadının namazını kılsın” (s.165) önerisine, “ben bilirim nasıl yıkanacağını” der. “Sen nereden bilirsin be kadın?” diyen Kerim’e Suğra’nın yanıtı serttir: “Bunu adam gibi desene orospu ne anlar cenaze yıkamaktan!” Kerim susar. Çelişkisi yüzüne bir tokat gibi inmiştir. Kerim’in, yıllarca diğer işçilerle beraber dünyayı dönüştürme eylemiyle kazandığı bilinçlenmesinin yanı sıra, geçmişten getirerek özümsediği ve onun gerçek tarafını ortaya koyan bilinçlenmesinin “ne”liğine başka bir deyişle, Gramsci’nin “çelişik bilinçlenme” diye adlandırdığı duruma bir fahişe açıklık kazandırmıştır.

 Suğra, Nahid’i mutfakta yemek masasının üzerinde yıkamak istediğinde, Kerim, “Yemek masamız da ölü mü yıkayacaksın?” der. Suğra: “He! Ölü yıkayacağım! Beğenmedin mi? …Gövdesini doğrayıp tabaklarınıza koyacağım. Etini koyacağım tabaklarınıza. Kadın etini sevmez misiniz? Seversiniz… hem ölüsünün hem dirisinin!” (s.200) diye haykırırken, aslında eril iktidarın zevk için aşağıladığı, onurunu kırdığı kadın bedenine çizdiği kadere karşı durmaktadır. Bu karşı duruşa, Ruhsara sessiz kalarak destek verir. Kaçar Krallığı soyundan gelen Ruhsara, sessiz kalmanın bir asalet davranışı olduğunu çocukluğunda öğrenmiştir. Bir asılzade olarak doğduğu topraklarda halktan biri olarak yoksul bir yaşama mahkûm edilen Ruhsara,  kaderini de aynı suskunlukla yaşamış, dualarıyla tanrıya sığınmıştır. Eve kapatıldıklarında Suğra’nın bağırmasına şaşkınlığı ve beyaz çadırasına (bir tür başörtüsü) kanlı tükürüğün sıçramaması için toparlanması bu yüzdendi. 

 Nahid’in mutfak masasındaki cesedinin başında iki kadın. Birinin (Suğra’nın) gözyaşları dışarıya birininki içine akmaktadır. Suğra, Nahid’in gencecik bedenini “bir orospunun” yıkamasının uygun olmayacağını söyler. Ruhsara başlar Nahid’i yıkamaya. Köpüklenen bedene gözyaşları karışan Suğra’da tanrıya dua etmektedir. Her iki kadın da farkında değildir kendilerini “şeytan” kılan dinin ta kendisi olduğunun. Yaşadıkları toplumda dinin, ideolojik bir araç olarak işlevinden, dogmatizmin kendilerine dayattığı yazgıya boyun eğmenin iman kabul edildiğinden, biat ettikleri dinsel düzenin tam da bu dünya düzeninin hükmedici yanıyla örtüştüğünün de farkında değillerdir. Ta ki, Nahid’in cesedini yüzükoyun çevirdiklerinde, kırbaçla lime lime edilmiş sırtını görene kadar. Sabunu eline alıp, Nahid’i yıkayan Suğra, kırbaçlı şeytanların cehenneme çevrilen hayatlarının suçlusunu biliyordur. Bu nedenle Nahid’e şefkat ve öfke karışımı, “Madem öyle, kardeşim benim, madem seni böyle paramparça etmişler, benim yanıma göndermişler… ben de… yıkarım seni… ben yıkarım seni…  bütün günahlarından, acılarından, çektiklerinden ben arındırırım seni… Kavatların dünyasında zordur değil mi ayakta durmak? Zordur değil mi kadın olmak?” (s.205) sözleriyle seslenir. Ruhsara’nın çadırası kefen olarak sarılır Nahid’e.        

 “Başı açık kaldın” der Suğra, Ruhsara’ya şeriatın kadına emrettiği örtünmeyi içselleştirmiş haliyle. “Kes eteğinden bir parça” der Ruhsara, bir kraliçe edasıyla emrederken Suğra’ya. Bir fahişe eteğinden bozma başörtüsünü kapatırken, Ruhsara belki de hayatında ilk kez, suskunluğunu fısıltıyla bozar: “Kalleşler”.

 Kefenlenmiş cesedin başındaki iki kadın farkındadırlar artık aslında birer kurban olduklarının. Mollanın cenaze namazında işinin olmayacağını biliyorlardır. Ruhsara, Suğra’ya, “biz kılacağız namazı” der. Suğra’nın itirazına “Mahallenin bütün erkeklerini sen vermişsin günahın ateşine… öyleyse kıl namazı… kendin için de kıl. Benim için de kıl” (s.207) derken, yazgısına boyun eğmemeyi de öğrenmiştir. Gerçekte, günah işlemekten ziyade, Nahid’e yaşatılan cehennemi bir cennete çevirebilme umuduyla, namazı kılması için Kerim’i çağırır Suğra. Ruhsara’nın ne namazı bir erkeğe kıldırmaya ne de öğlen ezanını beklemeye niyeti vardır. Bir orospunun eteğinden yapılma başörtüsünü düzelterek, arkasında saf tutan Suğra ve Kerim’e aldırmaksızın namazı kılar Ruhsara horoz seslerine karışan sabah ezanı eşliğinde. O hayatında bir Hayat’ta karşılaştığı bir fahişenin rehberliğinde, kaderine ve tanrısına ilk kez karşı çıkıyordu.      

 

  

 

 


[1] Ölümü Gözlerinden Gördüm, roman, Haşim Hüsrevşahi, Arkadaş Yayınları, 2010

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s