Kundaklandık: içimizdeki yangın sönmedi daha!

Sevgili Lütfiye Aydın‘ın facebook sayfasından alıp onun izniyle aşağıda verdiğim yazı 2 Temmuz 1993 dehşeti ve vahşetinin bir özetidir. Özel yazışmamızda kendisi bir notu da eklememi istedi:

Bu olayın yazarlığımın yörüngesini değiştirdiğini de ekleyin. Çünkü okuma yazmayı yeniden öğrendikten sonra, yangın kokusunu unutmak, külleri üfleyip yepyeni dünyalar kurgulamak bile sorun…

O’nun için Madımak yangını hâlâ sürüyor. Ya sizin için?..

LÜTFİYE AYDIN

2 Temmuz 1993 olaylarında, yani Madımak vahşetinde yanmadan önce, kendini aşağı atarak kurtarmış ve hafızasını kaybetmiş bir edebiyat öğretmeni..

Madımak Oteli’nin 109 ve 110 numaralı odaların pencerelerinden karşı binaya geçiş vardı.

Buradan kaçan 31 kişi kurtuldu.

Kendini, eşiyle birlikte, otelin boşluğuna atan yazar Lütfiye AYDIN’ın trajik hikâyesi bugün hâlâ sürüyor..

Alevler giderek yükseliyor.

Herkes çığlık çığlığa can derdinde.

Furuğ: günümüz şiiri!

Günümüz şairinin aşk meselesine bakışı yüzde yüz hizipçidir. Günümüz şiirinde aşk, biraz temenna, azıcık ah vah ve nihayet birkaç kelimede de her şeyin sonu olan vuslattan ibarettir. Hâlbuki her şeyin başlangıcı olabilir. Aşk yeni düşünsel ve duyumsal dünyalara, fikirlere, ufuklara bir delik açmamıştır ve hâlâ insani kalıplarından ayırdığınızda bomboş imgelerden başka bir şey olmayan göz, kaş, güzel baldır bacak düzeyinde seyrediyor. Günümüz şiiri, genel bir kuşağı; taşların, bitkilerin ve doğanın aşkını, aylak kadınların ve pis kokulu sokakların ve yalın ayakların aşkını ve iki insanın aşkını unutmuştur ve yaşamın hüzün dolu güzelliklerine dikkat etmemekte.

Günümüz şiirini sadece olumsuz yönleriyle asil ve başarılı şiir olarak kabul etmek mümkündür. Düşünsel ve ruhsal avarelikler, mutlak güvensizlik ve inançsızlık, ümitsizlik ve kuşku, şiirin kalbini fethetmiş olan kavramlardır ve şair, bizim kuşağımızın en umumi derdi olan onmaz inzivasından, melankoliyalarını kâğıt üzerinde çizmekte ve sadece bu yoldandır ki şiir zaman zaman yücelme ve özel bir parıltı göstermekte.

Günümüz şiirinde epik içeriklerin de yeri görünüyor. Bu alanda sunulan -örneğin Kesari Bey’in Okçu Areş şiiri örnek olarak gösterilebilir- kendi doğuşu için şerefli kandan, gururdan ve inançtan kaynaklanan bir epik eserden çok gevşek ve sölpük bir ninniye daha çok benzemekte.

Buna karşın günümüz şiiri büyük ölçüde kendisini asla şairane olamayacak fazlalıklardan kurtarmış, şiirin çekirdeği ve temel kavramına yaklaşmıştır. Günümüz şiiri artık vaaz, öğüt, yargı ve hikâye anlatımı aracı değil. Şiir, şiir yaratmaya yönelmiştir. Bu yoldaki başarısı çok naçiz olsa da artık enerjisini sapaklarda harcamamakta ve kendi ikliminin sınırlarını bilmekte, bu ise etkili ve takdire şayan bir adımdır. Bugünün Farsça şiirinin içeriğini bir kenara bırakırsak benim büyük eleştirim orada kullanılmakta olan dildir.

Günümüz şiirinin dili yalancı, tembel ve temkinlidir. Aktarma görevini üstlenmiş olan duyguların anlatımında kendi geniş olanaklarından yararlanmamakta. Günümüz şiirinin dilinin iki yönü var. Ya çok böbürlenen, fadılca ve geçmişin kurallarına bağlıdır ya da çok dağınık, başıboş ve sokak işidir. Genel bir çizgide benzer anlamları taşıya sözcükler ancak her biri başlı başına bağımsız anlamları ifade etmekteler. Günümüz şiirinde kullanılması sırasında bunlar, kulağa en güzel ve en hoş gelenin lehine kenara itilmekteler.

Günümüz şairi, sözcüğün güzelliğine dikkat ediyor, ifade ettiği anlama değil. “Alımlı” sözcüğünün yerine “güzel” sözcüğü asla kullanılamaz zira alımlı ve güzel eşit anlamlı olsaydı asla iki sözcük olarak ortaya çıkmazdı.

Günümüz şiiri yeni sözcüklere ihtiyacı var ve onları kendisinde yer etme cesareti bulmalıdır. Sözcüğün gerçek anlamını tanımak ve onu doğru bir biçimde kullanmakla günümüz şiir diline bir sıcaklık ve yeni bir hayat verilebilir ancak.

En kaba ve en çirkin sözcükler, kendilerine gereksinim duyulduğunda sırf daha önce şiirde kullanılmadıkları için bir kenara itilmemeli. Ne yazık ki günümüz şairi bunu yapmakta.

Füruğ Ferruhzad - Vikipedi

(Önce Ben Öleceğim, h.h., Totem Yayınları, 2019)

insanların en dibe battığının portresi…

Ölümü Gözlerinden Gördüm adlı romanın yayımlandığı yıla ait kısa bir eleştiri yazısı:

 

Şiirin Batı Kapısından Bir İlk Roman

Uğur Biryol

biamag

Haşim Hüsrevşahi, Tebriz doğumlu, yazdığı Azerice, Farsça ve Türkçe şiir, kısa öykü,Ölümü gözlerinden gördüm eleştiri ve denemeleri değişik ülkelerde yayımlanan bir yazar.

1999 yılında Türkiye’ye dönen ve Ankara’da yaşamaya başlayan Hüsrevşahi’nin Farsça’dan Türkçe’ye kazandırdığı Furuğ Ferruhzad’a ait toplu şiir kitabı “Yaralarım Aşktandır” ve Ferhunde Hacizade’nin romanı “Gözlerinizden Korkuyorum” gibi çok sayıda eser bulunuyor.

Hüsrevşahi’nin “Ölümü Gözlerinden Gördüm” ismini verdiği ilk romanı İran’ın batı kapısı, belleği, şairler kenti Tebriz’de yaklaşık bir asırlık zaman diliminde geçen iç içe insan öykülerinden mürekkep.

 

Mahşer toplansa da bitmez o matem”

Hüsrevşahi, romanındaki karakterlerin şiddetin, zulüm ve adaletsizlik sarmalındaki hayatlarını, yalın ve kıvrak bir dille anlatıyor. İnsanoğlunun içinde boğulduğu hırs, öfke, basiretsizlik ve acı denizinin evrensel bir dışavurumu olan Ölümü Gözlerinden Gördüm, edebiyatın yaşamı ifade etmekteki gücünü bir kez daha gözler önüne seriyor.

Okumaya devam et “insanların en dibe battığının portresi…”

Kör Baykuş’u okumadan önce!

Bu makale, Rıza Beraheni’nin “Edebiyatta Kadın Cinayetlerinin Sonu” adlı yazısının Farsça’dan çevirisidir. Daha önce “Yazarın gölgesi: Sadık Hidayet: Ölüm, Kadın ve Kör Baykuş’un yeniden yazılışı” adlı hazırladığım kitapta yayımlanmıştır. Kitabın adının temelini, Roland Barthes’ın “Yazarın Ölümü” ve Friedrich W. Nietzsche’nin Tanrının gölgesi bakışından hareketle ve bu iki önemli başlığı iç içe geçirerek Sadık Hidayet öykülerine uygun bir “hermafrodit” sözcük yaratarak koydum: Yazarın gölgesi! Kör Baykuş’u okuduktan (ya da onu okumadan önce) bu kitap ve Beraheni’nin bu yazısı mutlaka okunmalıdır diye düşünüyorum.

Hidayet’in ailesinin köklerinin İlhanlılara ve Orta Asya’ya uzandığı özellikle Bijen Celali tarafından aydınlanmıştır. Ama “Bugamdasi”nin -Türkçe, Farsça ve İngilizce- kaynaklardan, sözlüklerden ve ansiklopedilerden çıkardığımız sözcük köküne ve bileşimine kesin bir dikkatle eğilmeliyiz. “Bugam”, Türkçede bay, ağa, kavmin emiri, ordunun komutanı, aristokrat ve asil anlamları taşır ve genel olarak kraliyet ailesinin dışındaki aristokratların lakabı olarak bilinir. Çincede “Pek” ve “Bek” tanrı ve kral anlamında ve “Bigur” da Çin Hakanı anlamındadır ve onun değişmiş biçimi “Feğfur” şeklinde görülür. Bunun, Arapçada zulüm ve tecavüz anlamına gelen “Beği” ile ilintili olduğu açık değil. Açık olan şu ki, Sasani döneminde tanrı anlamına gelen “Baga” sözcüğü Çincedeki anlamıyla uyumludur. “Pi”, Altay Şamanistleri arasında, kişiye hitaplarda, şaman dualarında, virtlerinde ve zikirlerinde de “büyük” anlamında kullanılmıştır. “Bi”, Hunlar arasında da Çince ve Türkçedeki anlamıyla kullanılmıştır. Biliyoruz ki “Bek”, “Pi”, “Beyk”, “Beyg” yüz yıllar boyunca Çin’den Orta Avrupa’ya kadar değişik milletler ve kavimler arasında devlet büyüklerinin lakapları olarak kullanılmıştır.

Okumaya devam et “Kör Baykuş’u okumadan önce!”

Kirli ellerinizi halkların üzerinden çekin!

Her bir terör olayından sonra, her bir düzeneği önceden ayarlanmış komplodan sonra yeni bir saldırı ile başka bir Müslüman halk toplu kıyımdan geçiriliyor… Bin Ladin maskarasından sonra Afganistan ve Irak halkı kılıçtan geçirilirdi. Sadece Irak’ta 1.500.000 masum insan bombalanarak veya doğrudan yerel saldırılarla katledildi. Sonra bilinen neden ortaya çıktı ve sağır sultan tarafından da anlaşıldı ki tüm bu oyunlar ve cinayetler Irak’ın petrol zenginliklerini doğrudan ele geçirmek, Körfez’in dibine çadır kurmak, Kuzey’de bir uslu devlet kurarak burnumuzun dibinde bir üs yaratmaktı… Sonra Libya zenginliklerini ele geçirmek için binlerce insan… Somali, Mali, Filipinler, Malezya, Endonezya… En son beklenen komplolar ve Suriye’de iç savaş çıkarmak ve onu işgal etmek planları…

Amerika’da birkaç gün önce yaşanan patlama olayı çok iğrenç ve bir o kadar da insanlık dışı ve insanlığa karşı işlenen bir suç ve cinayettir. Masum insanların katledilmesi her yerde ve her zaman, kimin tarafından olursa olsun aynı şiddet ve nefretle lanetlenmelidir. Ancak batının çifte standardı ve Müslüman halklar aleyhinde yürüttükleri çirkin propaganda ne yazık batı insanında Müslüman halklara karşı nefret dolu bir önyargı oluşturmuştur. Öyle görünüyor ki bu son patlamalar ve işlenen cinayet de batı devletleri tarafından aynı amaçla kullanılacak… Ama en önemli kaygı şu: bu cinayetler belli odakların işi olarak sistematik bir şekilde işlenirse öyle görünüyor ki onlara boyun eğmeyen Suriye’nin doğrudan işgali için ve İran’a doğrudan saldırı için malzeme teşkil edecektir.

Büyük sermayenin bütün dünyada ve özellikle bölgedeki çirkin ve kanlı planları için masum halkların kanının dökülmesine aynı hassasiyetle karşı koymalıyız. Ermeni ölünce kötü Müslüman ölünce iyi denirse, Yahudi öldürülürse kötü fakat Arap öldürülürse iyi denirse, Kürt öldürülünce kötü fakat Türk öldürülünce iyi denirse bu çifte standarttır, iğrenç bir ırkçılıktır ve insan düşmanlığıdır. İnsanların, dinine, ırkına, toplumsal uygarlık derecesine ve sonradan onlara eklenen aidiyetlerine bakılmaksızın tüm cinayetlere karşı savunulması gerekliliği vurgulanmalı ve insanlara karşı yürütülen her türlü savaşa karşı sürekli ve samimiyetle ve hep birlikte hayır demeli. İşte o zaman erdemli insan olma imkanı doğar!

Patlamalarda ölen Amerikan halkının masum bireylerinin acısını paylaşıyoruz!

Ana dilde eğitim: Hikayenin özü!

Anadilde konuşma, anadilde yazıp okuma ve eğitim bir haktır. Verilen değil, doğuştan kişiyle var olan bir haktır. Göze sahip olma ve görme hakkı gibi, buruna sahip olma ve koklama hakkı gibi! BU hak sonradan birileri tarafından insanlara bahşedilmez!!

Anadilde konuşma ve eğitim hakkı verilmez ancak gasp edilebilir! Çoğunluğun egemen olduğu düzenlerde bu hak önceden gasp edilmişse sahiplerine iade edilir. Azınlık sermaye sahiplerinin düzeninde ise oyun başlar. Birkaç perdede oynanır bu oyun. Ama oyunu kısaca şöyle özetlemek mümkün: Aptal sermaye ana dilde konuşma, yazıp okuma ve eğitim haklarını gasp eder, korkar insanların en doğal haklarına kavuşmalarından. Böylece halkları kendilerine düşman eder! Akıllı sermaye o hakkı resmiyete tanır zira bilir böylece halkların yanında kendisini özgürlükçü tanıtabilir ve daha önemlisi o halkları kendi dilleriyle zehirleyebilir ve böylece onlar üzerindeki egemenliklerini sürdürmeleri kolaylaşır!

Şu anda yaklaşık 70 milyonluk İran’daki halkların % 75’nin ve bu arada %40 (yaklaşık 32-33 milyonluk) Türk nüfusunun bu hakları gasp edilmiştir. İran’ı parçalamak isteyenler için bulunmaz bir fırsat!

DSC_0009

Ferhan Şensoy’dan Okunması Gereken bir Yazı!

FERHAN ŞENSOY (5.5.12)

Muhalefetin önde gideniydi Aristofanes. Ülkede kötü giden şeyleri eleştiren oyunlar yazar, çıkar oynardı binlerce kişilik anfi tiyatrolarda. Ön sırada ülkeyi yönetenler oturur, halkla birlikte dikkatle izlerler, bundan ve halkın tepkisinden kendilerine ders çıkarırlar, alkışlarlardı Aristofanes’i.

Aristofanes’i özelleştirmek Antik Yunan’da hiç kimsenin aklına gelmemişti!!

Tiyatro bin yıldır muhaliftir, muhalif kalacaktır, çünkü halkın sesidir. Yöneticilere yanlışlarını anlatmak için var tiyatro.

Okumaya devam et “Ferhan Şensoy’dan Okunması Gereken bir Yazı!”

Hayat’ın Fahişesi: Suğra

Yazan: Selda Polat

(Bu yazı Roman Kahramanları dergisinin 7. sayısı, Temmuz 2011’de yayımlanmıştır)

Hayat’ı “evlerin dış kapısından itibaren başlayan ve binanın girişine kadar olan dört duvarla çevrili, çiçek ve ağaç bahçeleriyle süslü, genellikle ortasında havuz bulunan bölüm” diye tanımlıyor Hüsrevşahi, hayat’tan hayata geçememiş kişilerle örülü  “Ölümü Gözlerinden Gördüm[1]”  romanının küçük sözlüğünde.

Okumaya devam et “Hayat’ın Fahişesi: Suğra”

Şiir Saati ve Mevlânâ

Özdemir İNCE

Şiir Saati ve Mevlânâ

ON kadarının adı bilinir, bazıları gazetecilerde, kitapçılarda vitrine konur ama Türkiye’de 500 kadar edebiyat ve şiir dergisi yayınlanır.

Nasıl yayınlanır? Onu ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Harçlıklar toplanarak, giyim ve kuşamdan keserek, imece ile? Daha başka, akla gelmeyecek yöntemleri de vardır. Ama sonuçta yayınlanırlar, dağıtılırlar, okunurlar. Türkiye’nin düşünce, edebiyat ve sanatına büyük katkılarda bulunurlar. Her yıl çoğu batar ama yerleri hemen doldurulur. Bugün bunlardan birinden ve yaptığı bir işten söz edeceğim.

Okumaya devam et “Şiir Saati ve Mevlânâ”