Hilmi Haşal: Teras okumaları-2

HAŞİM HÜSREVŞAHİ’DEN SENİ UNUTMAYI ÖĞRET BANA

Kent yaşamının gerilimini azaltmanın yol ve yöntemlerinden biri hatta ilk akla geleni kitapla kurulan soyut bağdır. Kitaba bağlanma, bir bakıma yaşantıyı sakinleştirme, musibetlerden korunma etkinliği…  Kent kaosu, kötülüklerle örülü, amansız tüketim koşusuna zorlar çünkü çağdaşımız insanı. Roman, öykü daha kolay terapi aracıdır belki… ama şiir kitabı özel çaba, geniş ve derinlikli, handiyse girift ebru bezemelerine yönelmişçesine dikkat ve yoğunlaşma ister; “içimde mavi cam kırıkları” demiş şiir kişisinin davetine karşılık…  Şiirin kitabı, şairi de okuru da sözcükler deryasında arayışa sürüklenmenin serüveniyle sınar, dense yanlış olmaz.  Dil, her iki gezgini buluşturur; imge ve ileti, anlam denen dertlenme dalgasının dilidir ki, o buluşmanın konumunu, zamanını hayatlara dahil eder. Ne doğduğu yer ne de doyduğu yer, sözcüklerin yükünü algılamaktan, sorgulamaktan alıkoymaz gezgin kişiyi. İnsani dertler, dertlenmeler, gittiği yön, kat ettiği mesafe (ömür) süresince ortaktır: şairin yurdu hüznüdür o minvalde, okurun da keza… Haşim Hüsrevşahi,  Seni Unutmayı Öğret Bana (Totem Yayınları, Ankara, 2016, ISBN: 978-9944-330-26-8) kitabında, bir araya getirdiği şiirlerle düşündürmektedir, yer, zaman, aşk ve hüzün kavramlarını…  Birçok örnek dize nakledilebilir ama ipucu ya da tadımlık babında; “ne zaman sokağa çıksam mavi bir cam kırılır içimde” diye başlayan, “kızıl yeminlerimiz vardı yeşil kefaretimiz” (s.21) şiiri öncelikle okunmalı diye önerilebilir.

İmece… [hapisteki kadınlara bir şiir]

Kadın insan hakları için mücadele eden ve bu nedenle hapsedilen Aliye Egdamdust, Ronak Seffarzade, Zeynep Bayezdi ve nice kadın aktivist için yazılan ve onlara ithaf edilen şiirlerden bir örnektir. Bu şiirlerin birkaçını daha çevirip burada yayımlayacağım.

İmece

Elham Melekpur

وقتی شاعر سکوتش را می‌شکند، از رادیو زمانه
Elham Melekpur

hiçbir olay olmasın diye uğraşıyoruz

biz hiçbir bomba yapılmasın diye uğraşıyoruz

biz yürekten ümit ediyoruz bayraklar kendi renklerinde  dalgalansın diye

biz biziz işte çabalayan

ellerimizdeki ışıltı mucizelere güler

ve sapa yollardan kestirme gideriz ana yollara

Neler yapıyorum?

Son Beş Yılda Neler Yaptım?

Bazen insan kendi kendine soruyor işte ne yapıyorsun diye… Ben de “Ne yapıyorum bu yaşamda?” diye soruyorum bazen. Aile konuları dışında nelerle uğraşıyorum? Geziler, fotoğraflar, okumalar, film izlemeler, doğa yürüyüşleri, yemek yapmalar vs dışında yani? Çevremle ve çevremdeki insanlarla ilgileniyorum tabi herkes gibi. Ama mesleki olarak ne yapıyorum ne ile uğraşıyorum? sorusuna yanıt vermek için son beş yılın çok çok kısa bir özetini çıkardım. Paylaşmak istedim:

  1. Hekim Olarak:

Bir çocuk kalp hastalıkları uzman hekimi olarak son beş yılda yaklaşık on bin çocuğun kalbini muayene ettim, hastalıklarına tanı koymaya çalıştım, sağlıkları için uğraştım.

Tabip olarak kendimi güncel tutmaya çalıştım ve editörler kurulunda olduğum yurt dışı tıbbi dergilere makaleler ve yazılar gönderdim, yurt içi ve yurt dışı bazı çocuk kardiyoloji kongrelerine katıldım…

2. Edebiyatçı olarak:

  • Kendimce önemli bulduğum ya da yazdıklarıma yardımcı olacak okumalar yaptım
  • Kimi edebiyat dergilerine makale, şiir ve çeviri şiir ve öykü gönderdim.
  • Az da olsa bazı şiir dinletilerine katıldım…
  • Ama en önemlisi de yazma ve çeviri eylemlerime devam ettim. Bunların bir kısmını Edebiyat Pencerem olarak adlandırdığım sardunyalar.com’da yayınladım, bir kısmını ise kitaplaştırdım.
  • Son beş yılda kitaplaştırdığım çalışmalarım:

1- Seni Unutmayı Öğret Bana, Şiir, Haşim Hüsrevşahi, 2016

2- Bana Aydınlıkta Söz Et, Çeviri şiir, Ahmed Şamlu, 2016

3- Sırrı Giz Eylediler, Çeviri şiir seçkisi, Hafız-Hayyam-Mevlana, 2016

4- Yalnızlığımın Çinisi, Çeviri şiir, Sohrab Sepehri, , 2017

5- Beyel’in Yas Tutanları, Çeviri roman, Gulam Hüseyin Saedi, 2017

6- Önce Ben Öleceğim, Furuğ Ferruhzad’ın yazdığı öyküler, makaleler ve yaptığı söyleşiler, 2019

7- Mavi Ses, Sohrab Sepehri’nin düz yazılarından oluşan Mavi Oda ve diğer yazıları ve yazarın hakkında söyleşiler. 2021.

8- Dolunayın Çocukları, Roman. Haşim Hüsrevşahi, 2021, Yayınevine gönderildi.

9- 18. Hücre, Ali Eşref Dervişiyan, Roman, 2021

10- Şeyh Bedrettin Destanı, Nazım Hikmet, Farsçaya Çeviri, Mehri Publications, Londra, 2021

  • Şu günler ne yapıyorum?

Bahçemle uğraşıyorum, yürüyüşlere devam ediyorum, güzel filmleri izlemeye devam

Çocuk kalp hastalarına yardım etmeye çalışıyorum.

Okumalarıma devam ediyorum

Dördüncü romanımı bitirmek üzereyim

Dördüncü şiir dosyamı düzenliyorum

Sylvia Plath ve Furuğ Ferruhzad şiiri üzerine karşılaştırmalı bir inceleme yaptım makalesini bitirmek üzereyim. (Sylvia’nın şiirlerini orijinal dilinden kendim çevirdim)

Bir çeviri romanın yarısını bitirdim

Bir çeviri romanın editörial düzeltisini yapıyorum

100 Türkçe yazan Türkiyeli kadın şairin şiirlerini Farsçaya çevirme projeme başladım

Şimdilik aklıma gelen bunlar… Sonra başka bir şeyler anımsarsam eklerim. Hepinize güzel günler diliyorum 🙂

Ses. Misak. Gerçek: bir aborjin şiir

Şiir: Dan Davis

İngilizce orijinal versiyonundan çeviri: Haşim Hüsrevşahi

SES, neye yarar, duyulmayacağımızda.

Yükselttiğimizde sesimizi, adaletsizliğimizi anlattığımızda, sözcüklerimizi söylediğimizde.

Katliamlardan konuştuğumuzda, bize nasıl davranıldığı hakkında

Gece ve gündüz nasıl öldürüldük. Kolay dua ettik, kolayca yenildik.

.

Yaşlılar, erkekler, kadınlar, çocuklar, bebekler, yeni doğanlar.

Kaçma şanları yoktu, yas tutma şanları yoktu.

Onlar laneti olagelen derilerinin rengi için işkence edildiler.

Beyaz adamlarca ırzlarına geçildi, sonra işkenceler edildi ya da çok daha beter.

MİSAK, bir sözleşme, bir uzlaşı, bir anlaşma ya da bir pakt.

Bu hükümetle asla olmayacak, bilirim bunu.

“Aksi ispatlanıncaya kadar masumdur” sözü sadece onların renginde olanlar

için geçerlidir.

Ama hep “suçludur” onlar gördüklerinde siyahi bir genci.

.

Bir anlaşma, bir sözleşme, bir güvence, bir pazarlık.

İddiasına varım biz başbakanın “üzgünüz” dediğini duymayacağız bir daha

parlamentoda.

Ailelerinden ayırdıkları yaşlılarımızdan af dilediğini.

Af dilemek onlara ve bana anıları ve gözyaşları getirdi.

.

HAKİKAT, yazılmamıştır, siz asla onu duymayacak ya da okumayacaksınız.

Sadece beyaz adamın inanmanızı istediğini duyacaksınız, hakikatleri gizleyerek.

Bir yığın dillendirilememiş gerçekler, acılar ve üzünç içinde bir yığın masum.

Tümü acı dolu ölüme maruz kaldılar, acıyla öldüler, bizim yarınlarımız uğruna.

.

Onlar adına konuşmamıza ihtiyaçları var, o ıstırap dolu günler boyu neler olup bitti diye söylememize.

Onların SESi ol, MİSAK için savaş, GERÇEĞİ söyle bizim tarzımızda.

 Myall Deresi gibi ya da Gwyer, Murray, Darling nehirleri.

Katliamların gerçekleştiği yerler, beyaz adamın acıyı sunduğu yerler.

.

Sayısız günahlar işlendi, sayısız hayatlar alındı çok erkenden.

Güneşin yakıcı sıcaklığında ya da ayın ışığı altında.

Ses, Misak, Gerçek, biz sözden eyleme geçmeliyiz.

Üzüntümüzü atmalıyız üzerimizden, yaşamları doyuma dönüştürmeliyiz.

Restin görüldüğü gece!

Taylan rakı bardağını masaya neredeyse çarparak bırakıp suyundan bir yudum alınca “Onun gönlü başkasındaydı… Ben yanılmışım!” dedi.

“Yuh! Daha neler! İnanmıyorum…”

Taylan susunca Mehşid bu kez gülerek, “Yoksa gönlü bende miydi? Söyle lan…” dedi. Taylan da gülümsedi.

“Çok komiksin! Senin neyini sevecekti lan salak?”

Mehşid susunca Taylan’ın de yüzü ciddileşti.

“Valla bak… Ben onu sevdim…”

“Eeee? Adama bak ya… Afyonkeş kabız olsa şimdiye on kez sıçmıştı lan… Bi cevap ver ya! Öyleyse neden bırakıp gittin?”

“Hâlâ da seviyorum… Lanet olsun! O benim ilk aşkımdı… İlk dellenmemin hikâyesidir! Ben bırakmadım diyorum sana… O başkasını taktı koluna.”

“Nasıl taktı koluna yani? Tekrar seni aradı buldu ama. Buluştunuz! Valla çözemedim davayı! Hem seviyor hem başkasını koluna takıp gidiyor hem de seni arayıp… Tuhaflık var bu işte babam! Bu hikâyenin bir yerinde bir hata var.”

“Çözemezsin… Ben de çözemedim yıllarca düşünmeme rağmen!”

“Haydi öyleyse, Tülay’ın şerefine!”

Mehşid kadehini kaldırırken midesi kalktı. Yutkundu. Bitmek üzere olan sigarasını kül tablasına attı. Midesinden gelenleri ağzında topladı, geri yutmak isterken öksürdü. Rakı, su, balık, salata cıvık macun gibi masaya serpildi. Taylan elindeki çatalı hızla tabağına attı, bir yandan da yüzüne püskürtülen kusmuğu silerken ayağı kalktı. Mehşid’in koltuklarına girip kaldırdı. Genç bir garson da ona yardım etti. Tuvalete taşıdılar. Mehşid kusmaya devam etti. Kusmuğun rengi değişmeye başladı. Resti görmüştü anlaşılan. Elinin sırtıyla kanlı dudaklarını silmeye çalıştı. Yüzünü yıkayınca aynaya baktı:

“Masadan kalkma zamanı geldi galiba dostum!”

“Evet kalkalım… Geç oldu.”

“Ben kalkıyorum… Sen oyuna devam et! Bu restleşme tek kişilik bir kumardır babam… Buraya kadarmış!”

Numune Hastanesi acil servisine geldiklerinde gece yarıyı yeni aşmıştı. Doktor hikâyeyi dinledikten sonra hemen içeri alarak müşahede kısmında bir yatağa yatırdı. Hemşire hemen koluna serumu taktı. Tansiyonu iyiymiş. Serumu yiyince Mehşid’in sarhoşluğu giderek uçtu. Etrafına bakınmaya, espri yapmaya başladı. (… …)

Çok geçmeden Mehşid’i mide kanaması tanısıyla servise yatırdılar. İlk ünite kanı Taylan verdi. Sabaha karşı uykudan birden fırladı. Taylan yan koltukta uyukluyordu. Mehşid’in sesine gözlerini açtı. Sakin bir sesle sanki rüyasındaki biriyle konuşuyordu:

“Dostum bak… Kanser işini gördü. Biliyorum her an komaya girebilirim. Sonrası belli zaten. Burada bekleme boşu boşuna. Benden sonra Nurşen’i bul, ona onu hâlâ çok sevdiğimi söyle. Bir boktu yedim işte dedi, de. Kızlarımı da öp benim için. Onlara hasta olduğumu söylemedim. Korktum. Bu kadar!”

“Sus lan dinlen!”

“Susacağım zaten… Ofisimdeki kitapları, giysileri falan yoksul öğrencilere dağıtın.”

Taylan, Mehşid’in elini sıktığını fark etti. Mehşid konuşmayı kesti. Filmlerdeki gibi olmadı. Hani önce sesi kısılır. Sonra nefesi daralır, sonra gözleri kayar falan. Öyle olmadı. Konuştu, sustu ve uyudu. Eli Taylan’ın elinde soğumaya başladı. Sivas Madımak olaylarının, Ulucanlar Hapishanesi olaylarının müdahil avukatı sustu. Dava düştü. Perde kapandı.

Taylan kımıldayamıyordu. Sanki az sonra kalkıp eve gidecekler, mutfağa geçecekler, Mehşid patatesleri kürdan inceliğinde doğrayacak, kızıl kızartacak, Taylan biraları açacak, kaset çalacak, Türküler söylenecek, Tülay gelecek, Nurşen gelecek, diğerleri de gelecek, gülüşüp söyleşecekler, Mehşid bira bardağını Nurşen için kaldıracak, onu dudaklarından öpecek, birasından bir yudum alacak, biranın köpüğünü gür sarkan siyah bıyıklarından emerek içecek, kahkahayı patlatacaktı. Ama perde düşmüş, alkış sesi duyulmamıştı. Resti görülmüş ve Mehşid masayı terk etmişti. Sahne sessizdi.

[Dolunayın Çocukları adlı yayınevindeki romanımdan bir parça: , h.h.]

Zalimi yaratan mazlumdur: Sıfır Ritim Deneyi

Yıl 1974. Deneyi yapan Marina Abramoviç. Sonuç: İnsanlar vahşet yaratmada birbirini tetkikler (yığın taşkınlıklarında olduğu gibi) ve birbirine güç verirler. Ancak esasta mazlumum tepkisiz kalması bütün olayları geliştirir.

İlk videoda Mirina deneyimini anlatıyor, ikinci videoda (2011) diğer performansını sergiliyor.

Bu deneyimleme hakkında birçok yazı yazılmıştır. Buraya tıklayabilirsiniz

Sadık Hidayet: otobiyografik notu.

Sadık Hidayet’in el yazısı ile kendisi hakkında yazdığı otobiyografik notun fotoğrafını aşağıda veriyorum. Kâğıt başlığında Tahran Üniversitesi yazılıdır:

Ben kendi yaşamımı yazmaktan Amerikanvari reklamlar karşısında ürktüğüm kadar ürküyorum. Acaba benim doğum tarihimi bilmek kimin ne derdine değer? Şayet bu bilgi nüfus cüzdanı çıkartmak için ise sadece beni ilgilendirmeli, gerçi sizden gizli saklı değil defalarca müneccimlerle danışmışım, ama onların öngörüleri hiçbir zaman doğru değildi. Şayet okurların ilgisi içinse o zaman onların genel oylamasına başvurmalı çünkü herkesten önce ben yaparsam sanki kendi yaşamımın aptalca ayrıntılarına pek bir değer veriyormuşum gibi olur. Kaldı ki birçok ayrıntı var ki insan başkalarının bakış açısıyla kendisini yargılamaya çalışır ve bu nedenle de onların görüşlerine baş vurmak daha uygun olur. Örneğin beden ölçülerimi elbiselerimi diken terzi çok daha iyi biliyor ve sokak başındaki ayakkabı tamircisi de bilir ayakkabımın hangi yanı sürtünüp yenmiştir. Bu açıklamalar bana hep yaşlı bir atı satışa çıkardıkları ve müşteri çekmek içinde onun özellikleri ve kusurlarını saydıkları büyükbaş hayvan satış pazarlarını anımsatır. Kaldı ki benim yaşamöykümün hiç öyle kayda değer bir yanı yoktur. Ne önemli bir olay olmuş ne bir unvanım olmuş ne önemli bir diplomam olmuş ne de okulda parlak bir öğrenciydim. Tam tersi hep başarısızlıkla karşı karşıyaydım. Çalıştığım devlet dairelerinde hep silik ve kayıp biriydim ve müdürlerim elimden kan ağlarlardı öyle ki istifa ettiğimde onu coşkun bir sevinçle karşılamışlardır. Genel olarak çevremin benim hakkındaki kanısı itilmiş, istenmeyen, işe yaramaz biri olmamdır ve belki de hakikat budur.

[Otobiyografi, yazarın el yazısı]
خانه صادق هدایت تهران
[Yazarın evi, Tahran]

خانه‌ی رو به ویران صادق هدایت | توانا
[Yazarın odası, Tahran’daki evi]

عکس/ پیکر صادق هدایت پس از خودکشی
[Paris, son uyku]

Kundaklandık: içimizdeki yangın sönmedi daha!

Sevgili Lütfiye Aydın‘ın facebook sayfasından alıp onun izniyle aşağıda verdiğim yazı 2 Temmuz 1993 dehşeti ve vahşetinin bir özetidir. Özel yazışmamızda kendisi bir notu da eklememi istedi:

Bu olayın yazarlığımın yörüngesini değiştirdiğini de ekleyin. Çünkü okuma yazmayı yeniden öğrendikten sonra, yangın kokusunu unutmak, külleri üfleyip yepyeni dünyalar kurgulamak bile sorun…

O’nun için Madımak yangını hâlâ sürüyor. Ya sizin için?..

LÜTFİYE AYDIN

2 Temmuz 1993 olaylarında, yani Madımak vahşetinde yanmadan önce, kendini aşağı atarak kurtarmış ve hafızasını kaybetmiş bir edebiyat öğretmeni..

Madımak Oteli’nin 109 ve 110 numaralı odaların pencerelerinden karşı binaya geçiş vardı.

Buradan kaçan 31 kişi kurtuldu.

Kendini, eşiyle birlikte, otelin boşluğuna atan yazar Lütfiye AYDIN’ın trajik hikâyesi bugün hâlâ sürüyor..

Alevler giderek yükseliyor.

Herkes çığlık çığlığa can derdinde.

Lütfiye AYDIN yangından kurtulmak için, eşi Avukat Cafer Can AYDIN’la birlikte kendini otelin apartman boşluğuna bırakıyor.

Dumandan göz gözü görmüyor.

Bağırıyorlar, bağırıyorlar, güçleri bitiyor.

Dumandan zehirlenip bayılıyorlar..

İtfaiye araçları otele ulaşmak istiyor.

Göstericiler, araçların tekerleklerinin önüne yatarak engellemek istiyorlar.

Polis havaya ateş açıyor.

Yangın söndürme çalışmaları nihayet başlayabiliyor.

İtfaiye yangını söndürürken, otel boşluğunun üzerindeki camlar patlıyor.

Kızgın camlar, yerde baygın yatan Lütfiye AYDIN’ın üzerine yağmur gibi yağıyor..

Gece 01.00’de yangın tamamen söndürülüyor.

Otelden 33 ölü çıkarılıyor..

Duvar dibinde olduğu için camların pek değmediği Cafer Can AYDIN kendine gelir gibi oluyor.

Güçlükle dışarı çıkıyor.

Bir polis O’nu görüyor, şaşırıyor;

– Başka yaşayanlar var mı? diyor.

Eşi Lütfiye AYDIN’ın adını söylüyor, bayılıyor.

Otel hâlâ tütüyor.

Ve otelden en son Lütfiye AYDIN çıkarılıyor..

Lütfiye AYDIN morgda..

Polis, Lütfiye AYDIN’ın öldüğünü düşünüyor.

Bir kamyonetin arkasına koyup hastane morguna kaldırıyor.

Cafer Can eşinin öldüğüne inanamıyor.

Sabaha karşı, güç bela, morga gidiyor .

O’na son kez bakmak için doktordan rica ediyor.

Doktor;

– Sivri bir şey var mı? diye soruyor, kalemini veriyor.

Kalem Lütfiye AYDIN’ın ayağına batırılıyor, tepki veriyor;

Yaşıyor..

Aradan birkaç saniye geçiyor, Lütfiye AYDIN sayıklıyor

– Ce.. Ce..

Eşi tamamlıyor;

– Ceren.. Ceren..

Ceren, kızlarının adı.

Cafer Can hem kızının adını – Ceren.. Ceren.. diye tekrarlıyor, hem de haykıra haykıra ağlıyor.

Lütfiye AYDIN kurtulmuştu ama bu “kurtuluş” hiç de kolay olmayacaktı..

GATA Yanık Merkezi..

Lütfiye AYDIN’ın vücudu ağır derecede yanıktı.

Önce Sivas’ta tedavi görüyor, daha sonra Ankara’da GATA Yanık Merkezi’nde.

Olaydan üç gün sonra, 5 Temmuz günü, gözünü GATA Yanık Merkezi’nde açıyor.

Ne güzel tesadüf; 5 Temmuz kızları Ceren’in doğum günüydü, 17’yi dolduruyordu.

O gün, 35 gün sürecek zorlu tedavi sürecine başlıyor doktorlar.

Ölü derileri tek tek soyuluyor, yatağı bir küvet oluyor.

Konuşmakta zorlanıyor.

En yakınlarını dahi tanıyamıyor.

Cumhuriyet Pazar bulmacası çözme alışkanlığı vardı.

Hastanedeyken sürekli;

– Bana bulmacamı getirin! diyor, nedense bir türlü getirilmiyor bulmaca..

Sonunda bir gün getiriyorlar, dünyalar O’nun oluyor..

Kalemi eline alıyor ve öylece kalakalıyor.

O da ne; harfler birbirine giriyor.

Zorluyor, zorluyor, olmuyor, okuyamıyor.

Gazeteyi neden getirmediklerini anlıyor..

Odadan çıkmıyor.

Aylar sonra hastaneden taburcu oluyor.

Evine gelir gelmez, odasının perdelerini kapattırıyor. Günlerce çıkmadan o karanlık odada, tek başına yaşıyor.

Eşi ve kızının büyük çabasıyla, günlerce verdikleri mücadele ile, sonunda hayata dönüyor.

Edebiyat öğretmeni, yazar Lütfiye AYDIN, okuma yazmayı yeniden öğreniyor.

Zamanla, odasından, evinden çıkmaya başlıyor.

Sokakta, haline bakıp soranlara;

– Trafik kazası geçirdim! diyor.

Yalan söylemiyor aslında, çünkü öyle biliyor.

Ne Sivas’ı, ne Madımak Oteli’ni, ne de yangını hatırlıyor…

Bir gün odasından katıla katıla ağlama sesi geliyor.

Anımsıyor, tüm olup biteni..

Hemen bir daktilo istiyor, yazmak istiyor.

Yazarsa belki arkadaşlarını, gencecik çocukları geri getireceğini düşünüyor, oturup yazmaya başlıyor.

Sekiz saat sürüyor yazması; yarım sayfa ancak yazabiliyor.

Pes etmiyor, yazmayı bırakmıyor.

Lütfiye AYDIN, bugün zor yazıyor ve güçlükle konuşuyor.

O’nun için Madımak yangını hâlâ sürüyor.

Ya sizin için?..

“Kareşçe ve Ötekisiz” sayfasından alıntı

Aşağıdaki öyküyü Prof Dr. A. Naki Selmanpakoğlu’dan az önce aldım. Hiçbir müdahale etmeden yayımlıyorum. Şükranlarımla.

 İNSAN DEDİĞİN…                                                                                           

     Haberlere bakılırsa pek çok ölü ve yaralı var, yaralıların çoğu da yanık.
Canları yakmışlar.
Türkü yakanları ateşle yakmışlar! Onlarla yanmak, acımı acılarına katmak, ya da derman olmak vardı. Geç bunları şimdi. Bakalım kimler gelecek yanık servisine.
Kültür Bakanı, bakmayanı, önde gideni, arkada kalanı kısacası alayı hastanedeydi o gün.
Basra değil Sivas yanmıştı bu kez, gayrısı boştu.
On – on beş yanıklı acil servise alınmış bizi bekliyor.
Aklım Cafer’le Lütfiye’de. Bensiz gittiler. Götürmediler beni “Askersin gelme” dediler.
İlkin duvara yakın bir yatakta Lütfiye’yi gördüm. Sarıp sarmalamışlar, kolunda serum, gözlerinde kocaman bir soru işareti, şaşkın bekliyor. Bana ve hiçbir yere baka baka. Lütfiye’nin uzağında bir başka yatakta Cafer, bir gözü eşi Lütfiye’de bir gözü bende, bir şeyler anlatmak istiyor.
Acilin her yanına sinmiş yanık kokusu, Alışık olmayanın dayanması zor. Lütfiye’de kül rengi bir öksürük. Sorular soruyor, yanıtlayamıyoruz. Cafer, yüzü hariç tüm bedeni sarılı. O kendi derdini unutmuş, Lütfiye için perişan. Ben her ikisi ve diğerleri için telaştayım.
      Hepsini yanık servisine yatırdık. Hızla yapılanları gözden geçirip tedavilerine başladık. Yanık acısına katlanıyor insan ancak böylesi yürek yakan bir acıya katlanmak güç.
Ne ameliyatlar ne pansumanlar giderebildi o yanık kokusunu ve yakılmak duygusunu.
Cafer en çetin ameliyat acılarını sızıldanmadan geçirdi. Tanrıya değil acemaşirana inanırdı. Lütfiye’nin can yoldaşı, kendi yanığı değil onun yarasıydı tek tasası
“Yetti artık doktor, ben de bittim ezberimdeki şiir de.” “Yetti be… Boş kaldığınızda Cafer gel ameliyata.” Pansuman uzayınca Ketamin bile acılarını dindiremiyordu artık. Kırk ömür yaşasa Madımak’ı unutmayacaktı.
Gülerdi sıcak sıcak, millet Bodrum’a gitti o Sivas’a yanmaya. Her pansumanda acıyı unutturmak adına geçmiş günleri andık:

Lütfiye Aydın - Biyografya
Lütfiye Aydın, Sivas katliamından hemen önceki günlere ait bir fotoğraf.

     Kafa çekmişiz ucuz tekel şarabıyla, balık köftesi yapmışız. Cafer bu işte uzman. “Ellerini yıkadın mı?” diye takılıyorum, zaten köfte sonu elleri bembeyaz. Lütfiye’nin Antep yemekleri nefis. Kızlarımızın adı Ceren.
Geldikleri gün koğuş kapısında göründü Nurullah, “Siye sauk gazuz getirem mi?”
Diğer hastalar gibi o da sevmişti Madımakçıları. Onlarla göz temasından hiç kaçınmıyordu.
Tek katlı, daire şeklinde ortada bir bahçeye bakan serviste ziyaretçiler ancak dış camdan perdeler açıkken içerisini görebiliyordu. Tüm odaların açıldığı yuvarlak bir koridor. Görevliler ve diğer hastalar dışında kimseyle konuşmak mümkün değil.

     Nurullah sekiz yaşında Mardinli, dolaşabiliyor koğuşları.
Küçük yaşta yanmış. Yedi çocuklu bir aileden. Tek kilimle döşeli çoğu zaman döşesiz bir tandır evinde yanmış. Nurullah’ı tandırdan kurtaran anası döşünü dövmekten bir hal olmuş. Tandıra lanet etmiş. Yezit koymuş tandırın adını. “Anam diyer bunları.”
Nurullah’ın çenesi göğsüne yapışık kalmış. İnsana hep alttan bakar gibiydi. Korkarak içer bir bardak suyu, gökyüzüne bakamaz yatmadan. Boynunun açılmasını en çok uçurtma uçurabilmek için isterdi.
Yedinci ameliyatta tam olarak açıldı boynu. O da Yanık Merkezi’nin kıdemlisi oldu. Sonradan Lütfiye bir kitabında bahsetti Nurullah’tan.
Yanık, burun kanatlarını çekmiş, havalanacak bir tay gibi. Yaşı daha küçük amma kelam-ı kadim dili, az konuşuyor. Çevirir arabeske radyonun düğmesini. Yanık yarasını kapatmak için vermeye razı oldu sünnet derisini.
Nurullah âşık olmuş dediler. Kabullenmedi.
“Ben hiç âşık olmadım olmayacağım.”
“Neden?”
“Ablam var o zaman başkaları da ablama âşık olur.”
Yüreğinde ve sesinde kavak yapraklarının pırpırı ile Lütfiye ona aşkın kötü bir şey olmadığını anlatırdı. Birinin taze yanığı diğerinin eski yanığına yoldaş oldu.

                          İnsan dediğin saçaktaki
                         Güvercinin farkında olacak
                         Ve bir çiçek açacak kendince.
                         Bu aşk var ya bu aşk;

Dikkat!
Yangında ilk kurtarılacak.

Lütfiye şiiri okurken şairi Metin Altıok’un yan koğuşta hâlâ yaşadığını sanıyordu. Aylar sürdü acılı yanık pansumanları, tek acısavar Nurullah’ın soğuk gazozlarıydı. Dışardan yiyecek yasak.
Nice sonra odasına girdiğimde Lütfiye okuduğu kitabı ters çevirip yatağa bıraktı:
“Doktor bana ne oldu?”
“Trafik kazası geçirdiniz.”
“Yok mu haber yapan bir gazete baksak”
“Vardır buluruz, boş ver şimdi, sen nasılsın? Seversin, Tamburi Cemil Bey’in Ninni’sini, çalalım mı ?”
“He valla sevinirim. Cefo da mı kaza geçirdi?
“Onunki hafif. Tek derdi sen, gerisi iyilik güzellik.” Güldü. Güldüm.
Lütfiye’de çiçek açmayan gülüşüm Cafer’de soluyordu.
“Niye devamlı odamızı değiştiriyorsunuz?”
“Kim bu aynadaki kadın?”
“Gençler neden ellerinde mumla nöbet tutuyorlar?”
Halüsinasyon nöbetlerinde, Cafer’e sorulan yanıtı olmayan sorular.
Cafer ne zaman sorularla bunalsa Nurullah’ı çağırırdı. O da,
“Görürem sen düşünisen, senin diyacağın budur” deyip yolu açardı.
Sonunda Lütfiye’nin gazete yasağı kalktı. Spor ve magazin sayfaları verildi.
Elindeki sayfalarda barış arıyor bulamıyor, sıkılıyordu. Sayfalar filmlerdeki tren penceresi.
“Hiç olmazsa sağ kolumu sarmayın ki kalem tutsun ellerim.”
Ziyaretçileri gelip telefonla konuşmaya başlayınca dışardaki bir dünyanın hala var oluşu yansıdı gözlerine. Her şeyin yasak olduğu Kerbelâ günlerinden çıkmaya insanları tanımaya başladı.
“Geldik biraz, kaldık bir yaz.” diyerek taburcu olmak istedi, İyi o zaman çıkartalım. Merkezin masrafı azalsın. Servisin orta bahçesindeki sedir ağaçlarını dışardaki akasyaları seyretmekten bıktı anlaşılan.
“Nurulaaah… “Cafer’in sesi odasından geliyor, yarı kısık ama gür. Denizden geçen tekneye kıyıdan sesleniyormuş gibi bağırıyor: “Nurulaaaaah!” İçeri girdim.
“ Hayrola Cafer? Nurullah taburcu olalı haftalar oldu.”
Geldiğinden beri unuttuğu o gevrek kahkahalarından birini attı. Acılardan yepyeni bir kahkaha yaratıyordu, ya da kırmızı bir karanfil.
“Yahu hoca, Nurullah Mardin’den telefon edip beni istemiş. Pansumandan yeni çıktı gelemez deyince hemşire, o da bağırsın, hiç olmazsa sesini duyayım demiş. Hadise bu.”
Aldım ahizeyi elime, Cafer’in umuduna sesleniyordu:
“Cafo Babey gökyüzünü seyrediyem.”