Tahran,
5 Eylül 1962
Sevgili dostum, peş peşe gönderdiğin mektuplar bizden boşalan evin adresine geldi. Babam öldü ve biz yer değiştirdik. Babamın ölümü beni benden almadı. Huzuruma çabuk kavuştum. Bizim hayatımız kocaman bir uyumun bir parçasıdır. Kendimizi bu parçanın değişimlerine vermeliyiz. Babam yatağında ölüyor, bir arı ise evin havuzunda. Büyük dert ortaklığına kavuştuğumuzda, yakın bağlılıklar yerini her yanı içeren bağlılıklara bırakır. Bütün akrabaların bizim evde toplandığı ve gözlerin ıslak olduğu gün ben Nazımabad’da derelerde yalnız başıma dolaşıyordum. Kendimi her şeyle uyumlu görüyordum. Bazen bütün otları koklamak, ağaçların içine girmek, taşları kendimde yuvarlamak istiyordum. İçim güleç ve güzeldi. Seyretmenin hüznü, ki daha önce ondan söz ederdim, bir kenara çekilmişti ve onun yerini bir şey almıştı; onu dolaysız bakışın kaynayışı diye yorumlamak mümkün. Sabahın alacakaranlığında, dağlardan tırmanırdım, mehtapta dalların ve yaprakların serinliğine dokunurdum. Gece vakti, ırmağın sesi düşlerimin derzlerinden akardı. Bazen eskizler çıkarırdım.
Tarhlarımda taş ve ot çokça var. Ben taşları severim, sanki taşın sığınağında ebediyeti beklemek mümkündür. Orada akkavaklarla müthiş birlikteliğim oldu. Akkavağın dik duruşu, tepelerin kavislerine ve inişlerine yakışır. Kargacıklara azıcık darıldım, bir an bile kımıltısız durmuyorlar. Tam da göğüslerinin tarhını çizmek isterken uçup gidiyorlar. Herat resimlerinde, kargacık çizimleri ayrıntılı ve güzeldir. Ama yaşamdan yoksundur. Tablonun kuşu zamanın dışına uçmalı. Çizilmiş bir çiçeğin ebediyette yeşermesi gerektiği gibi. Sanatta neler taşlaşmaz ki.
Ben hep resimlerimin boşluğunda saklıyım. Sesim orada daha iyi duyulur. Boşlukta bakış uçuştan durmaz. Ama periler su üzerinin adalarıdır. Bakış orada dinip oturur ve boşlukta şeyler sanki biçim almamışlar gibidir daha. Yaradılışın coşkusu dolaşmaktadır hâlâ. Yapılmış edilmiş her şey soğukluk getirir. Dünyanın bütün tablolarını üst üste koysak cadde kenarındaki bir taş parçası kadar gerçekliği olmaz. Onların güzelliği asla parmakların titreşiminin güzelliğine varamaz. Sanatsal yapımda, hakikat ve güzellik coşkudan düşer, taşlaşır.
Şiilerimizde yüzlerce kez “çiçek” sözcüğünü kullanmışız, ama çiçeğin dinamik güzelliğini asla şiirimizin havasına sokamamışız. Ben ne zaman çınar ağacının kabuğunun tazeliğini elimin altında duyumsasam, milletin sanatsal şaheserden duydukları kadar onur duyarım. Bir meyveyi koparmaya uzanan bir el, öyle güçlü ve özgür bir güzellik ve hakikat yaratır ki hangi sanatsal kalıba dökerseniz o kalıbı paramparça eder. Ne kadar özgürce seyre çıkarsak, bir o kadar “yapmaya” yöneliriz. Sanat bizim duraksamamızdır. Kaçamak yaparız ve sanatsal yaratımla yorgunluk atarız. İnsanlar böylesi güzel kaçamaklara övgüyle bakarlar. Çünkü onlar çerçevelere alışmışlar ve sınırsız güzellik onların algı sınırlarından uzaktır.
Nazımabad’da benim yalnızlığım uyumlu şeylerle doluydu. Hiçbir şey istemiyordum. Ellerim hep doluyordu. Varlığın sevecenliği her yandan kaynıyordu. Gizli okşayışlar her şeyi kucaklamıştı. Yonca otlayan inek, varlığın dolaşımında öyle özgürdü ki kendi özgürlüğüyle benim ailevi bağlarımı gevşetiyordu. Dağ eteklerinde, istemediğiniz kadar lale vardı. Baştan sona mavi olan bir bitki gördüm ve onların birkaçını uzaktan gördüğünde sanırsın seherden bir parça yere düşürmüşler. Sabah vakti, hindiba çiçekleri insanın en gizli duygu aynalarını dolduracak gibi göze çarpıyordu. Güzellik bazen bize o kadar yaklaşır ki varlığın atkısını çözgüsünü de geçer ve bizde boca olur. Hep böyle olmalı. Yıllar önce kendi şehrimizin çöllerinde bir ağacın altında duruyordum, aniden Tanrı o kadar yaklaştı ki ben biraz geri çekildim. İnsanlar sürekli böyleler. Dolaysız ve karşı karşıya bakışa katlanamazlar. Eşyaya sadece yandan bakarlar.
Dün gece bahçede oturmuş Krişnamlirtie’yi okuyordum. O doğrudan ve karşıdan bakıştan söz ediyor. Bu kitap elime geçmeden, onun adını duymadan önce yıllarca benim canlı algılarımda oturmuş olan şeyden… Ama bu kitapta benim söylediklerimin birçoğu tekrarlanmakta. Onun aydın görüşü perdeleri daha güzel bir güvenle kenara çekiyor.
Bir süre önce L’évolution future de l’humanité[1] adlı bir kitabı okudum. Bu Aufobindo’nun üç kitabının karışımından oluşmuş. “Hint Dinleri” kitabını daha elime almadım. Bugünler az okuyorum. Kitap okumakla iyi değilim. Kendi ruhumuzun kıyısına geldiğimizde kitap okuruz. Ne zaman ki bakma coşkusunu kaybederiz kitap okuruz. Başı kitaba eğilmiş bir adamın yüzünde asla tazelik görmedim. İnsan zevkinin ve düşüncesinin yapıp oluşturduklarının tümü yaşamın kıyısında gürültü koparmıştır. Değilse akıntının içinde, biz akıntıyla birlik olmuşuz ve ses kaybolmuştur.
Bir süredir zamanımın çoğunu evde geçiriyorum. Onunla bununla karşılaşmayı azalttım. Şayet dostlar bizim evdeki salkım söğüt kadar az konuşkan olsalardı her gün onları görmeye giderdim. Bazen elimize damlayan bir damla su tüm görüşmelerden daha diridir. Eskizlerim için birkaç gün dağlara gideceğim. Döndükten sonra kendi renklerimin arasına oturacağım.
Hepimizin gözü sizin yolunuzda, dönün. Batıda iyilik yoktur…
Sohrab
[1] İnsanlığın gelecekteki evrimi. (ç.n.)