Bugün Muharrem ayının ikinci günüdür. Bu ay Müslümanlar için ve özellikle de Alevi ve Şii Müslümanlar için çok ciddi tarihi yük taşıyan bir aydır. Özellikle bu ayın ilk on günü, İslam tarihinde hakkın haksıza, hakkın batıla, mazlumun zalime baş kaldırdığı günler olarak bilinir. Bu konuyu burada açmamın nedeni İslam tarihçiliğine soyunmam değil, ancak günümüz olaylarıyla çok sıkı ve neredeyse iç içe oluşları dolayısıyla bir işaret niteliğinde birkaç satır not etmektir. Ayrıca günümüzde bazı Müslümanların ya da sözde Müslümanların kadınları eve hapsetmek ve onun toplumda varlığını inkâr etme çabalarını İslami geleneğe dayandırmaya çabalamaları nedeniyle bu olaylarda bir kadının duruşunu sergilemek istememdir.
Muharrem ayı, birinci Irak Şam İslam Devleti (IŞİD, ya da Arapçasının kısaltılmış şekliyle DAEŞ) olan Emevi devletine ve onun zorbalıklarına İslam Peygamberinin torunu Hz. Hüseyin’in boyun eğmediği, ona biat etmediği ve ona karşı isyan edip bu yolda canından oluşunun ayıdır. Bilinir ki Hz. Hüseyin 680 yılında Emevi halifesi Yezid’e karşı durmuş, Kerbelâ çölünde onun binlerce savaşçıdan oluşan ordusuyla, hepsi Peygamberin sülalesinden oluşan yetmiş iki kişilik ordusuyla karşılaşmış, onlarla savaşmış ve canından olmuştur. Kerbelâ hakkında daha önce yazdım, o makaleyi burada bulabilirsiniz. Bu makalenin okunmasını önemle ve şiddetle tavsiye ederim.
Birinci IŞİD devleti halifesi Yezid’in komutanları, Muharrem ayının onuncu günü (Aşura günü) mağlup ettikleri 72 kişilik ordunun bireylerinin başlarını kesip süngüye takmışlar, tümü Muhammed Peygamberin aile fertlerinden oluşan tutsak kadın ve çocukları çıplak develere bindirip bir kervan şeklinde Irak’taki Kerbela’den bugünkü Suriye’deki Şam şehrine (başkente) doğru yola koyulmuşlardır.
Şam’da diğer Emeviler gibi saray ve lüks düşkünü olan Yezid Halife olarak, muazzam şatafatlı sarayında, hükümranlık tahtında oturmuş elde etmiş olduğu zaferin ve içtiği şarabın sarhoşluğunu yaşıyor ve elindeki zakkum sopayla (bir anlatıya göre bambu, hayzaran sopayla) Peygamberin torunun altın tepsiye konmuş olan kesilen başının dişlerine ve dudaklarına vuruyor ve bu şiiri okuyordu: Keşke Bedir’de hazır bulunan Hazrec kabilesinin oklarıyla oklanan büyüklerim bugün bu mecliste bulunsalardı da sevinerek ‘Yezid elin dert görmesin, Ali oğullarına Bedir gününün cezasını tattırdın ve onlardan kanımızın öcünü aldın’ deselerdi.
Derler ki Peygamber, ne zaman çocuk Hüseyin’i görse onun boynundan, gırtlağından öper ve gözyaşı dökermiş. Neyse. Yezid’in meclisinde Hz. Hüseyin’in kız kardeşi Hz. Zeynep de tutsak olarak getirilmişti. Hz. Zeynep, Yezid’in küstahlığını görünce ayağa kalkar ve acımasızlıkta tarihte eşine az rastlanır bir devletin başı ve kendisini ve İslam dünyasının halifesi ilan eden bir zalimin karşısında korkusuzca durur ve konuşur. Kardeşi Hz. Hüseyin demişti, hayat inanç ve o inan yolunda mücadeledir. Şimdi onun kız kardeşi bu mücadeleyi, tarih önünde tanıklık ederek sürdürmek istemiştir.
Hz. Zeynep’in ne söyledikleri elbette ki önemlidir ancak kanımca ondan önemlisi bir mücadele insanının, ne kadar güçlü ve acımasız olursa olsun düşmanı karşısında dik duruşu zulme karşı canlarından olanların mesajını bu kez o acımasız hükümrana karşı doğrudan ve korkusuzca iletmesidir. Aşağıda Hz. Zeynep’in birinci Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) halifesi Emevi Yezid’e karşı konuşmasından birkaç bölüm veriyorum:
“Ey Yezid, sen sanıyorsun ki dünyayı bize dar ederek, çare yollarını bize kapatarak ve bizi köleler gibi tutsak ederek, bizi Tanrı yanında zelil ve kendini onun yanında yüceltmişsin. Kendini büyük sandın ve kendinle övündün ve bu dünya kaç günlüğüne senin kamına göre olduğuna ve işler senin istediğin gibi gittiğine sevindin. Sakin ol, yavaş ol! Tanrının bu buyruğunu unuttun mu ki, ‘Kafir olanlar sanmasınlar ki bizim onlara zaman vermemiz onların yararına ve hayrınadır, onlara fırsat veriyoruz ki daha fazla günah işlesinler ve onlar için korkunç azaplar var.’
Ey azat edilmişlerin oğlu bu adalet midir ki senin kadınların ve kölelerin perdeler ardında olsunlar ve Allah’ın resulünün kızları tutsak? Pak insanların ciğerlerini söküp yiyen ve yere tükürenlerin oğlundan[1] ve eti şehitlerin kanıyla oluşandan başka ne beklenir ki! Bize kinle ve düşman gözüyle bakan biri Ehl-i Beyt’e karşı düşmanlıkta ne kusur eder ki! Sonra da bu denli büyük bir günahı duyumsamadan dersin ki senin ecdadın mezarlarından kalksınlar, şenlikler etsinler ve desinler ki ey Yezid elin dert görmesin. Halbuki elindeki kırbaç ve sopayla Aba Abdullah’ın dişlerine vurursun. Neden bu şiiri okumazsın, bizim kalbimizi yaraladın ve Allah’ın resulünün evladının ve yeryüzü yıldızları Abdülmuttalib’in ailesinin kanını dökerek bizim kökümüzü kazıdın sanırsın. Sonra da babalarının ve ecdadını çağırırsın ve sanırsın ki senin bu çağrını onlar duymaktalar. Çok yakındır sen de onlara kavuşacaksın ve diyeceksin ki keşke kollarım kırılaydı ve lal olaydım de söylediklerini söylemeyeydin ve yaptıklarını yapmayaydın.
Ey Yezid, Allah’a yemin olsun ki kendi derinden başka bir şey yırtmadın ve kendi etinden başka kesmedin ve çok yakındır onun evladının kanının ve onun canın parçasının ailesinin hürmetini kırmanın sorumluluğu omuzlarındayken Allah’ın resulüyle karşılaşasın. Pek yakında o ki senin hükümranlığını hazırladı ve Müslümanların boynuna oturttu bilecek ki zalimlerin cezası pek ağırdır ve anlayacak ki sizlerden hanginizin yeri daha kötü ve yardımcıları daha zayıftır. Devranın musibetleridir ki beni sana muhatap edip sana karşı konuşturdu, bilmelisin ki senin değerini daha da düşürürüm, sitemimi büyütür ve hesap sormamı artırırım. Bu gördüğün ağlamalar ve dur duraksızlık ne korkudandır ne de senin heybetinden, ancak gözler yaş doludur ve ciğerimiz yanmakta.
Ne kadar zor ve acıdır ki Allah’ın ordusu olan necip insanlar azat edilmiş olan şeytanın güruhu tarafından öldürüleler ve bizim kanımız onların ellerinden aksın, onların ağızları bizim etimizi çiğnesin ve o pak cesetlerine çöl kurtları uğrasın ve sırtlanlar onları toprakta sürüklesin. Ey Yezid! Şayet sen bizi bugün bir ganimet olarak gördüysen bil ki yaptıklarından başka bir şey bulamayacağın vakit gelip çattığında bu ganimet sana büyük zarar verecek.
Ey Yezid! Bildiğin hiçbir hileyi esirgeme, tüm çabaları göster. Tanrıya yemin olsun ki bizim adımızı ve anımızı asla silemeyeceksin, bizim vahyimizi ortadan kaldıramazsın. Bizim sonumuza varamazsın. Bu zulmün arını kendinden atamayacaksın. Senin güç ve irade günlerin azdır ve sona yakın. O gün ki hakkın münadisi nida verecek Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun!”
[1] Yezid’in babaannesi ciğer yiyen Hind’i kastetmekte. Hind, kocası Ebusufyan’ın Peygambere karşı açtığı Uhud savaşında, Bedir savaşının intikamı olarak Peygamberin amcasını bir süngü darbesiyle öldürtmüş ve onun ciğerini çıkarıp çiğneyerek tükürmüştür. Birçok ölenin kulaklarını ve burnunu keserek kendine kolye yapmıştır. Bu konuda Hind bu şiiri okumuştur: içimdeki hüzün, Hamze’den dolayı Uhud’da dindi. Ben onun karnını deştim ve ciğerini çıkardım ve bu benim acılarımı dindirdi. Bedir savaşında Hind, babasını, amcasını ve kardeşini kaybetmiştir.
“Birinci DAEŞ devleti” tabirinin Emevi sülalesi için kullanıldığını ilk defa gördüm. En azından gazetecilik açısından çarpıcı benzetmedir. Teşekkürler
Bu tespiti ben geçen sene bazı makalelerimde kullandım. Günümüzdeki DAEŞ birinci DAEŞ devletinin ortaya çıkış sürecine benzer bir süreçte olmuştur ve işlev olarak da aynı yola devam etmiş… Bölge işgal altına girmiş ve egemen devletler parçalanma sürecine sürüklenmiş.