Kenizu

moniro ravanipour ile ilgili görsel sonucu
Moniru Revanipur, DT: 24 Temmuz 1952, Buşehr, İran)

Kenizu, İran kısa öykülüğünde adından söz ettiren Moniru’nun dikkat çeken ilk öyküklerinden sayılır. Moniru bu öykülerde doğup büyümüş olduğu Körfez kenti Buşehr’i öyküler… Daha fazla bilgi için buraya tıklayınız! Bu öykü hazırlamış olduğum İran Kısa Öykü Antolojisi’nin ilk baskısında yer almıştır. (h.h.)

 

 

 

Kenizu ölmüştü. Meryem caddeye indiğinde, Tevekkülü Meyhanesi’nin adamlarını gördü; bacağı su arkından dışarıya, caddeye sarkan kadını çekiyor, gülmekten katılıyorlardı. Meyhane, Meryem’in okulunun önünden geçen caddedeydi. Okul zili çalınca çocuklar caddeye dökülürdü. Yöre kasabalarının kadınları, dolu fileleriyle pazardan gelir, meyhanenin yanından geçerken tükürür, yollarını değiştirirlerdi. Meyhanenin önünde, geniş, toprak bir meydan vardı. Günbatımlarında, adamlar, o meydanın çevresinde öbek öbek olur, otururlardı. Şişenin ağzını, ayasıyla temizler, bir kese kâğıdı dolusu fıstıkla günün yorgunluğunu çıkarırlardı.

Meryem, adım atacak gücü olmadığını duyumsadı artık. Sanki içinde bir şey kabarıvermişti. Meydandaki adamların elleri kadar büyük bir el gırtlağını sıkıyordu. Gözleri yanıyor, tuhaf bir kaygı canını acıtıyordu. Kalabalık, her an artıyordu. Bir adam, yüksek sesle parmak şıkırdatıyor, diğeri ise kalça kıvırıyordu. Birkaç kadın da ötede duruyor ve sinsi bir alayla gülüyordu. Pazarın hamalları, cinler sanki onları haberdar etmiş gibi, toprak renkli çuvalları ile peydahlandılar. Hepsi de sırıtıyordu ve gözleri parlıyordu. Güneş yakıyordu. Sahile vuran dalgalar uzaktan duyuluyordu: “Okuldan çıkınca dosdoğru eve gel, kandırıldık kız, burası tekin yer değil.”

Bu, annenin sesiydi; çulunu, çuvalını, pılını pırtısını toplamış, şehre yeni gelmişti. Kasaba deniz kıyısındaydı. Meryem, her sabah erkenden, heyludan[1] dönen balıkçıların sesiyle kalkar ve kasabanın diğer çocukları ile birlikte şehre inerdi. Anne, denizden ve büyükannenin keçilerinden dertliydi.

“Hava bir fısırdasın, deniz aha yatağımıza girer, Cehaz’da yaşasak daha az dalga yeriz.”

Anne, büyükannenin sıska keçilerinin çenelerini yakalayıp kıvırıp burardı. Nacaklarla, pazenin[2] boynuzlarına ver yansın eder, sonunda da saçlarını çeker, başlardı söylenmeye: “Vah seni vah bubası ölesice…”

Keçiler, fırlak kaburgaları, sıska ve cansız bacaklarıyla ipe serilmiş çamaşırları çiğner ve anne fark edene kadar delik deşik ederdi. Büyükannenin ahusu, masum ve sessiz, bir köşede durur anneyi izlerdi.

“Herre… ne kadar uzun… beri çek…”

Kenizu, çiçek ve lığ kokan bol çiçekli gömleği ile yerde sürükleniyordu. Lığ kokusu bütün meydanı kaplamıştı.

Kenizu, uzun boyu, ela gözleri ve çikolata cildi ile sokaktan geçerdi. Hoş kokusu, dört bir yana yayılırdı. Şehrin adamları, sanki onun kokusunu izler gibi sokaktan geçerlerdi ve gün boyu annenin bağırtısı yükselirdi. Elinde süpürgesi ile kapı ağzında dururdu: “Ne o zırt pırt sokaktan geçiyonuz? Ne istiyonuz burdan?”

Anne, bağırarak babanın yakasına sarıldı: “Burayı sana hangi pezevenk kakaladı? Söyle! Söyle ki yedi sülalesini koyayım karısının avucuna!”

Kasaba, büyükanne, onun ahusu ve açlıktan kaburgaları dışarı fırlamış keçileriyle yalnız kalmıştı. Onlar, şehre keçiler bir daha pirinç tencerelerinin kapağını kaldırmasın, unu yemesin, karınları ansızın şişmesin ve anne, nacakla hem onlara hem kendisine ver yansın etmesin; dalgaların sesinden ve kasabanın ışıksız karanlık gecelerinden korkmasın diye gelmişlerdi. Komşularının kim olduğunu bilmeden şehre gelmişlerdi; bir tek karşı komşu, Kerbelai Bağır, ki o da annenin amansız çığlıklarından dermansız düşmüştü, onunla birlikte polise, karakola giderdi. Şehir kasaba gibi değildi ki insan, pencere parmaklıklarının arkasından dalgalarının damlacıklarına dokunsun, ya da büyükanne ahusunun yanında otursun ve hâlâ okulda yediği cetvelinin izini taşıyan avucunu ona göstersin. Şehrin denizi uzaktaydı ve dalgalarının sesi insanı hüzünlendirirdi. Keçilerin sesi yoktu, büyükannenin okuduğu ezgiler de… İnsanın yüreği üzüntüden çatlar şehirde.

“Ne diye oturmuşun pencerede? Buranın şeher olduğunu anlamıyon mu; başlarına yıkılası, görmüyon mu o şırfıntı geçiyo?”

Anneye aldırmaksızın parmaklıklara yapışmıştı. Uzaklardan, bir çift tanıdık ve masum göz gelirdi. Sanki büyükannenin ahusuydu; hüzünlü ve dertli ve gözlerinde bir damla gözyaşıyla -ki hep yuvarlanırdı fakat damlamazdı- onları görmeye gelirdi, Annenin eşyaları kamyonete gülerek nasıl yerleştirdiğini görsün, ki büyükanne eğilmiş beliyle nasıl durmuş ve ağlıyor. Ahu, durmuş seyrediyordu. Sürmeli bakışları tüm kasabayı kaplamıştı ve keçiler, anneden uzakta duruyor ve bavullara hasretle bakıyorlardı. Denizin köpüklü dalgaları göğe yükseliyordu. Ahu bakıyordu, mazlum ve tanıdık fakat o babanın direksiyona geçtiğini görmüyordu, pılısını pırtısını toplayışını da; anne, büyükanne ile vedalaşmıştı bağırıyordu: “Ohoooy! Neden donakalmışın? Gelmeden havaya mı girdin?”

Anne onu aşağı indirmiş ve pencereyi sertçe kapatmıştı.

“Yine sokağa gitmişin? Köylü! Burası şeherdir! Şeher! Cofre[3] değil ki! Adam olmak istemiyon mu?”

Sokağa çıkardı, sokak dar ve boğuktu, ayağa bulaşan çamuru, kasaba toprağı gibi yumuşacık olmayan toprağı vardı. Ayağını kaldırınca kendi ayak izini görebilmek, parmağı ile pazenin ayak şeklini çizmek için ve büyükannenin ahusununkinin de… Giderdi, uzun boylu ve esmer olanı görsün; iki tanıdık sürmeli gözleriyle: “Selam!”

“Selam iki gözüm!”

Pencerelere göz atar, elini Meryem’in saçlarında dolaştırırdı. Bazen eğilir, onu öper bağrına basardı.

“Bu çikolatayı nerden getirdin?”

“O… o kadın… verdi bana.”

“Hangi karı?”

“O ki… hani sanki a… sokaktan geçer ya.”

“Kız seni babasız! Orospulardan şey mi alıyon?”

Anne üzerine çullanmış, etini süpürgeyle çürütmüştü.

 

“Bizim, köyde bir ahumuz var!”

“Ne hoş!… adı ne?”

“O ahu, adı yok ama çok iyi, sizin gibi… yani… gözleri…”

Meryem, büyükannenin ahusunu severdi, ahu gölgelik bir yerde oturur ve hüzün dolu gözleriyle dünyayı kollardı.

“Diyorum ki… sizin adınız ne?”

“Adım Keniz’dir… Keniz[4].”

“Demek adın ahu değil, ha?”

Sokaktan geçtiğinde kokusu eve dolar ve onu cam kenarına çağırırdı.

“Ne konuşuyon kendi kendine?”

“Salâvat okuyorum!”

“Ne için?”

“Koku için!”

“Fesuphanallah! Her hoş kokunun Salâvatı mı olurmuş kız? Mohammedi Çiçeği’nin[5] kokusu değil! Bir orospunun kokusu o… git de derslerine çalış!”

Bazen sokaktan geçtiğinde, Anne, bahçe kapısını gürültüyle kapatır, kapının arkasına çömelirdi. İlk günler anne, birkaç kez karşısına dikilmişti: “Namussuz seni! Burdan defolup gitmelisin!”

“Harçlığımı ver ki namussuzluk yapmayayım.”

Kenizu’nun elleri titrer ve gözlerinde yuvalanan gözyaşı kendine yol açardı, kayar; ince, büzülmüş dudaklarının köşesine gelirdi.

“Anne! Harçlığını verir misin?”

“Kimin harçlığını?”

“Onun…”

“Anneciğim o iyi biri değil!”

“Neden anne?”

“Hanımdır, hanım… anlıyon mu?”

“Ama öğretmen hanım da hanım…”

“Değil anneciğim, o namussuz.”

“Namussuz ne demek?”

“Eeeeh! Ne kadar çok soruyon… yani yüz tane kocası var, yüz taneden de çok, dünyanın tüm erkekleri onun kocasıdır.”

“Baba da mı?”

“Baban da istese o da!”

“O zaman neden gitmiyor onun evine harçlığını versin?”

“Kız bırakcan mı yemeğimi pişireyim ha? Haydi çık, çık dışarı duman gözlerini yakacak…”

Ve şişeyi ağzına dayadı. Teri, çenesinin ve ağzının çevresine akıyordu. Kalabalığın, ağızlarını büzerek çıkardıkları ses ve gülüşleri meydanın sıcaklığını bir kenara itiyordu. Şimdi yarılanmış şişeyi Kenizu’nun başucunda tutuyordu: “Şimdi gusül veririm… gusül!”

Şişeyi boşalttı. Kalabalık eğilip doğruldu, çalkalandı. Yüzler, uzaklara, daha da uzaklara geriledi. Sadece bir sıra sarı ve iri diş, fırlak iki göz irileşiyor, irileşiyor ve ona doğru geliyordu.

— Şimdi yıkılırım, rezalet, burada düşerim ve günbatımına kadar ayaklar altında paramparça olurum, keşke anne de burada olsaydı, keşke olsaydı. —

Genzinde bir şeyler yanıyordu. Annenin, tombul, ağır ellerini özledi. Annenin, keçilerini, onların burnunu buran, kasaba jandarmalarını karakola tepiştiren kalın ellerini. Ağızlar kımıldıyor ve Meryem kendini zor tutuyordu.

“Yapma babam, günah ya!”

“Yazık olmuş. Fena parça değilmiş. Ama bu kör olası içki.”

“Bu, hepsinden önce bozuldu.”

“Yapma baba yapma, işte seninle ben bozduk onu.”

“Fatiha, el-fatihaaa! Tartışmayın lan bir orospu için.”

Kenizu’nun kolları kımıltısız, iki yana düşmüştü. Boynunda yazılı adlar sanki irileşmişlerdi.

“Boynuna yazdığın bu adlar kocalarının mı?”

“Değil iki gözüm, dostlarımın.”

“Annem yüz tane kocan olduğunu söylüyor.”

“Annen doğru demiyor!”

“Dostlarını çok mu seviyorsun?”

“Evet… İyi adamlardı, iyi adam çok az bulunur.”

“Benim adımı da oraya yazar mısın?”

“Senin adını aha şuraya kalbimin üzerine yazarım.”

İçki kokusu her yanı sarmıştı, denizin uğultusuysa Meryem’i kaygılandırıyordu. Kurumuş tuz kaplı yer, kalabalığın ayağı altında zorla soluyordu. Bir hamal gömleğini çıkarmış, sıkıyordu. Birkaç kişi soyunmuş, gömleklerini gölgelik yapmıştı. Adam Kenizu’nun başını yıkamış, içki şişesini onun eline vermeye çalışıyordu.

“Ne o, buzdolabının etrafında dönüp duruyon?”

“Buzlu su yapıp dama götüreceğim.”

“Aferin!”

“Diyorum ki, yatak? Yatak sereyim mi?”

“Hayır. Hava nemli, ıslanır.”

Haziran ayıydı. Şehrin geceleri damda geçerdi. Işık kümeleri karanlığı bir kenara iterdi. Arada, bir çocuğun gülüşü karanlıktan geçer, Meryem’in kulağına ulaşırdı. Şehrin geceleri, sıkıcı ve oyunsuz geçerdi. Kasabanın hoş geceleri vardı. Güneş çekilince annelerin sesi denizin gayyasına ulaşırdı: “Hey… hey… Moniru, Meryem’e seslen, yarı gecedir, bombek[7] yiyesice … hey… hey…”

Çocuklar istemeyerek çıplak ve ıslak, denizden koparlardı. Kasaba, gece geç vakitlerde, yumuşak toprak kümelerinde oturmuş ve Tengistan’ın yiğitlerini anlatan adamların sesiyle uyurdu. Şehrin geceleri sıkıcıydı.

Meryem termosu dama çıkardı. Tuzlu deniz kokan rüzgârın hafif esintisi yüzüne çarptı ve o serinledi. Gökyüzü yıldız doluydu. Parlak bir yıldız kasabanın tepesinde duruyor ve göz kırpıyordu. Tanıdık gülüşme sesi onu, onların damlarını diğer damlardan ayıran duvarın kenarına çekti. Parmak uçları üstünde yükselerek göz attı. Bahçeyi bol ışıklı bir lamba aydınlatıyordu. Dört adam, halının üstünde, kertinin[8] etrafında oturuyordu. Kenizu, altın renkli uzun bir elbise giymişti. Siyah, dalga dalga saçlarını iki yanına bırakmıştı. Dirseğini şişman bir adamın dizine koymuş, yoğurt kaşığını onun ağzına götürüyordu. Yanında boş bir bardak duruyordu. Adam, bardağını Kenizu’nun ağzına yanaştırdı. Kenizu onu bir solukta içti. Adam onun saçlarını okşadı: “Yarasın… yarasın…”

Meryem’in başı döndü. Şakakları zonkladı. Gözleri karardı ve sisin ortasında Kenizu’yu gördü. Kenizu kalktı, vücudunu kıvırdı. Bardağı alnına koydu… Sanki uzaklarda birisi şarkı söylüyor, parmak şıkırdatıyordu. Kenizu, sisin ortasında kıvranıp duruyordu. Yıldızlar, yılankavi gidiyorlardı. Meryem soğuktan titriyordu. Gözlerini sıkıca kapatıp açıyordu. Kenizu adamlardan hangisinin önüne gelse eğiliyor, onlar ellerini pantolon ceplerinden çıkarıyor ve Kenizu’nun yakasına sokuyorlardı. Meryem düşmemek için duvara tutunuyordu. Ağzı acı bir şey tadıyordu. Sanki birisi çekiçle kafasına vuruyordu. Dünya, balık kılçığı gibi gırtlağına takılmıştı. Her şey, bu sabaha göre çok farklıydı. Sabahleyin başında deniz mavisi çadırası vardı. Salınarak geliyordu. Meryem karnesini almıştı: “Aslan mısın tilki mi[9]? Ha?“

“Aslan!”

“Kaçıncı sınıfa geçiyorsun?”

“Dört.”

“Aaa! Aferin, oku, okumaktan daha iyi bir şey yok!”

“Sen okudun mu?”

“Hayır… kimsem yoktu ki…”

“Öğretmemi ister misin? Kolay, çok kolay.”

“Geçtir artık, kara gözlüm, olmaz.”

Kenizu, şimdi uzun, altın elbisesi ile oynuyordu. Parmaklarını havada şıkırdatıyor ve adamlar çevrelemişlerdi onu. Minik, altın renkli bir balık gibiydi, bombekler sarmıştı etrafını ve o nereye kaçacağını bilmiyordu. Deniz durgundu ve o, dalgakıranın kenarında oturuyordu. Deniz, gümüş pullarıyla güneşte parlıyordu. Küçük dalgalar denizin göğsünden kalkıp geliyor, Meryem’in ayağının altında dağılıyordu. Küçük altın balık, dalgakıran kenarında oynuyordu. Başını sudan çıkarıyor, havada yaylanıyor, yeniden derinlere dalıyor, bir an sonra kendini yüzeye çıkarıyor, kımıl kımıl dönüyordu. Ansızın gelen bombeklerden habersiz… Ve sonra deniz, kızıla boyanıyordu. Bombeklerin ağzı hep oynuyordu, hep kanlıydı… Şişman adam Kenizu’yu öpüyordu. Çenesi oynuyor ve ışık, fırlak gözleriyle her şeyi açığa vuruyordu.

“Keşke karanlık olsaydı. Cereyan olmasaydı hiç. Yaaa Eşk Efendileri![10] Ne olur, deprem olsun, deprem olsun ki her şey dağılsın.”

Gözlerine ansızın yıldızlar doluştu ve kafası duvara çarptı: “Sinema dikizliyon ha?”

Annenin ağzı köpürmüştü. Bal renkli, sert bakışları Meryem’in gözlerine düşmüştü. Şimdi anne topuğunu Meryem’in ayak parmakları üzerine koymuş ve tüm ağırlığıyla topuğuna yükleniyordu. Meryem’in ayağı yanıyordu: “Beni bedbaht etmek mi istiyon ha? İçki içip orospuluk etmenin dikizlenmesi mi var, hani seni babasız?”

Ve sonra saçlarını kavradığı gibi eline doladı. Meryem onunla sürükleniyordu.

“Sana gösteririm, öyle bir şey yapıyım ki kitaplara geçsin…”

Meryem, yığılmış, korkuyordu. Anne, onun saçlarını çekiyor ve merdivenlerden aşağı sürüklüyordu. Dünyanın sonu gelmişti sanki.

“Burada kal ki yılanlar gözlerini oysun!”

Ambar, karanlık ve daracıktı. Boğuk ve durgun sıcak havası, kepeklenmiş un ve pirinçle karışıyordu. Karanlık ve yılanların sürünme sesi… sssss… sssssss… Sanki bir şeyler kanat çırpıyor, kavsi yumuşacıktı, zifti andırıyordu. Elinin altına sokuluyordu. Duvara sığındı… Şimdi yumuşacık bir şey, elinin üzerinde yürüyordu. Meryem soluk alamıyordu, yüzü ıslaktı ve sesi çıkmasın diye dudaklarını ısırıyordu… Ellerinden yukarı tırmandı, ince kara… büyüdü… büyüdü ve tüm ambarı kapladı… kemeri etrafında dolandı ve dudaklarına uzandı… sarhoş, şişman bir adamı andırıyordu; çirkindi ve onu boğmak istiyordu… çığlık attı… Gözlerini açtığında, damda yatıyordu. Baba başucunda ağlıyor, anne nargile içiyordu. Yıldızlar, gökyüzünde avareydi… Babanın gözyaşlarıyla yıldızlar damlıyordu: “Oturup zırlama… bağrı beter çatlar…”

Ana sevecendi. Eliyle alnını okşuyordu, kaldırdı ve bir bardak tutuşturdu eline: “Altın dökmesidir[11].”

Sabahleyin çamurlu sokakta oturuyordu. Sanki bir şeyleri yitirmişti: “Gözüm! Oynuyor musun?”

Kenizu’ydu, beyaz çadırası ve şiş gözleriyle… Meryem ona bakmadı. Sanki utanıyordu.

“Ne oldu gözüm? Anan nerede?”

“Çarşıda?”

“Halin hoş değil galiba!”

“Bir daha…”

Meryem ansızın ağlamaya başladı ve Kenizu eli ayağı dolaşarak sordu: “Ne olmuş? Ne olmuş? Bir daha ne?”

“Bir daha o elbiseyi giyme.”

“Hangisi?”

“O altın renklisini… dün gecekini… Ben… ben damdan…”

Meryem’in hıçkırıkları sokağın diplerine kadar ulaşıyordu. Kenizu, tüm yaşamı, depremle alt üst olmuş biri gibi, kendi içine yıkılmıştı.

“Tamam… tamam… öyle değil… yani hep değil… bazen…”

“Yapma… hiçbir zaman yapma… sonra… Anam… diyor ki… sen, sen iyi biri değilsin. Herkese diyor… ben senin harçlığını veririm, bir tuman fazladan alırım babamdan… kumbaram da dolu… parayla doludur…”

Kenizu, ağlayarak uzaklaşmıştı.

Mahalle çöpçüsünün sesi geliyordu ve arabasının takırtıları… Osuran bir sarhoşun sesi geliyordu ve osurdukça parmaklarını şıkırdatıyor ve kalçalarını sağa sola atıyordu.

“Kenara çekilin, yol verin, meyyiti[12] kaldırmalıyız.”

“Bu meyyit değil ki.”

“Ya nedir? Dirisi insan değildiyse ölüsü meyyittir.”

“Denize atın!”

“Denize yazık!”

“Şimdi denize yazık ha? Sen değil miydin günü gününde peşine takılıp koklayan?”

“Sen de koklardın.”

“Baba hepimiz yapardık, şimdi on dakikaya kalmaz kokar.”

“Kuru tahtaya dönmüş, nasıl kaldıracaksın?”

“Ben… Kendim kaldırırım.”

Sarhoş adamın sesiydi; adam, Kenizu’nun ayaklarından tutmuş, yalpalayıp sallanarak çekiyordu. Kenizu’nun bir tutam siyah, ıslak saçı alnına yapışmıştı. Beyaz ve ince dudakları sıkıca kapanmıştı. Bir diken dalı saçlarına takılmıştı. Boynuna yazdığı isimler aklaşan tuz tabakası altında kalmıştı. Kenizu’nun boynu yana düşmüş, iri ve yakınan gözleri Meryem’i seyrediyordu sanki. Sanki Meryem’den bir şeyler almak istiyordu.

“Bayramın kutlu olsun, nerdeydin ortalıkta yoktun?”

“Cofre’ye gitmiştik, bayramın kutlu olsun.”

“Büyükannenin ahusu nasıl?”

“İyi… Gel sana diken getirdim, Eşk Efendi’nin dikeni.”

“Diken mi? Niçin?”

“Yiyesin diye, sonra tüm dileklerin olur.”

Kasabaya, Eşk Efendi’nin dikenlerini toplamaya gitmişti; Kenizu’yu ‘bu yaşamdan’ kurtarması için Eşk Efendi’ye yalvarmaya…

Güneş battı batacaktı. Yatırda kimseler yoktu. Anne mum yaktı ve dua okudu.

“Anne ne okuyorsun?”

“Herkese dua.”

“Herkese?”

“Evet. Tanrının tüm kullarına.”

“Günah değil mi?”

“Kızım dua okumanın günahı mı olur!”

“Öyleyse bana da mum ver.”

“Al! Yaktığında Salavât getir.”

Anne keyifliydi.

“Sen ne okuyon?”

“Dua.”

“Kim için?”

“Bu hayattan kurtarsın diye.”

“Kimi?”

“Onu…”

“Kızım dünya aç dilencilerle dolu, onlara okusana!”

“Öğretmen hanım diyor ki o da muhtaçtır, dilenciler gibi.”

Kenizu düşmüştü ve mazlum, yakınan gözleri Meryem’in canını acıtıyordu.

“N’apim? Hiiiç… Hiçbir şey… keşke gözlerini kapatsalardı… hayır, ana anlar; bir şey yapsam anlar gelir okula, herkese söyler, sen de bu kadar bakma işte… şimdi çöpçü alıp seni toplar, götürür, sen de gidersin… o da sarhoş… sen söyledin… Sarhoş biri, hiçbir şeyin farkında olmaz, her şey yapar, her şey…”

Kenizu, çırılçıplak sokağa çıkmış haykırıyordu: “Durmadan tükürüyorsunuz, durmadan lanetliyorsunuz, aklımdan zorum mu var ki kendime cehennem satın alayım! Benim hatam değil, İki Gözüm anlar bunu… öğretmeni de anlar… ha… işte bakın… bedavadan bakın… daha da başka bir şeyim kalmadı… bakın… Emniyet Genel Müdürü gelirdi… Belediye Başkanı gelirdi… genci ihtiyarı gelir… sonra da tükürürler… kalıbınıza tüküreyim hepinizin… baştan ayağınıza… ananıza, yedi sülalenize tüküreyim…”

Bir polis, Kenizu’nun haykırışlarını susturmuştu.

“Şükürler olsun… tıktılar kodese, daha da sesi soluğu çıkmıyo.”

“Anne, orada ne yaparlar ona?”

“Orda onu adam ederler… oraya giren adam olur.”

“Ama öğretmen hanım, ‘Faydası yok,’ diyor.”

“Neyin faydası yok?”

“Hapse atmalarının.”

“O zaman kosunlar tepelerine, ‘Helva! Helva!’ diye çağırıp dönüp dursunlar… öyle mi?”

“Hayır… diyor ki böyle ders olmaz.”

“Nasıl ders olurmuş?”

“Diyor, büyüyünce anlayacakmışım, çok okursam anlayacakmışım.”

“İyi… bu da bu yılki öğretmenin için… Bunların topunu yakmalı anneciğim.”

Toprak, yaz güneşi altında leh lehliyordu. Kalabalık soluyordu. Çöpçü, arabasını Kenizu’nun cesedine yanaştırdı. Ezan sesi cami şerefesinden yükseldi.

“Bırak, kendim koyarım arabaya.”

“Sen kendini ayakta tut yeter.”

Sarhoş adam, göğsünü çöpçünün göğsüne dayadı. Ellerini beline dayadı: “Nasıl?.. ya… yapamam mı?.. Dirisini yüz defa kaldırdım… dirisi ağırdı… şimdi mi yapamayacağım?”

“Çekil yahu… git işine!”

“Gitmiyorum.”

“Şeytana lanet olsun… çekil kenara!”

“Çekilmiyorum… bu benim arkadaşımdı…”

“Allahtan arkadaşındı… yoksa…”

“Yoksa ne?”

Adam çöpçünün yakasına yapıştı. Kendini ayakta zor tutuyordu.

“Yahu herkesin arkadaşıydı, bırakın…”

“Sonunda cesedi için kavga olacak…”

“Ölü uğursuzluğudur… kaldırın!..”

“Yoksasını söylemedin… ha?.. yoksa ne? Ne sandın?.. Sen ona bir şişe çakır mı aldın? Ha? Bir kadeh mi verdin?”

“Haaaa… kahpeler!.. hepiniz… hepiniz… kahpesiniz.”

Adam haykırarak ağlıyordu. Beyaz bir bulut göğü kapladı. Köpekler bir parça kemik için dalaştı. Ezan sesi şerefeden geliyordu.

“Ezana kurban olayım… ezana kurban olayım…”

Meryem kasabadan yeni dönmüştü. Anne, şen şakrak gülüyordu: “Şükürler olsun sonunda defolup gitti.”

“Kim gitti anne?”

“O şıllık işte…”

“Buradan mı gitti?”

“Baban, arkadaşlarından biriyle gitmiş diyo, şükürler olsun, sokak kokmuştu.”

Meryem, dama çıktı ve bahçede Kenizu’yu aradı. Boş bahçe içini daraltıyordu. Büyükannenin ahusu olmayan bir kasaba gibiydi! Ağlamaklı oldu. Sokaktan hoş kokular gelmiyordu artık ve artık çevresine korkarak bakan kimse yoktu, elini onun saçında dolaştıran ve, “Büyükannenin ahusu nasıl?” diye soran… Yahut, ağzının kokusundan Meryem’in kaşları çatıldığında, başını sallayan ve, “Dua et, Tanrı beni bu yaşamdan kurtarsın iki gözüm,” diyen…

“Anne, Cofre’ye gidelim.”

“Ne diye gidecez Cofre’ye?”

“Büyükannenin ahusunu görmek istiyorum.”

“Cuma günü ordaydın ya!”

“Diyorum ki, ahuyu buraya getiremez miyiz?”

“Hayır, büyükanne sıkılır, bırakmaz.”

Büyükannenin ahusunun karşısında oturur, Kenizu gibi mazlum ve hüzün dolu gözlerini seyrederdi.

“Anne, kader ne demek?”

“Yani, ahir ahret, alın yazısı demek.”

“Ahir ahret?”

“Duymadın mı? Derler ya herkesin bir kaderi var, biri iyi, biri kötü, herkesin kısmeti ne ise…”

Anne, içini derince çekti ve “Hey dünya… herkesin kaderi kendi elinde olsaymış?.. hey…”

“Kendi elinde değil mi?”

“Değil. Ezelden kim dünyaya gelse her şey onun için yazılır, apaçık, ölünceye kadar.”

“Öğretmen hanım diyor ki bunların acıklı kaderleri var.”

“Kimlerin?”

“Onun gibi olanların… o…”

“Anne o gitmiş artık, sen de büyüyon, bu kadar takılı kalma ona… Millet anlasa ayıp olur hem. O kötü kadındı, Allah bağışlasın.”

“Onun kendi elinde değilmiş.”

“Ne?”

“Kaderi…”

Bir taş Meryem’in bacağını yaktı. Baktı. Bir oğlan, sapanla onu nişan almıştı. Sarhoş adam kustu, Kenizu’yu el arabasına atmışlardı. Çöpçü, arabanın iki kolundan sıkıca kavramıştı. Birkaç kişi ikircikli duruyordu: “Çadırası… Çadırasını üzerine atın.”

“Islak.”

“Üşütür diye mi korkuyorsun?”

“Baba sen de çekilip kenara kussana!”

“Öğlen namazı da geçti. Evlerinize gidin!”

Meryem ayrılamıyordu. Sanki bir yerler yanıyordu ve o çaresiz, gözlerini yangından alamıyordu. Geç vakitti ve ana kaygılanırdı.

“Bu zamana kadar nerdeydin?”

“Kırtasiyedeydim.”

Yalan söylemişti. Okul zilinin sesi ile dışarı fırlamış ve onu görmüştü ki salınarak kendisine doğru gelmekteydi. Kenizu, bir avuç toz olmuştu sanki ve sanki bir esinti kalksa dağılıp yok olup gidecekti. Örselenmiş, benzi sapsarı kesilmişti; hüzünlü ve sanki irileşmiş iki ela gözüyle…

“İki gözüm! Kara gözlüm!”

“A?.. Sen… sen misin?”

“Evet… köleeen kenizin…”

“Ne… nereye gitmiştin?.. bu kadar zamanda?.. Evlenmeye mi gitmiştin?”

“Evet… amaaa… olmadı.”

“Neden? Sen… Sen iyi görünmüyorsun?”

Kenizu, sarhoştu ve sözcükler ağzında sünüyordu. Kollarını Meryem’in başına doladı ve onu öptü. Meryem etrafına bakınıyordu.

“Bir haftadır… geliyoooorum… yolunun üzeriiine… yoksun gözüm… sadece ssen iyiiisin… ssen ve öğretmenin… görüyorsun işte… heerkes çekip gitmiş… bozuksun dedi… bozuk. ortalık bozukturr… değil mi gözüm?.. öğretmenin dooğru söylüyoo… bozuktur… bozuk.”

Kenizu, artık eskisi gibi hoş kokmuyordu. Ağzı, bazı geceler babanın ağzının koktuğu gibi kokuyordu. Kenizu dönmüştü fakat sanki büyükannenin ahusu çok aç bırakılmış, çok dayak atılmış, kaburgaları dışarı fırlamış gibiydi.

“Kokmuş. Ne de olsa meyyittir. Çekilin kenara!”

Çöpçünün sesiydi; ter içinde, terden beyaz tuz bağlamış gömleği ile arabanın kolunu, yolu açmak için çeviriyordu. Kenizu’nun çadırası buruşturulup toplanmış, bir taraftan öteye fırlatılıyordu. Kenizu’nun kolu arabadan dışarı sarkıyor, gözleri göğe bakıyordu. Gökyüzünü kara bir bulut kaplamıştı. Meryem, sarhoş adamı, Kenizu’yu arabadan aşağı çekmeye çalışırken gördü. Denizin sesini geri iten, adamların göğüslerine çarpan kendi bağırtısını duydu: “Yapma şerefsiz!”

Hıçkırıkları adamı geri itti.

“Yeter artık ya! Hepiniz bunun ölmesini bekliyordunuz sanki.”

Çöpçü, arabanın başını asfalta çevirmişti ve tekerlekleri sıkılaştırıyordu. Meryem’in hıçkırıkları dinmiyordu. Kalabalık gözünün önünde kıvrılıyor, salınıp duruyordu. Sesler uzaklara gidiyordu: “Genç adam! Sadece iki tuman[13]… sadece iki tuman…”

Kenizu, erkeklerin peşine takılır, onlara yalvarırdı. Yorulduğunda çöplerin arasında eşelenir, boş şişeleri toplar ve bir damla için şişeleri birer birer ağzına dayardı. Artık kimse Kenizu’yu sormuyordu. Sadece, günbatımında yorgun tenlerini şehrin arkasındaki harabe kervansaraya sürükleyen hamallardan başka.

“Keniz, çöplerin arasında dolaşma!”

“Gözüm, paralarımı yiyorlar.”

“Kimler?”

“Hamallar.”

Bazı geceler, Kenizu’nun ağlama ve ilenç sesleri şehrin meydanından duyulurdu: “Gençliğinin hayrını görmeyesin… Kara topraklara düşesin seni… dert olsun canınıza düşsün e’mi… paralarımı verin… aaaay… öldüüüüüm…”

Ve hamalların kahkahaları, gecenin karanlığını parçalardı.

“Keniz al, bu paraları sana getirdim.”

Paraları sayardı.

“İyi… bu beş… bu altı… bunların hepsi bozuk ya… nerden buldun?”

“Kumbaramı kırdım. Sen artık başkasından para alma, her ay paralarımı toplar sana veririm.”

“Olur, olur iki gözüm.”

Meryem dama çıkar ve Kenizu’yu görürdü. Suibriği elinde, sigara dudağında, bir kadınla bir erkeğin girdiği odayı bekliyor… Adam çıktığında, Kenizu ibriği su ile doldurur ona verirdi.

Meryem’in ayağına bir taş çarptı. Baktı. Çöpçü arabayı çekerek götürüyordu. Kalabalık, koyun sürüsü gibi arabanın ardı sıra gidiyordu. Kenizu’nun ayakkabısının yüksek ökçesi, arabanın kenarına değiyordu ve tak tak ses veriyordu. Çocuklar taş atıyorlardı. Araba uzaklaşıyordu. Denizin ve çığlık atan martıların sesi geliyordu. Caddenin diplerinden, Kenizu’nun tak tak ayak sesleri duyuluyordu ve onun yalvaran sesi: “Genç adam! Sadece iki tuman, sadece iki tuman…”

Ekim 1986

 

[1] Körfez’de kış gecelerinde yapılan balık avı. (Yazarın notu)

[2] Uzun boynuzlu bir çeşit koyun. (Yazarın notu)

[3] Güneyde, Buşehr kentine yakın bir kasaba (Yazarın notu)

[4] Farsça. Kadın köle.

[5] İran’da bolca yetişen yaban gül, esansı yapılır, kurutulur, yemeklerde kullanılır.

[6] Azerice. Sıcak hava esintisi, tandırdan veya yerden kalkan sıcak hava dalgası.

[7] Köpekbalığı (Yazarın notu)

[8] Azerice. Bahçede ve tarlada etrafı tuğla veya keresteyle sınırlanmış, ağaç, çiçek vb. şeyleri ekmek ya da dikmek için ayrılan kısımlar.

[9] Başarılı veya başarısız olma anlamında Farsça bir deyim.

[10] Cofre’de bir yatır. (Yazarın notu)

[11] İran’ın güneyinde bir gelenek; korkanlara rahatlamaları için, altın üzerinden akıtılan su verilir. (Yazarın notu)

[12] Arapça. Cenaze, ölü.

[13] İran’ın para birimi. On riyal.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s