Kısa öykü.
Yazan: Péyman Emaili
Geç kaldın. Günbatımına kadar beklediler. Gelmedin. Onlar da arabayı alıp yeni kampüse gittiler. Bina inşaatını yeni bitirmişler. Şimdi varırız kendin görürsün. Önceki yerimizden çok daha güzel. Herhâlde seni oraya götürmek için birisi burada kalmalıydı. Soruya ne gerek! Kendin gelsen bulamazdın. Ama keşke şoförü göndermeseydin. Şimdi bunca yolu yürümek zorundayız. Ha, evet. Söylediklerini kabul ediyorum. Geceleri pek zor sayılmaz. Gündüz olsa kebap olurduk. Gülüyorsun! İyi, gülebiliyorsun bari. Ama şanslıydık o iki paslı kıytırık karavandan kurtulduk. Mühendis yerine hayvan almışlar işe sanki. Ne banyo ne mutfak, hiç. Dediklerini kabul ediyorum. Firma derisi kalınları işe almak istiyor. Şayet senin de derin kalınsa iki seneye kalmaz yükünü tutarsın, sonra da yallah eyvallah!
Benim burada kalışımın hikâyesi uzun. Sorma. Nereden bakarsan on yıl oluyor. Bu süre zarfında pek çoğu yükünü tutmuş, çekip gitmiş. Sıkıntıları benimdi, keyif sürmeler onların. Firma da biliyor, ben olmasam burada işler yürümez. Bu uçsuz, bucaksız, ıssız çölde kim gelir it gibi çalışmaya dayanır? Ama var ya, ben buranın yerlisi olmuşum artık. Çölde çalışmayı seviyorum. Önceleri bu gelip gitmeler azaptı. Yani gelenler hemen yükünü tutup ardından eyvallahı çekiyorlardı. Ama benim gibi işinde gücünde olan birisi için hiçbir şey değişmezdi. Yine de ne de olsa kendimle barışık olmayı öğrenmişim. Firma da merkezde sorun olanları buraya gönderiyor. Burun kılı olanları buraya sepetliyorlar, benim yanıma. Senin gibi yani. Sen de o yukarıdakilere bir sıkıntı falan yarattın mı? Yani mutlaka bir şeyler yapmışsın ki seni seçmişler buraya göndermişler. Sen de diğerleri gibi yükünü tutup kayıplara karışırsan firma zarar etmez. Yani hem onlar senin elinden kurtulurlar hem de sen bir lokma ekmeye varırsın. Senin buraya gelip yükünü tutman da benim için önemli değil. Ben kendi işimle meşgulüm. Dedim ya, burada çalışmayı seviyorum. Bu dediklerimi de üzerine alınma, ben sadece sorduğun soruyu yanıtlamak istedim.
Bu 63 hattını görüyor musun? Japonların işidir. Dört beş sene öncesine kadar yirmi kilovatın üzerinde çekilen bütün hatlar Japonların işiydi. Haktan geçmemeli adamlar eşek gibi çalışıyorlardı. Onlar da mühendisti biz de. Çukurlara dikkat et. El fenerini orada burada oynatma. Çok derinler. Üç, dört metre derinler. Dört yüz kilovatlık trafo direkleri içindi, temel atmadan ileri geçilmedi. Uzun zamandan beri bu kazıların yeri öylece boş duruyor. Geceleri insanlar için, hayvanlar için bir pusu olur. Dikkat etmezsen bu çukurlardan birine düşebilirsin. Sonra da bir yanın kırılır da kimse etrafında yoksa işin bitiktir. Korkma. Bunları korkasın diye söylemiyorum. Burası çöldür. Tahran değil ya! Böyle şeylere dikkat etmedin mi devam getiremezsin. Bu çevrede bazen sırtlan da bulunur. Nereden geldiklerini de tam olarak bilmiş değilim. Belki de yemek kokusu alıyorlar. Belki de insan kokusu. Bazı yıllar çok kötü kıtlık oluyor. Yemek için insanlar bir şey bulamıyor nerde kalmış hayvanlar! Neden gülüyorsun? Saçmaladığımı mı sanıyorsun? Ben bu çölün dört bir yanında trafo direği diktim. Batıdan doğuya… Bütün bu çölü ezbere bilirim. O çukura dikkat! Dedim ya dikkat etmelisin.
Demek sana da anlatmışlar. Nerelerini anlattılar? Hayır. Yok böyle bir şey. Hiç de doğmalık değil. Herkes bir şeyler uydurup söylüyor işte. Sen inanma. Eldiven giymemin macerası farklı bir şeydir. Kampüse kadar anlatırım. Ne dedin? Anlamadım? Dikkat et, benden geride kalıp uzaklaşma. Hayır. Dedim ya, doğmalık değil. İnanmıyorsun. Kaç yıl öncesinden sağ elim, pençem büyümeye başladı. Bunu sana anlatmamışlardı değil mi? Pekâlâ… Bir nedeni var elbet. Sen bunu duyan üçüncü kişisin. O iki kişi buradan gitti. Onlardan sonra da kimseye anlatmadım. Bunun için eldiven giyiyorum. Böylece kendimi daha iyi hissediyorum. Daha neler! Tabii ki mümkün. Şimdiye kadar çevrene iyice baktın mı hiç? Çevrende bu kadar mümkün olmayan şey cereyan ediyor ama insanın ruhunun bile haberi olmuyor. Bu kadar insan çeşit çeşit hastalıklardan ölüyor. Sen sanıyor musun ki bütün hastalıkları keşfetmişler? Ben birini tanıyordum, karnında bir şişlik oluşmuştu, dışarı fırlamıştı aynı bir çocuğun ayağının biçiminde. Üç yıl zarfında bu bebek ayağa o kadar büyüdü ki karnının tümünü kapladı. Her şey de apaçık ortadaydı. Parmaklar, ayağının altının çukuru. Sonra çocuk ayağını ileri bastırıyormuş gibi karnının derisi sünmeye başladı. Zavallı sancıdan çığlık atıp dururdu. Şimdiye kadar böyle bir şey duymuş muydun? İnanmıyorsun değil mi? Ben kendi gözlerimle gördüm diyorum. Buradan yüz kilometre uzakta, doğuda Bostano diye bir köy var. İstersen gider orada soruşturursun. Oradan gitme. Kumu akar. Sıkışırsın. Yani… bazı şeyleri insan anlayamaz. Sonunda mı? Neyin sonu? Haaa! Karnı yarıldı, yırtıldı. Karnının derisi o kadar gerildi sonra da cart diye çatladı. Hayır! Doktora gitmezdi. Bunun gibi tuhaf hastalıklar için doktora gitmezler. İnsanoğlu insanoğlunun hastalığına yakalanmalı derler. Böyle şeyleri doktora götürmezler. İnsanoğlu hastalığı değil diyorlar. Ben ne bileyim! Onlar böyle diyor. Bu şeyler hayvan hastalığıdır diyorlar. Sorma bana. Bilmiyorum. Bunu diyorum ki bilesin, insanın çevresinde çeşit çeşit şeyler ortaya çıkabilir. Benim pençem de bu tür bir şey olabilir. Kendiliğinden başladı büyümeye. Bırak şimdi bunları. Kendinden söz et. O dikeni pantolonunun üzerinden al. Bir battı mı derine, iki güne kalmaz şişer. Zehirlidir. O yandan gitmeye mecbur musun? Bu çöle katlanmak senin için zor olmalı değil mi! Diğerlerine göre yani zor. Kürt’sün işte. Kürdistan? Biliyorum. Anlatmıştın. Dağdan indin çöle. Çok zor olmalı senin için. Kürdistan’ın neresindensin? Güzel bir yer. Gittim. Sarp kayalıklı dağları var. Ama kışları insanın anasını ağlatır. Üniversiteyi nerde okudun? Gitmedim. O yörelere gitmedim. Kuru Kale’ye gittin mi? Demek gitmedin. Sen ne biçim Kürt’sün! Ben bir yıl boyunca oradaydım. Çok önceleri. Dağdan bir 63’lük hat geçirmeliydik. İlginç insanları var. Daha ilginç inanışlarıyla. Onların geleneklerinden falan duydun mu hiç? Hayır! Bu tür şeyler değil. Mesela kadın, kız alma gelenekleri falan. Duymadın demek. Komiktir! Çok komik! Damat dama çıkar, oradan millete meyve fırlatırmış. Genelde birkaç kişi yaralanırmış. Çok tuhaf inanışları da var. Mesela mı? Mesela inanırlarmış ki insanlar kendilerine yakın olan birinin ruhunu yılın belli gününde görürmüş! Ölen birinin. Ya da mesela, bir hayvanın yediği bir şeyi birisi yerse o hayvanın hastalığına yakalanırmış! O hayvanın özelliğine göre tabii. Aynı şeye yakalanırmış! Bu tür hurafeler işte. Duymamış mıydın? Sen de amma Kürt’sün ha! Evet. İnanıyorum sana. Hurafe işte. Ama çok sevimli insanlar. O diken çalısına dikkat! O çukurlardan biri öteki yanında olabilir, hiç belli olmaz! Laf dinlemiyorsun! Kendi bildiğini yapıyorsun. Kim? Sen nereden tanıyorsun Mühendis Usuli’yi? Tuhaf biriydi. Dış ülkede okumuştu. İngiltere’de bir yerde. Benimle yaşıttı belki de. Boylu posluydu da! Uzun boylu, geniş omuzlu, kalın bıyıklı. İnsanın yüreğine bir çeşit korku salardı yani. Ne bilmek istiyorsun? Ne oldu da birden Usuli’yi anımsadın? Diyordu Devrim’den önce gitmiş İngiltere’ye, birkaç sene kalmış orada. Bunları sana anlattılar mı? Hayır mı? Sana anlatmamaları da çok ilginç. Herkes bilirdi de ondan yani. Bu dikeni görüyor musun? Kökleri su dolu. Ama… sökmesi zordu yani. Çakı ister. Sonunda mı? Neyin sonu? Ne duydun öyleyse? Yani… benim duyduklarım da bunlar işte. Ne bileyim, Usuli kendisi karıştı yoklara ve bu tür şeyler işte. Bu hatalı çukurların onun işi olduğunu biliyor muydun? Hattın seyrini kendi başına değiştirmişti. Sanıyordu ki bu yandan gitse hattın yolu kısalır. Topoğrafyacılar, haritacılar ne kadar bağır çağır yaptılarsa da nafile. Kabul etmedi. Sonunda da şirket anladı ve kapıyı gösterdi. Her şey alt üst olmuştu. O da bir türlü kabul etmek istemiyordu.
Gerçekten nefesimi kesmiş, anamı ağlatmış! Elimi diyorum. Acıyor. Her yanı acıyor. Tırnaklarım da eğri büğrü çıkmış, girmiş parmağımın etine. Bıçak gibi elimin etini doğruyor. Neden gülüyorsun? Ciddi söylüyorum. Kabul etmeseydi, değil mi! Şirket işi durdurmuştu yeni başmühendis göndersinler diye. Tahran’da da kendileriyle kavgalıydılar. Kimse de Usuli’nin yerini almak istemiyordu. Mühendisler, işçiler herkes bir iki haftalığına kendi vilayetlerine gittiler. Ne bileyim yahu. Herkes bir tarafa gitti işte. Bir tek o kaldı bir de ben. Bunu da sana söylemediler değil mi? Bir sabah bana kalk gidelim hatların geçtiği yolları gözden geçirelim, dedi. Kendi dediklerinin doğru olduğunu ispatlamak istiyordu. İnatçıydı. Hem de ne! Arabayı çalıştırdı, vurduk çöle. Çukurların kıyısından gidiyor ve gözünü hız sayacından almıyordu. Düşünsene, her iki yüz metrede bir çukur. Öyle sıralanmış. Bir yılan gibi kıvrılmış çölün ortasında. Yönlerini de tam olarak kestirmek mümkün değildi ki. Yani ben kestiremiyordum. Sadece Usuli kendisi biliyordu. Direksiyona iki elle sarılmış gazlıyordu ha bire. Ta ki arabanın kaputundan duman çıkmaya başladı. Sonra da araba olduğu yerde kalakaldı, kımıltısız. Üç dört saat uğraştıktan sonra başladı arabayı tekmelemeye. Yere göğe sövüyordu. Sonra dedi ki arabayı buraya bırakır, yaya döneriz gerisin geri. Usuli’ye dedim ki şimdi dönersek geceye kalırız. Yolu kaybedebiliriz, dedim. Ama nafile! Dedim ya inatçıydı. Pençemin ağrısı azmış. Ağrı kesicin yok mu? Etime bıçak saplanmış sanki. Ne? Tabii ki geceye kaldık. Usuli soluk soluğa kalmıştı. Yapamamıştı. Bu kadar erken biteceğini sanmazdım. Dedim ya, gövde aha, şöyle! Bunları bilmiyordun değil mi? Sebepsiz değil tabii. Bilen o iki kişi de artık buralarda değiller. Biraz oturup soluklanmak ister misin? Soluk soluğa kalmışsın. Biraz dayandın mı tamam. Sonra mı? Sonra ikimiz de bu çukurlardan birine düştük. İkimizin de bacakları kırıldı. Usuli’nin durumu çok daha kötüydü. Benden çok daha kötü. Dizinin kemiği etinden dışarı fırlamıştı. Hangimizin hatası olduğunu hatırlamıyorum. Usuli mi yoksa ben mi, hangimiz öndeydik? Hiç hatırlamıyorum. Hatırladığım şu ki ikimiz de bu çukurlardan birinin içindeydik. Usuli acıyla çığlık atıyordu. Önüne dikkat et. Başımıza aynı bela gelebilir! Biliyor musun, bazen o adamın karnının derisinde gördüğüm ayağın altı aklıma geliyor. Bazı geceler uykuma giriyor. Kendi karnımdaymış gibi, öylece büyüyüp duruyor. Bazen de başparmağını oynatıyor. Aptalca, değil mi? Başparmağını benim karnımda oynatıyor. Biliyor muydun, hayvan hastalığına yakalananın kendisi de onu hastalandıran hayvanın şeklini alır diye? Duymadım. Tekrar söylesen. İlgisi var. Usuli ile ilgisi var. Sen bu şeylere inanmıyorsun. Biliyorum. Belki de hurafedir. Ama ben böyle şeylere inanırım. Durumumuz çok kötüydü. Usuli o kadar ağladı ki sonunda baygın düştü. Yarı geceye kadar inleyip durdu. Sonra da bayıldı. Sabaha karşı ayıldı. Etrafına bakındı ve su istedi. Ona, sabaha kadar beklemeliyiz belki birileri yardımımıza gelir, diye söyledim. Bir eliyle kırık bacağını kaldırdı ve yerden kalktı. Çukurdan çıkmak istiyordu. Düşünsene. Kırık bacakla üç metrelik çukurdan çıkmaya çalışıyordu. Parmaklarını çukurun duvarına geçiriyor, kendini yukarı çekiyordu. Biraz tırmanınca yere kaplanıyordu. Bu laflarla seni sıkmıyorum değil mi? Şayet duymak istemiyorsan…
Sanırım dört, beş kez uğraştı. Ne kadar ona bırak bu saçmalığı dediysem de bana mısın demedi. İşte dördüncü, beşinci kezdi kafası kırıldı. Yani alnı üstü çukurun dibindeki taşların birine kaplandı. Elbisemi çıkardım üzerimden onun alnını sardım. Baygındı, baygın. Burada biraz dinlenelim ister misin? Dedim ya, pek bir şey kalmadı, istersen…
Neyse, ertesi günü durumumuz çok fenalaştı. Çöl gündüzü işte. O çukurun dibinde, güneş tepemizin üzerinde. Usuli’nin pek canı kalmamıştı. Ben nefesimin sonuna kadar bağırıyordum. Birisi duyar belki diye. Sen benim yerime olsan ne yapardın? El fenerinin ışığını bu yana tut! Yola dikkat et. Demedin! Ne yapardın? O kadar bağırdım ki sonunda ben de Usuli’nin yanına düşüverdim. Gömleğimi alnından açtım. Bir gölgelik gibi tuttum ikimizin başı üstüne. Çok korkunçtu. Yaşamasan anlayamazsın. Korku felç eder insanı. Usuli titreyip duruyordu. O cehennem sıcağında dişleri takırdıyordu. Ne kadar geçtiğini anlamadım, sanırsam on dakika bile dayanamamışım. Belki de bacağımın kanamasından. Ayıldığımda gece olmuştu. Usuli’nin gırtlağından inlemeye benzer bir ses çıkıyordu. Alnının yarası şişmişti. Susamıştım. Susamak da değil. Susamaktan geçmişti. Çıldırmıştım sanki. Her yeri su görüyordum. Her şey su içindeydi. Ama acım sızım yoktu. Çok tuhaftı, hiç acım yoktu. İnanıyor musun? Sadece susamışlık. Sen bu şeylerden çakar mısın yoksa benim gibi sadece hat tasarlamasından anlarsın? Neden acımın olmadığını anlayabiliyor musun? Bu görüşler senin kendinin olsun! Dedim ya… bayılmamıştım daha. Usuli’den sonra hatların yönünü değiştirdiklerini biliyor muydun? Sonunda da topoğrafyacıların, haritacıların dediği oldu. Bu çukurlar da çölün ortasında kendi hâllerine bırakıldı. Pek nadiren birinin yolu bu taraflara düşer. Şirket de doldurmak için para harcamak istemiyordu. Zaten bu şekliyle de epeyi zarar etmişti. Birkaç dakikaya kalmaz varırız sanırım. Gece vakti buralara gelmek çok tehlikelidir. Geldiğine göre çok cesaretlisin. El fenerini yukarı tut biraz, görürüm onları belki. Hayır. Daha değil.
Sonra da işte üç gün orada kaldık. Öldüğümü düşünüyordum. Usuli’den çıt yoktu. Sadece iki, üç saatte bir kasılıyor, vücudu titriyordu. Bacağı da simsiyahtı. Gece olunca bir karartı gelip durdu çukurun kıyısında. Ulumaya benzer bir ses çıkarıyordu. Hafif ve uzun. Çukurun çevresinde dönenip duruyordu. Kafasını aşağıya tutup bizi seyrediyordu. Sonra da bir hırlıyor, burnunu toprağa sürüyordu. Bağırıp bağırmadığımı hatırlamıyorum. Ama o karartının çukura atladığını hatırlıyorum. Çok hızlı ve kıvrak… Hiç ağırlığı yokmuş gibi… Suratımı koklarken burnunu gördüm. Sırtlana benziyordu. Uzun burnu vardı, sıska bacakları. Tuhaf bir kokusu da vardı. Ekşimişlik kokusu gibi bir şey. Çürümüş ve birkaç gün güneşte kalmış yoğurt kokusu gibi. Biraz benim çevremde dönendi ve her yanı kokladı. Sonra Usuli’ye doğru gitti. Sanırım o an baygındı. Hiç kımıldamıyordu. Hayvan, burnunu birkaç kez Usuli’nin çenesine çarptı. Sonra da kafasını yaklaştırdı ve gırtlağından yakaladı. Sağ pençesini Usuli’nin göğsüne koydu ve kafasını hızla sağa sola salladı. Kocaman pençesi vardı. Bir sırtlanın pençesinden daha büyüktü. Çok daha büyük. Sonrasını hatırlamıyorum. Bayılmıştım belki de. Bilmiyorum. Hatırlıyorum, uyandığımda hayvanı gördüm çukurun bir köşesinde oturmuş ince bacaklarını yalıyordu. Sonra gözüm Usuli’nin gırtlağına ilişti. Baştan aşağı kan içindeydi. Tuhaf bir kokusu da vardı. Islanan kirli elbise kokusu gibi bir şey. Hayvan bir bana bakıyordu bir Usuli’nin yırtılıp dağılmış gırtlağına. Sonra da başladı benimle Usuli arasında gidip gelmeye. Yaklaştığında burnunun çevresindeki ıslak kılların yumaklaştığını görebiliyordum. Burnunun ıslaklığını hafiften yüzüme dokunduruyordu. İnanabiliyor musun? Burnunu yüzüme, ağzıma sürüyordu. O kadar gidip geldi ki sonunda maksadını anladım. Ne istediğini anladım. Benim de Usuli’nin gırtlağını yakalamamı istiyordu. İnanması güç ama öyle, eminim bunu istiyordu. Biliyorum, susuz kalırsam işimin bitik olduğunu anlamıştı. Belki ertesi geceki yemeği için beni diri istiyordu. Bu tür şeyleri kimseye ispatlamak mümkün değil. Mümkün değil olmaz. Bin zorlukla Usuli’ye yanaştım. Sonra da ağzımla gırtlağından yakaladım. Kanı hâlâ sıcaktı. Ilık su gibi. Gırtlağından bir sesler de geliyordu; bir hayvan hırlaması gibi. Yavaş ve uslu. İşim bitince çukurun duvarına yaslandım. Sonra hayvan yanaştı, dudaklarımı kokladı. İnanabiliyor musun? Dudaklarımın üzerindeki kanı kokladı. Birkaç kez çukurun içinde sağa sola gitti, pençesiyle burnunu sıvazladı. Sonra sıçrayarak oradan fırlayıp gitti. Üç metreyi sıçrayıp dışarı çıktı. Üç metre. Bu nedenle o hayvanın sırtlan olduğunu sanmıyorum. O iki kişiye de aynısını söyledim. Ne yaptılar biliyor musun? Kaçtılar. Saçmalık! Benden kaçtılar. Ertesi günü Usuli’nin gırtlağı kurumuştu. Ne kadar emdiysem hiçbir şey gelmedi. Nereye gidiyorsun? Neden geri geri kaçıyorsun? Sonunda bu çukurların birine düşeceksin. Gelsene buraya.
Sonunu mu bilmek istiyorsun? Sonraki gün buldular bizi. İkimizi de. Herkes şaşkındı. O hayvan neden benim gırtlağımı yırtıp sökmemişti. Herkes bir şey uyduruyor başkasına anlatıyordu. Kimse korkmasın diye bir şey uydurdular. Güya Usuli kendi başına çekip gitmiş. Kayıplara karışmış.
Ne kadar çok soru soruyorsun. Dedim ya… kaçıp gittiler. Sonraki gün bu çukurların birinde buldular onları. Şirket sırtlanların işidir diye söyledi. Ben de bir şey söylemedim. Hiçbir şey yapılamazdı. Bana böyle bakıp durma. Benim suçum değil. Neden uzaklaştın? Gelsene buraya. Daha yakın. Sahi anlatmadın, şirket neden seninle ters gidiyor? Anlatsana! Bu çöle nasıl oldu da düştün? O diken çalısına dikkat et! Öte yanında bir çukur olabilir. Yavaş ol! Yavaş… Burası daha iyi. Bu çalıların yanı iyidir. Otur anlat bana. Kendinden söz et.
(İran Öykü Antolojisi, hazırlanan ikinci baskıdan, h.h.)
