Arap Saçı

بهرام صادقی
İran’ın modern öykücülüğünün önderlerinden Behram Sadiki: 8 Ocak 1937, Necefabad – 3 Ocak 1985, Tahran,

Görünmeyen bir şey var, bir el gibi, onu görmüyorum fakat duyumsuyorum. Beni o yana bu yana itekliyor…

“İşte! Başınızı biraz kaldırın… Kaşlarınızı çatmayın… Gülümseyin… Gözlerinizi kameradan ayırmayın… Üçe kadar sayıyorum… Dikkat! Kımıldamayın! Yoksa resminiz çok kötü çıkar… Hazır! Bir, iki, üç…”

İki gün sonra akşam vakti, resimlerini almak için fotoğrafçı dükkanının merdivenlerinden tırmanıyordu. Fotoğrafçının verdiği makbuzu avucunda sıkıyordu. Anımsıyordu; iki gün önce fotoğrafçı sormuştu: “Bayım, adınız?” ve o da adını söylemişti.
“Vesikalık? Kart postal? Nasıl olacak?”
“Bir tanesi… Örnek olarak…”
“Öbür gün akşama hazır olur… Saat sekizde…”

Kapıyı açmadan gördü; saat sekizi geçmişti. Kendi kendine mırıldandı: “Artık mutlaka hazırdır!”

Masanın arkasında oturan fotoğrafçının çırağı onu görünce ayağa kalktı ve o da selamının cevabını verince bir sandalyeye ilişti. Tanımadığını belirten bir bakışla fotoğrafçının çırağına baktı: “Galiba kendileri yoklar?”
“Yooo… hayır, hayır, buradaydı.”
“Bu makbuz…”

Makbuzu cebinden çıkarıp masanın üzerine koydu. Çırak, makbuzu okudu ve başını saygıyla salladı: “Evet efendim, bu akşamın… ama biraz beklemelisiniz, kendisinin gelmesi gerek.”

“İşimiz gücümüz var bizim de,” diye yanıtlamak istiyordu, ancak sadece, “İşimiz gücümüz…” diyerek sandalyeye gömüldü. Çırak, onun işini gücünü bırakıp resimlerini almak için geldiğini ve şimdi de resimler hazır olmadığı için rahatsız olduğunu anlıyordu ama elinden ne gelirdi ki! Bir şeylerle uğraşmayı yeğledi. Bir albümün yapraklarını çevirmeye başladı… O tekrar sordu:
“Gelmeyecek mi?”
“Gelmek üzeredir…”
Ve o, duvara asılı fotoğrafları seyretmeye koyuldu…

On beş dakika sonra fotoğrafçı geldi. Gelir gelmez söze başladı: “Hoş geldiniz efendiiim…” Çırağa döndü: “Beyefendi geleli uzun zaman oldu mu?” diyerek tekrar ona baktı: “Hemen şimdi takdim ederim…”

O, sandalyeden kalktı ve masaya yanaştı; iki elini masanın kenarına koydu. Fotoğrafçı, fotoğrafları getirdi: “Bakayım bu mu?… Evet… ta kendisi!”

O, elini uzatarak fotoğrafları aldı. Kısa bir süre seyrettikten sonra: “Bunlar değil! Yanılıyorsunuz!”
“Nasıl? Ne buyurdunuz?”
“Yanılıyorsunuz dedim… Benim bıyığım yok. Bu fotoğraftakinin bıyığı var… Hem ben şapka takmam!”

Fotoğrafçı, hızla fotoğrafları aldı, bir ona bir de fotoğraflara baktı: “Çok tuhaf!.. Ama size çok benziyor!”
“Benzemek mi? Bilmem, nasıl benzemekse… ama bunu pek anlamıyorum…”
Fotoğrafçı bir süre ne yapacağını bilemedi. Çırağı az önce dışarı çıkmıştı (o da ne yapacağını bilmediği için tüymeyi yeğlemişti). İçeri, atölyeye geçti ve bir tomar fotoğraf getirerek masaya yaydı. Onları incelerken, mırıldandı: “Bunlar değil…”
Bir kızın fotoğrafıydı.
“Bu da değil…”
Bir kadının fotoğrafı…
“Bu da…”
Bir çocuk fotoğrafı…
“Ya bu?”
Fotoğrafa ve ona baktı: “Bu size çok benziyor… Şapkası da yok… Ama bıyığı var…”
Adam, öne eğildi: “Bakayım!.. Şapkası da yok…” dedi ve devam etti: “Ama ‘bu size çok benziyor’ da ne demek?’ Ben, benim olduğunu nereden anlayayım? Ben suratımı seyretmiyorum ya! Aslında nasıl olduğunu da unuttum. Sizin dükkanda fotoğraflar karışmasınlar diye bir sıra, bir düzen yok mu? Numaralamıyor musunuz?”

“Evet… numaralıyoruz, düzenli tertipliyiz de… Ama aman acemilerin elinden… Bu çırak denen çocuk hepsini karıştırıyor… Karıştırmış… Bakın mesela… Üç takım fotoğraf var; hepsinin de üzerinde sizin makbuzunuzun numarası var… Ömrümüzün sonunda amma çırak getirmişiz! Dağdan inme sanki… hiçbir şeyden çakmıyor!”
“Tamam da bizim işimiz ne olacak? Ne zamana kadar burada beklemem gerek beyefendi?”
Fotoğrafçı, hâlâ fotoğrafı gözden geçiriyordu.
“Bu da değil.”
Tarihi bir binanın fotoğrafıydı.
“Ha… işte… ta kendisi!”
O, fotoğrafı hemen kaptı: “Nasıl ta kendisi? Benimle hiç benzer yanı yok! Benim ceketim ne zaman bu şekildeydi?”
Fotoğrafçı oturdu. Keyfi kaçmıştı. Yanıtladı: “Artık burası bizi ilgilendirmez. Belki önceki gün böyleydi, bugün değiştirmişsiniz”
“İmkânsız.”
Fotoğrafçı yeniden ayağa kalktı. Omuzlarını silkti: “Burada başka da fotoğraf yok! Bunlardan biri olmalı…”

O, dişlerini sıktı. Sonra biraz rahatlayınca “Bunlar benim fotoğrafım değil… altı tane vesikalık bir tane de kart postal büyüklüğünde… Parasını da aldınız… Fotoğrafları vermelisiniz…”
Fotoğrafçı, üç takım fotoğrafı onun önüne sürdü.

“Hepsi sizin… Buyurun efendim… peşkeş. Öfkelenmenize de gerek yok. Vallahi inanın ki ben de anlayamıyorum. Her üçü de aynen size benziyor. Sizin fotoğraflarınız bunlar. Birisi bıyıklı ve şapkalı. Birisi bıyıklı fakat şapkasız… Biri de hem bıyıksız hem şapkasız. Hangisini canınız çekiyorsa alın!”

Kafasının tası attı: “Canım mı çekiyor… Canım mı? Beyefendi! Sayın fotoğrafçı hazretleri! Ya senin aklından zorun var ya da benimle dalga geçiyorsun! Sen esnaf değil misin, müşterin yok mu, burada alış veriş yapmak istemiyor musun? Dünyanın neresinde görülmüş, adam çektirdiği fotoğrafını almaya gittiğinde üç çeşit fotoğraf dizsinler önüne? Alay etsinler? ‘buyurun efendim üç çeşit fotoğrafınız, beğenin beğenin alın’ desinler? Evvelsi gün fotoğraf çektirdiğimde kör müydün kardeşim? Görmedin mi? Ne bıyığım vardı ne şapkam ne de ceketim bu biçimdeydi…”

Fotoğrafçının da sabrı taşmak üzereydi. Ellerini ovuşturdu, kendini engellemeye çalıştı. Saygıyla ve sözcüklere tane tane basarak konuşuyordu: “Bunların hepsi tamam… Hepsi de mantıklı laflar… Ben de kabul ediyorum… Vallahi, inanın ki hepsi benim bu aptal, taş kafalı çırağın aptallığı yüzünden… Hepsini karman çorman etmiş, numaraları karıştırmış… Değilse ta ilk başta size takdim ederdim ve bu kadar da laf edip sinirimiz bozulmazdı. Fakat ben buna şaşıyorum; nasıl olur da bu resimlerin üçü de tıpatıp size benzer? Üçü de tıpkı siz… Artık sizin fotoğraflarınız mı yoksa tıpatıp size benzeyen başka birinin mi orasını bilemem… Asıl fotoğrafınıza da ne oldu aklım ermiyor… Ama canım, siz de kendi yüzünüzü teşhis edemiyorsunuz!”

“Siz edebiliyor musunuz ki ben de edeyim?”

“Neden edemeyecekmişim? Şimdi benim fotoğraflarımdan birini gösterin, ne zamana ait olursa olsun, anında söylerim… benim mi değil mi diye… şaşırdım, çok tuhaf…”

“Şaşırıyor musun? Bütün dünya insanlarının kendi resimlerini teşhis etmeleri gerekir diye bir zorunluluk mu var? Sen fotoğrafçısın diyelim, işin bu. Hangi tavuk kendi yumurtasını tanıyabilir? Milleti nasıl kandırıyorlar… Üç dört gün bekletirler, işlerinden güçlerinde ederler, sonunda da böyle cevap verirler işte…”

Fotoğrafçı ağlamak üzereydi. Cebinden bir ayna çıkararak ona verdi: “Bu artık kolay bir iş… Değil mi?”

O, gidip aynaya baktı. Sonra elinde ayna, öylece sandalyeye oturdu. Acı bir gülümseme belirdi dudaklarında: “Aaah, yıllar oldu kendimi seyretmeyeli… İhtiyarlamışım. Saçlarım da ağarıyor artık… Önceki bana hiç benzemiyor. Alnıma ne zaman bu kadar kırışıklık düştü? Bak, bak! Hüzün, yüzümden damlıyor adeta!”

Aynayı fotoğrafçıya verdi ve başını ellerinin arasına alarak bastırdı. Yorgun düşen fotoğrafçı sordu: “Gördün mü?”

O, ayağa kalktı. Tekrar aynanın önüne geçti. Fotoğrafları aldı ve fotoğrafçıya verdi. Fotoğrafçı, “Oturur beklersen, bu fotoğrafların sahipleri gelir. Kendi yüzlerinle tanışman da fena olmaz.

O, kapıya doğru yürüdü: “Hepsi kelek! Bunların hiçbiri benim fotoğrafım değil. Benim fotoğrafıma ne olduğu da belli değil. Belki de hiç çekmedi fotoğrafımı… başınıza küller bu fotoğraf çekmelerinizle!”

O çıkınca fotoğrafçı çılgınlıklar gibi odada fır dönmeye başladı: “Tanrım çıldıracağım… Nasıl olur da kendini tanımaz? Bu fotoğrafların hepsi ona benziyor. Neredeyse kendimi camdan aşağı atacağım!”

Çırağı içeri girdi: “Herif fotoğraflarını aldı mı? Karşıdaki fotoğrafçıya gittiğini gördüm.”

(h.h., İran Öykü Antolojisi, İkinci baskı birkaç ay içinde baskıya girecek!)

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s