“mahpus ses!”, “Kımıltısız aydınlar” ve “bu düşümüş yığınlar bu küçük caniler!”
Yeryüzü ayetleri
işte o dem
güneş soğudu
ve bereket topraklardan kalktı
ve çöllerde kurudu yeşillikler
ve balıklar denizlerde kurudu
ve ondan sonra toprak
kabul etmez oldu
ölülerini
gece, tüm soluk pencerelerde
kuşkulu bir sanı gibi
sürekli sıkışmışlıkta ve taşkınlıktaydı
ve yollar
sonlarını karanlığa bıraktılar
artık kimse aşkı düşünmedi
kimse yengiyi düşünmedi
ve kimse
hiçbir şeyi düşünmedi artık
yalnızlık mağaralarında
boşunalık doğdu
kan, afyon ve esrar kokuyordu,
gebe kadınlar
başsız çocuklar doğurdular
ve beşikler utançtan
mezarlara sığındılar…
ne kadar acı ve karanlık günlerdi
ekmek, risaletin bu şaşılası gücüne
galebe çalmıştı
aç ve acınası peygamberler
tanrısal buluşma yerlerinden kaçtılar
ve İsa’nın yitik kuzuları
artık hiçbir çobanın ho holarını
kırların şaşkınlığında duymadılar
aynaların gözlerinde sanki
devinimler, renkler ve görüntüler
tepetaklak yansıyordu
ve alçak soytarıların başları ucunda
ve arsız fahişelerin yüzlerinde
aydın kutsal bir çember
yalazlı şemsiye misali yanıyordu
alkol bataklıkları
o buruk zehirli buharlarıyla
kımıltısız aydınlar yığınını
kendi dipsizine çekti
ve sinsi fareler
altın yazıtlı kitap yapraklarını
eski dolaplarda kemirdi.
güneş ölmüştü
güneş ölmüştü ve yarın
çocukların belleğinde
belirsiz yitik bir anlamdı
onlar bu eski sözcüğün tuhaflığını
ev ödevlerinde
kocaman siyah lekelerle
imgeliyorlardı.
halk,
düşmüş halk yığını
bıkkın, yorgun ve şaşkın
kendi uğursuz cesetlerinin yükü altında
gurbetten gurbete gidiyorlardı
ve cinayetin acıtan isteği
ellerinde kabarıyordu
bazen bir kıvılcım, küçücük bir kıvılcım
bu cansız sessiz topluluğu
ansızın içten parçalıyordu,
ve onlar birbirine saldırıyorlardı
adamlar birbirinin gırtlağını
bıçaklarla yarıyorlardı
ve kan yatağı ortasında
ergenleşmemiş kızlarla
yatıyorlardı…
onlar kendi korkularında boğulmuşlardı
ve günahkârlığın korkunç duyusu
kör ve küt ruhlarını
felç etmişti
idam törenlerinde hep
urgan
bir mahkumun kasılan gözlerini
yuvasından dışarı fırlatırken onlar
kendilerine dalarlardı
ve yorgun ihtiyar sinirleri
şehvetli bir düşle gerilirdi
ama alanların çevresinde hep
bu küçük canileri görürdün
durmuşlar
ve dalmışlar
su fıskiyelerinin süreğen dökülüşüne
belki hâlâ
ezilmiş gözlerin ardında, derinliğinde donmuşluğun
güçsüz çabalamalarıyla
su şarkılarının arınlığına inanmak isteyen
yarı canlı karmaşık bir şey
arda kalmıştı
belki; fakat ne de sonsuz bir boşluk!
güneş ölmüştü
ve kimse bilmiyordu
yüreklerden uçup kaçan
o üzgün güvercinin adı
inançtır …
ah, ey mahpus ses
acaba senin umutsuzluğunun görkemi asla
bu tiksinesi gecenin bir yönünden
ışığa doğru bir yol açmayacak mı?
ah, ey mahpus ses
ey seslerin en son sesi…
(F.f., h.h.)