Ahmed Dehgan’dan çevirdiğim bir ksıa öykü…
“Oğlunuzun Katili Benim” adlı kısa öykü kitabının yazarı Ahmed Dehgan, savaş öyküleri (sekiz yıl süren İran-ırak savaşı) olan bu kitabı hakkında yaptığı bir söyleşisinde şöyle demişti: “Ben bu kitabımda savaşa katılmış olan insanların öyküsünü kaleme aldım ve onların savaştan sonra başından geçenleri anlattım, zira inanıyorum ki onların öyküleri savaştan sonra başlar!”
Dönüş
Bir alay toplanmıştık rayların üzerinde, bekliyorduk; gelsinler de bitmiş olan bu savaşın gönüllü eski askerlerini alıp yurtlarına, evlerine götürsünler diye. Hava sıcaktı, çok sıcak.
Akşam olunca hepimizi kışlanın dikenli telinin arkasına topladılar; aranacaksınız bahanesiyle eşyalarımızı yere serpip dağıttılar. Tabii, birkaç eski püskü, toz toprak içindeki haki elbiseden, rengi kaçmış bottan ve anı olarak sakladığımız birkaç mermi kovanından başka bir şeyimiz de yoktu. Savaştan ve gençliğimizden elimizde kalan ganimetler bunlardı.
“Lang Can Silver”imizin tek gözü yoktu. Süngüsünü alıp götüreceğini taa başında söylemişti. Bu nedenle de sıra ona gelince; ne yapacak diye dikenli tellerin bu yanından kırmızı bereli müfettişi dikizledik. O, Lang Can’ın elbiselerini teker teker savurdu. Sarı fanila, tek paçası olan toprak renginde pantolon ve… elini çantasına sokup süngüyü çıkarıverdi. Kırmızı bereli müfettiş omzuna vurarak usulca: “Tanrına şükret ki onu son kezdir görüyorum yoksa…” dedi.
Lang Can gelince dikenli tellerin arkasında bir araya geldik. Komutan hepimizi topladı. On beş kişiydik. Komutanın kol ağızları tel tel açılmıştı. Son saldırıda, yaralı bacağıyla beş kilometre göğsü üzerinde sürünerek gelmişti. Hâlâ aksıyordu ve sıskaydı; güneşte kavrulmuş kemikli yüzü vardı, toz toprak içinde kalmış saçı sakalı birbirine karışmıştı.
Sert bir şekilde oturun dedi; ama öyle emir verir gibi değil. Zaten emir, komuta zamanı da geçmişti artık. Bu son anlarda biz de artık komutanımız değil diye düşünmesini istemiyor, ona göre davranıyorduk. Sonra elini beline koyarak: “Pekâlâ, bu da savaşın son günü. Vardığımızda halk bizi karşılamaya gelecek. İşler ona göre ayarlanmış. Bir sürü koyun, inek hazırlamışlar, çiçekçilerde çiçek kalmamış. Bu son karşılama eksiksiz olsun istiyorlar, yurdumuzun ve dinimizin onuru olan sizler layığıyla takdir edileceksiniz.”
Serbestsiniz komutunu verince toprak yere serildik ve geyik muhabbetleri ısındı. Aslında savaş sonrasında ne yapacağız diye şaşkındık. Bir kısmı okula gitmeyi düşünüyordu, bir kısmı iş kurmayı ya da çalışmayı… çoğumuz ise ne yapacağımızı bilmiyorduk.
Konuşmaların tam ateşli yerinde, ta başından beri kulaklarını raylara dayayan Lang Can, “Geldi, geldi!” diye bağırdı.
Beklemekte olan alay dalgalandı. Ayağa kalktık. Elimizi gözümüze siper yaparak baktık. Tren soluyor, kıvrılarak geliyordu. Birkaç kişi raylara koşarak diğerlerini, tren duracak diye kenara itti. Bir sokak yol açtık. Sırt çantalarımızı omuzlarımıza attık ve içeriye koşuşup yer kapalım diye trenin durmasını bekledik. Lang Can, “Üç kompartıman kapın, üç! Bu gece sabaha kadar uyumak yok!” dedi.
Tren geldi ve aynı hızla çekip gitti. Biz de trenin camlarının ardından dışarıdaki insan denizine gülerek ya da el sallayarak bakan insanlara baktık.
Yerlerimize döndük. Güneş batmak üzereydi. Belki de bu nedenle konuşmalar sönmeye başlamıştı. Dizlerimizi kucakladık, birbirimizi dikizledik ve kendi geçmişimizi diğerinde görmeye başladık. Hep savaştı; gece savaşları, şakalar ve çocukluk ve gençlik kahkahaları.
Biri bağırdı: “Tren geliyor, geliyor!’
Yine birkaç kişi, diğerlerini raylardan uzaklaştırmak için kendisini ortalığa attı; tren bir an evvel duracaktı ve biz yolumuzu bekleyenler var diye hemen binecektik. Tren fış fış çekerek geldi ve kalabalığı ikiye yararak hızla uzaklaştı.
Tekrar yerlerimize döndük. Bu sefer Rıza, adreslerimizi yazmamız için kırmızı bir defter çıkardı; kim bilir belki savaştan sonra birbirimize uğrarız diye. Bunu gören herkes bir parça kağıt çıkararak yazmaya başladı. Üçüncü tren de gelip gitti; biz yerimizden kımıldamadık bile.
Güneş battı. Dikenli tellerin arkasına geçip namazlarımızı kılalım istedik, bırakmadılar. Belgelerinize çıkış vurulmuş, dönüş izniniz yok dendi. Sadece bir hortum attılar bu yana. Hava iyice kararmıştı. Karanlıkta yine çene çaldık ve geçmişten konuştuk ve son günlerde şehit düşenlerden söz ettik. Aramızda en genç savaşçı olan Rıza, şayet birkaç gün daha yaşamış olsalardı şimdi birlikte olurduk diyerek hayıflanıp üzüldü. Sonra teker teker çantalarımızı yastık yapıp uzandık. Rayların iki yanındaki uğultu giderek kaybolmaya başladı ve kimse güneyden gelen ve merkez kentlere giden trenlere aldırmıyordu artık. Hepimiz biliyorduk, bu trenler bizi almak için gelmiyordu.
Alay uykuya daldı. Uykuyla uyanıklık arasında bazen tren geliyor diye bağıran birisinin sesi duyuluyordu. Gözümüzü açtığımızda vagonların hızla geçen aydınlığında camların arkasında dona kalmış bizi seyreden insanları görüyorduk. Durum buydu; ta ki birisi bağırdı: “Sabah namazı!”
Sabah olmuştu.
Güneş doğunca kalabalığın sabrı taştı. Orada kalmıştık ve bize aldıran da yoktu. Unutulmuştuk adeta. İşte o zaman alay komutanı bağırdı: “Yeter artık! Dünden beri, sürekli tren göndereceğiz diyerek bizi burada bekletiyorlar. Biz karşılama, çiçek falan istemiyoruz kardeşim, karımız, çocuğumuz, anamız, babamız yolumuzu bekliyorlar… bunca yıldan sonra.”
Ve biz çok iyi biliyorduk, o biricik kızı Rüya’yı görme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Çünkü savaşın hengâmesinde, işler zora girince, onun fotoğrafını gizlice çıkarır öperdi ve biz, bir şey görmedik dercesine bakışlarımızı kaçırırdık.
Ondan sonra çocuklar bağırmaya başladılar. Herkes bir şey söyledi. Birisi komutanı omuzlarına aldı ve komutan sözünü sürdürdü: “Geçen yıldan beri benim alayımdan sadece on beş kişi kaldı. Artık sabrım tükendi. Şayet evimize dönmek için bize tren gönderemeyeceklerse kendimiz trenlere el koyarız.”
Alay rayların üzerinde toplandı. Kimse konuşmuyordu artık. Bütün gözler ileriye dikilmişti. Tren, çok uzaklardan, yaralı bir yılan gibi kıvrılıyor ve serap içinde kırılıp yaklaşıyordu. Yerimizden kımıldamadık. Tren korna çalarak geldi ve frene basarak ilk kişinin ayağının yanında durdu. O anda hepimiz birden yukarı tırmandık.
Lang Can, bastonla camı kırdı ve komutan kapıyı yerinden söktü. Rıza birinin omzuna çıkarak yukarı fırladı. Camların kırılma sesi her yandan duyuluyordu. Gem vurulacak gibi değildik.
Tren bir anda, savaşın eski gönüllü askerleriyle doldu. Yolcuları kompartımanlardan dışarı attık ve onların yerine oturduk. Tren yine hareket etmedi. Şakır şakır terliyorduk; ama sevinçliydik. Sonunda komutanlarımızın trenin reisiyle konuştuklarını söylendi. Anlaşmışlar; konunun tatlıya bağlanması için kompartımanları boşaltmalıymışız, koridorlarda durmalıymışız.
Alay komutanı bizi salonda topladı. Sıra haline geçtik. Komutan öfkeyle, “Olsun! Sadece bu son bir güne de dayanın!” dedi.
İki vagon arasındaki boşlukta toplandık. Çantalarımızın ve nefer torbalarımızın yanında dizlerimizi kucakladık. Tren yavaş yavaş hareket etti.
Yine sessizlik çöktü; tak tak sesi duyuluyordu sadece. Kendimize; geçmişe, şimdiye ve geleceğe dalmıştık ki mavi elbiseli kondüktör salondakileri kenara iterek geldi ve bizim başımızın üstünde durdu. Bir an bize baktıktan sonra bağırdı: “Heeeey! Burada oturamazsınız! Haydi, kalkın, kalkın! Millet kenefe gidecek!”
Hepimiz ayağa kalktık; ama nerede oturacağımızı bilmiyorduk.