Kavruk Kına

Şehla Pervin Ruh’tan çevirdiğim bir öykü:

Kavruk Kına


Dün geceden beri tekrar başladım tırnaklarımı yemeye; tam Büyük Kapı’nın aslan kafalı kapı tokmağı yeri göğü birbirine kattığından beri… Kapı, uzun zamandır sessizdi. Rüzgârın süpürdüğü hayatın tozu toprağı kapının altında küme olmuş açılmıyor.

Mirab[1], deniz fenerini almak için odaya dönüp bir misafir olduğunu, yanlışlıkla Büyük Kapı’yı çaldıklarını söyleyinceye kadar, ağzım geceden kalma kavruk kınanın kokusuyla ve kanın tuz tadan acı tadıyla doluydu.

Küçük kapıdan girdiklerini gördüm; Mirab yollarını aydınlatıyordu. İçeri almamalıydı. Kimse gelmeyeli yıllar oldu. Bir zamanlar misafir atlarının ahırı olan koca ambar, şimdilerde haftada bir eşeklerin, yakıt için getirdikleri odunların kırpıntılarıyla dolu. Ben aşağıdayken, küçük kapıdan girip çıkıyorlar. Kopmuşum; Mirab’a göre dünyanın göbek bağından kopmuşum. Gündüzleri,  aşağıda herkes benim için aynı; hepsi de anadan doğma elimin altından geçip gidiyor ve her biri hamamın sıcaklığından bir parça alıp götürüyor ve geceleri, eskiden yukarıda sabahlara kadar yanında olmamı o kadar çok seven Mirab, artık benim için Mirab değil.

Ben yanlarına uğramıyorum; o kapı çalışları… sonra da eve yerleşmeleri. Kız, korkmuş hasta ninesini yan ambardaki yorgana sardı ve sohbet edelim diye yanıma geldi; kendimi odanın zulasına çektim. Çay mangalının yanında da ninesinin hastalığından laf edip ağlayınca pek oralı olup aldırış etmedim. Şehre geç geldiklerini söyledi; güya daha önceleri Ağanın hizmetinde olan babasının tanıdık olması sebebiyle yardım istesinler diye önce büyük eve uğramışlar ve güya Ağa onları pencerenin arkasından görmüş, acımış ve buraya göndermiş ki onlara yer verip yardım edelim diye.  Ağanın onları gördüğünü söyledi, fakat Büyükhanımdan laf etmedi; nerdeymiş, ya da onun da haberi var mıymış?…

Tırnaklarımın köşesi nasır bağlayıp su toplamış. Öncekinde Mirab ne kadar da uğraşmıştı, başımdan atmıştım. Kaç yıl önceydi, on yedi, on sekiz yıl. İşte üç aşağı beş yukarı; kapalı kalsın diye kapıların tahta sürgülerini sürdü ve parmaklarımı bezle sardı. Bezi çiğnedim. Karabiber sürdü. İşte o zaman içime od düştü, yandım ne yanmak. Hekimin ayağı kesilince iyileştim ve kese tutabildim Fakat bugün Mirab çay tasını elime tutuştururken parmaklarımın halini gördü, elini çekti ve avutarak, “Belki işlerde bir küşat olur da yarın kendini bir iki saat güneşe verirsin, kemiklerinin nemini silker atarsın,” dedi. “O beceremez. Yapamaz,” dedim. “Sen yapabildin, o da senin gibi yapar. Başka çaresi de yok. Anasını, Ağanın isteği üzerine, bir az parayla, ilaçla gönderdiler gitti. Kendisini de ben Büyük Ev’e göndermek istiyordum, ama Ağa izin vermedi; bırakın sonraya dedi.”

Sonunda katlı peştamalı kendim verdim ona ve örtünmek için yün kemerini nasıl sıkması gerektiğini öğrettim. Takunyaların sağ sol yüzleri için, su taşıyan atın gölgedeki yırtık kovasından kestim, verdim Mirab’a tahta çivilesin. Ne ettiysem razı olmadı; illa ki benim gibi üst kısmını da kapatmak için peştamal istiyordu. Külhanın perdesinin arkasından Mirab’a, “Ben çare olamam,” dedim ve taburemi alıp yola koyuldum. Yalvarmıyordum ya ona! “Razı olursa gönder gitsin orta hamama, gebemiz var,” dedim. Dalandan içeri geçerken duydum, Mirab “Kızım çadıranı başına al gel perdenin yanına, sana diyeceklerim var…” diyordu.

Hamamın kapısını açtım ve sabahları nefesimi tıkayan sıcak buhara girdim. Sanırım ikinci kişiyi keseliyorken geldi; orta hamamdan, kaynar su haznesinin[2] yanından geçerek. Buhardan çıktığında herkes onu seyrediyordu; cildi buhar rengindeydi; saf, pürüzsüz, hamamın kapısındaki mermer melek heykeli gibi. Hamamın teri memelerinde parlıyordu. O an Gülper Hanım, ‘Rana! Saçlarımı bu kadar ovalayıp durma, düzeltmesi nafile,’ diyecek sandım, soluğum buhardan kesildi. Bekleyerek ona bakıyordum; “Orta hamamda sana ihtiyaçları olmadıklarını söylüyorlar, Rana kendisi gelsin diyorlar!” dedi ve bakışlarını, üst kısmımı kapatan peştamaldan kaçırdı. Elimi kaynar suyla dolu tasına soktum ve kesenin suyunu müşterinin kızarmış omzuna boca ettim, yandım desin diye ve kalktım. Nimtaç Hanım, üç kızıyla birlikte orta hamamı kapatmıştı. Ara bölmeden geçerken gördüm, bakır siniye oturmuş ve siniye kırdıkları yumurtaların sarısı, sininin kenarlarından hamamın tabanına taşmıştı. Kalçalarında kırmızı ilaç lekesi vardı, karnına ve kemerine sarı kök ve yumurta çalmıştı. “Masaj ve kırkının suyunu dökmek için kendim gelecektim huzurunuza. Cihan keselemeye başlasın istemiştim,” dememe kalmadan Nimtaç’ın kaynanası, “Hayır, asla! Cihan, torunum yaşında. İçim el vermez,” dedi. “İzin verirseniz kızların kirini alır, saçlarına su döker. Paraya ihtiyacı var. Herkes sizin dediğinizi derse, bu işte tutunamaz gariban,” dedim…

Gecenin ilk çağrısını yapılınca dipteki hamama geçtim. Küçük haznenin yanında, bağdaş kurmuş, kurnadan başına su döküyordu, sanki ömür boyu burada saç-baş yıkamış gibi. Islak saçları omuzlarına şelale olmuş, yüzünü kapatıyordu. Güneşin altındaki mısır püskülü gibi parıldayan sarı saçlraı beline kadar iniyordu… fakat düğün gecesi için Gülper Hanım’ın saçlarını omuzlarına kadar kısacık kesmişlerdi, ve bir de perçem yapmışlardı. Kendim yıkardım vücudunu, saçlarını ovalardım hep. Bir tek tanrı bilir kaç kez sık dişli tahta tarakla saçlarını akıttığımı! Bir ay boyunca natırların ellerine baktım da öğrendim ve doğum için kendim masaj yaptım. Saçından, ayağının her bir parmağına kadar… Yüzüne çil düşmemişti, fakat ben yine de ilacını sürdüm. Oflayıp sızlanmıyordu, sadece “Bizde bu töreler yok,” diyordu ve ben öğrendiklerimden memnun, “Doğum, insanın gövdesinin dört sütununu gevşetir yerinden eder. Yerine oturtmalı, sıcak tutmalı iyileşsin diye,” diyordum. Bir ay süresince ayakta bir bardak su içmesine izin vermedim. Onu oturtur, bir bacağını alırdım dizime. Karnını kapatır sütünü sağardım. Kırkının çıkış suyunu a işte bu hazneden alıp da başına dökünce gözyaşları kaplardı yüzünü ve eliyle damarları kabarmış memelerinin ağırlığını tartar, suyla süt, karışıp akardı gövdesinden. Benim de sütüm vardı ve yüreğimin derinleri, kaybettiğim çocuğum için köz kebaptı… gecenin ikinci çağrısı yapılınca hâlâ Cihan’ı seyrediyordum; yıkanmasını bitirdi, kalkıp gitti. Peştamallarımı açıp suya tuttum, bakmadan, renk renk saçları, sedir sabun lekelerini attım üzerimden. Memelerimin boş yerlerinde kötü kaynamış iki yara vardı; göğsümde buruşmuş yanıyordu. Bugün Cihan, bakışıyla yaramı tazeledi. Hiç bir bakış, günahımı böyle çarpmamıştı yüzüme. Bakışını kaçırınca sanki herkes bana bakıyordu. Sanki herkes biliyormuş gibi, sanki dağlanmışlığım göğsümde değil de alnımdaymış gibi. Peştamallarımla tekrar örtündüm ve dışarı çıktım. Dalanda elbiselerimi giydim ve külhan yoluyla yukarı çıkmak istedim. Eli saçlarında; kuyruk örüyordu: “Bugün hamam pek curcunalıydı,” dedi. “Cumaları daha da beterdir,” dedim. “Dipteki hamam çok temizdir iyidir, ayrı bir haznesi de var, neden kimse oraya gitmez?” diye sordu. Dik dik baktım: “Yırtık gözlü bir herifin kümbetin camından kadınları seyrettiği söylenir,” dedim. Bakışlarında korkudan eser olmadan omuz silkti: “Ben hiç görmedim, dahası, diğer kümbetlerden bakamaz mı ki?” dedi. “Yeri, duvarları da soğuk hem… hastalık getirir,” dedim. Fakat hiç de soğuk değildi, o zamanlar öyle sıcak olurdu ki bazen peştamallarımızı açar, oturduğumuz sinilerimize sererdik yanmayalım diye (ben bu sını ısını anlamadım.sını tepsı degıl mı? Yukarıda bır bolumde de oturuluyordu uzerıne.gozumde canlandıramamıstım. Sınının hamamda ne ısı var demıstım. Ama burada da kullanılıyor. Bu bızım bıldıgımız sınılerden degıl sanırım. Acıklamak gerek bunu) Mirab, hiç kimsenin artık oraya gitmediğini görünce altında ateş yakmadı. Şimdi o tenha ve serin köşe benimdi. “Bir tek ben korkmam, oraya giderim, bakılacak bir yer de değil,” dedim. “Ben de korkmuyorum. Haznesi de pek güzel, bir gün orada uzanıp uyumak istiyor canım,” dedi.
*
Günler, olmuş bin yıl süreli günler ve geceleri ömrüm yarı oluyor sabah oluncaya kadar. Ölüler gibi uzanıp soluğumu tutuyor kulak kabartıyorum. Mirab, “Dişini sık, gördüklerini, duyduklarını az geviş getir.” diyor. Nereye gitsem, ne yapsam? Bu ateşler hep Cihan’ın mezarından alevlenir. Buraya geleli daha on gün olmamış bütün hayatımı künfeyekün[3] etti. Önceki gün o yatağa düşünce, bir uğradım ve kendi kendime en azından bir kaç gün kendi başıma işlerime yetişirim dedim. Hastalığı kendi yüzündendi. Ama nasıl da ateşi yükseldi, nasıl da koca kızartılar döktü. “Peştamalımı çember yaptım,” diyordu, “haznenin kıyısına koydum, attım kendimi suya, başımı çembere koyunca, gözüm tavan kümbetindeki cama takıldı, onu gördüm. Gözleri iki kan çanağı. Bakışlarından tenim alev aldı, yandım,” diyordu. Yalan söylüyordu. Çığırtıları bitmeden başucundaydım. Ağa, camın arkasında değildi. Kaç zamandı, duvara ya da yere düşen ışık yuvarlağındaki gölgesini görmüyordum. Son zamanlarda gelince de telaştan eteklerim tutuşmuyordu. Sanırım benim söylediklerim korkutmuş Cihan’ı. Cildi de belli, su çürüğü, ne ki olur olmaz hazne kıyısında uzanıyor. Sabahtan akşama tenimizdeki su, buhar yetmiyormuş gibi bir de hazne kıyısında uyuma hevesimiz de olacakmış! Nasıl da yükseldi ateşi. Kurna taşında ıslattığım kınayı sürdüm vücuduna. Öyle ki cildi artık buhar renginde değildi. Aynı hurma gibi olmuştu. Baştan ayağa hurma renginde. Yelpazeledim ve kına yapraklarını alnına yapıştırdım. Sayıklıyor, annesini çağırıyordu, ta ki sabah oldu işime gittim. Bir tek bendim bir de dipteki hamam… gece yarısı, iki hamam arasındaki bölme duvar, sanki haznenin beyaz fayansına değil de benim tepeme yıkıldı. Erkekler saati gelmeden, Mirab ile aşağı indim, bir kapı genişliğinde taş kerpiç aşağı inmiş ve karanlık mahzen, hamama ağız vermişti. Dişlerim çarpıyordu, dizlerimin beni taşıyacak gücü yoktu. Mirab beni alıp yukarı çıkardı: “Bu gün uyu!” dedi. Uyudum ve rüya gördüm. Rüyam apaçıktı, aydın, gün gibi. Gördüm ki, Gülper Hanım at arabasından indi, arabanın önünde onun gelişi için kurban edilen ve kanı, onun gümüş tokalı yeşil kadife ayakkabısına sıçrayan koça aldırmadan büyük eve geldi. Avludan geçerken, bakışları bahçedeki yığınla turuncun üzerindeydi. Verandaya geldiğinde, Ağa geldi, elinden tuttu ve ona ‘Burası senin kendi evin. Rana da benim ikizim ve burada doğup büyümüş, bu günden itibaren senin olur, ne işin varsa ona söyle,’ dedi. Garipçe baktı bana ve ‘Lütfen bir bardak su,’ dedi. Suyu kristal bardağa koyuyordum ki uyandım… gündüz ve rüya? Su düşü… rüyada su aydınlıktır…

Ağa, öğleden sonra adamını gönderdi, Rana büyük eve gelsin diye. Mirab’a yalvardım. “Felçlidir de!” dedim, “Söyle ölmüş… fakat beni onun yanına gönderme ne olur!”  “Ben  gelirim seninle,” dedi. Tuttu elimden ve unuttuğum sokağa götürdü ve büyük evin kapısında elimi verdi Ağa’nın bahçıvanının eline. Bahçe ve veranda gözümde kararmıştı, bahçede sadece yaseminleri anımsadım; kendi sütümden ve Gülper’den sağdığım sütten ne kadar da dökmüştüm toprağına. Ağa, her zamanki gibi, tavanı aynalar ve kucağında güvercinler, kuzular olan kadınların nakışlarıyla kaplı salonda, altın gümüş işlemeli Nâsıreddin Şâhi sandalyesine oturuyordu. Salonun halısına işaret etti. Oturdum.

“Anlat!” dedi.
Öyle dedi ki, sanki bir emirle salondan çıkmışım da şimdi dönmüşüm gibi.
“Kızcağızı anlat, dün hamamda değildi,” dedi.
Ona baktım. Şakakları aklaşmıştı ve alnına çizgiler düşmüştü.
“Sana birilerini anımsatmıyor mu? Yüzü değil… ama endamı, vücudu aynı onunkisi. Aynı aşiretten de. Unutmamışsın ya!” dedi.

“Siz kısas yaptınız ve kanımdan geçtiniz. Cihan’ı da siz gönderdiniz bizim yanımıza. Tanrıya yeminler ki gamınız tazelensin istemiş değiliz,” dedim.
Sandalyenin aslan pençesi kolluğunu sıktı: “Kısas ettim ve geçtim, neler çektim biliyor musun? Mirab’la hâlâ aşık maşuk musunuz?”

Ona, Mirab için asla bir kadın değilim demek istiyordum, ama “Yemin ederim ki Gülper Hanım kendisi gitmeme izin verdi, yoksa gitmezdim,” dedim, “Siz kendiniz tanıksınız ta o ilk saatten itibaren onun kenizi[4] kölesiydim. Dert ortağıydım. Büyükhanım’ın emriyle kimse onun adını anmazdı, ama ben bırakmazdım onun yüreği daralsın, canı sıkılsın. Büyükhanım’ın gözünden düştüm fakat onu bırakmadım. Benim günahım değil ya Büyükhanım emir verdiyse çocuğunuzu o emzirmesin diye. Ben olmasam mutlaka bir dadı tutardı. Sizin çocuğunuzu emzirirken kendi bebeğimin ölümünün acısı bile olmazdı içimde, kendi bebeğimi emzirir gibiydim, ne fark ederdi ki. Siz, Gülper memnundu sanırsınız; ama değildi. Sürekli dur duraksızdı, ağlıyor sızlıyordu eti kanı bendendir diyordu. Avutur, onunla birlikte ağlardım. Büyükhanım’ın gönlünü almak için de olsa biraz alttan alması için ikna ettim. Bebeği emzirmek için perdenin arkasına götürürdüm, üzülmesin diye. O gece de kendisi izin verdi. İçimi döktüm ona. Mirab’ın benim yanımda olmayı ne kadar çok istediğini biliyordu. Gençti, cahildi… hem ben nereden bilebilirdim Gülper Hanım bebeği emzirecek, uyuya kalacak ve bebek memelerinin altında boğulacak. Keşke bacağım kırılsaydı da gitmeseydim. İntihar etmişti ve cenazesini hazneden getiriyorlardı anladığımda. Keşke o saat ölseydim.”

Anlattım, anlattım… o güne kadar söylemem için izin vermedikleri her şeyi… ve Ağa gözünü benden ayırmıyordu. Dişlerini sıktığı için sadece şakakları oynuyor ve bana bakıyordu. Elini kaldırdı, daha konuşmayayım diye ağzımı kapatmak ister gibiydi. Sonra alnını aldı ayasına, dişlerinin arasından söyleniyordu: “Ölseydin! Suçunu kabul ettin, fakat yaşıyorsun… ama…”

Sözünü yuttu. “Memelerimi kestiniz, artık kadın değilim,” dedim, “anne de olmadım. Mirab da benim suçumla yandı!” diyordum ki elini tekrar kaldırdı ve “Canından geçtim ama…”  dedi, “Gülper’i ve bebeği kurtaramazdım, fakat seni kurtardım. Hanımcan senin katline ferman vermişti. Ben sadece kısas ettim ve Mirab’ın yanına gönderdim ki gözükmeyesin diye!”

Sustu. Sonra aniden söze başladı: “Bitirmek istiyorum!”

Ve ellerini öyle uzattı ki bana doğru, sanki oracıkta canımı alacak gibiydi: “Kızcağız… Cihan… buraya gelsin istiyorum.”

“Mirab da baştan böyle düşünüyordu, daha çok büyük evde hizmet işine yarar natırlıktansa, diyordu.”

Yavaş fakat sertçe kesti sözümü: “Benim olsun istiyorum… geçici nikahını okusunlar derim… hayır… daimi nikahını kıysınlar… her şey, önceden olduğu gibi olsun istiyorum. Mahzen yolundan gelir ve burada kalır ve sen de ona hizmet edersin… artık hamama gitmezsin, sadece geceleri ve sadece ona yoldaşlık için…”

Kendimle sızlanıp, konuşup durdum, biliyorum, biliyorum diye: Her zaman olduğu gibi, bu evin kadınları görünmesinler diye, geceleri işte bu mahzen yoluyla hamama gidip gelmişlerdi … ki Ağa “Bu yüzden ara duvarı yıktım!” dedi.

Ağladım: “Yapamam! Büyükağa’nın (büyükağa? Yoksa büyük hanım mı?)  ruhu hakkı için geçin benim başımdan. Kızla konuşurum, gitsin de Allahına şükürler etsin ki beğenilmiş, fakat ona hizmet etmem için buraya gelmemi benden istemeyin… onu şeyin yerine….”

Sandalyenin kolunu yumrukladı: “Kes ukalalığı!” ve salonu terk etti.
*
Ne yapmalıydım, ne yapmalıydım? Hep kendi kendime söyleyip duruyorum, ne yapmalıyım diye. Bitecek gibi değildi, hâlâ bedel ödüyorum. Ama ben nereden bilebilirdim Gülper Hanım bana gitmem için neden izin verirdi. Nereden bilebilirdim ki o geç vakitler, Gülper Hanım’ı bırakıp gittiğimde o çocuğunu emzirecek, uyuyakalacak ve bebek, memesinin altında boğulacak? Ama biliyorum, artık hiç bir şey eskisi gibi değil, Ağa’yı aldatıyor. Cihan’la geldiğim o ilk saatten itibaren her şeyin değiştiğini anladım. Ev ve eşya eskiden olanlardı fakat Büyükhanım artık evin hükümranı değil, hani eskiden parmağını uzatır da derdi ya: ‘Eski hizmetçiler ya gitmişler ya ölmüşler.’ İlk gece, karanlık ve boğuk mahzenden geçince, Ağa bizi Büyükhanımın insan boyu penceresinin önüne götürdü ve “Hanımcan, Gülper ile Rana gelmişler… selam ediyorlar,” dedi.

Kapının aralığından gördüm. Sedire oturmuştu. Yüzü, pişmiş kerpiç renginde. Her zaman çarık yüzü dizerken gördüğüm elleri kurumuş ve kansızdı; sanki ölümüne an kalan bir kuşun pençesi gibi, yığılıp eteğine düşmüştü. Sersemce, Ağa’ya bakarak, “Neredeydiler?” dedi.

Ağa, “Hamamda…” dedi, “unuttunuz mu… Rana’ya haber etmek için mahzene koşuvermişti… şimdi geldi.. Rana’yı da getirdi… bakın…”

Hanımın başı ağırca döndü, ıslak ve bulanık bakışları kapıya yöneldi. Sanırım gölgelerimizi görmüş olmalıydı, kafasını onaylamak için salladı. Sonraki günlerde odasına gittiğimde beni tanımadı. Gülper ve Rana neler yapıyorlar diye soruyordu… ya da ne bileyim Ağa kaç gece Gülper’in yatağına gidiyor? Ya da hâlâ onu seviyor mu gibi…

Bacakları sağlamdı fakat tuvalet için yerinden kalkmıyordu. Süzülmüş çorbayı, sütlacı ve sütünü kırmızı lastik kapaklı bir biberona koyar dayardım ağzına ve o dişsiz ağzı ve çekilmiş diş etleriyle emerdi. Zal’ın bebekliği  olmuştu; sanki vaktinden fazla anne karnında kaldığı için buruşmuştu. Bir gün, çarık yüzünün ipini iğnesini götürdüm odaya ve başladım dizmeye. Bir kez bile olsun gözlerini ellerimden almadı.
“Siz dizmiyor musunuz?” dedim.
Yüzünü çevirdi ve “Dizerdim, ama iğnemi kaybettim,” dedi.
Hizmetçisi, “Eski hizmetçilerine yol verdiklerinden ve onu getirdiklerinden beri, kimse Hanımın eline çarık yüzünü aldığını görmedi,” dedi.
*
Kulaklarım zonkluyor ve salyamı yutamıyorum. Başım dağ kadar ağır. Düşen alt çenem başıma ağırlık veriyor ve üst çenem kuru tahta gibi. Şimdi de Ağa tutturmuş ki Rana akşamları kadınlar bölümünde hizmet etmeli diye. Mirab, döşeğimi güneşli yere sermiş ki güz güneşi tenime işlesin, ısınayım diye ve kurumuş damağıma damla damla akıtayım diye soğuk sütle dolu çaydanlığı yanıma bırakmış. Mirab’a bakıyorum. Yaşından daha fazla ihtiyar ve kambur gösteriyor… büyük kapının arkasında sertleşmiş toprağı kazıp kaldırmaya çalışıyor; uzak yollardan gelecek ve geceleyecek Ağa arabaları girebilsinler diye. Rüzgârı kesen duvarın kenarında kocaman ocaklar dizmişler, serbest kalsın ve kapılar ağız açsın diye ağır sürgülere çekiçlerle vuruyorlar… kırk gün önceydi Ağa, gusül gerekmez dedi. Rana, Büyükhanıma gusül veriyor, kefenliyor. Cenazeyi, fayanslı haznenin yanında yere koymuşlar ve Ağa’nın sandalyesini mahzenin ağzı yanına; görmek istiyordu. Büyükhanım ne kadar küçülmüştü, tüyü yolunmuş bir civciv gibi, bir deri bir kemikti. Çenesi sarkmıştı. Yanakları ve gözleri çukura inmişti, ak ve kıvırcık saçları yer yer dökülmüştü. Kâfuru, sediri ve keten bezi koyup da orayı terk edince işe koyuldum. Ağa, “Gülper ile çocuğa benim gusül verdiğimi biliyor muydun?” dedi.

Öylece baktım ona.
“Nasıl yapılacağını bilmiyordum, fakat başkası yapsın istemiyordum,” dedi.
“Hanımcanı çocuğun yanında toprağa versinler istiyorum, iyi değil mi?” dedi.
Vücudunu bitirmiş, saçlarını yıkıyordum ki metal bir şeyin sivriliği parmağıma oturdu, bakınca korktum. Geri çekildim. “Çarık iğnesidir,” dedi.
“Büyükhanımın iğnesi?” söyleyinceye kadar canım çıktı.
“Hayır,” dedi, “onu, sen gizlice Mirab’ın yanına gidince unuttu… çocuğumun bıngıldağında… senin gittiğin geceler, Gülper’in bebeği döşüne takıp emzirdiğini anlamıştı. Kendi deyişiyle Gülper’in pak olmayan sütünü çocuğumu öldürerek temizledi.”

Galiba çok kötü bakıyordum ona ki, “Hayır,” dedi, “Hanımcanı ben öldürmedim. Yapamadım. Son nefesine kadar bile onun heybetinden aman bulmadım. Can çekişip çene atınca iğneyi ona emanet ettim. Kemiği pek sertti, kırılır diye korktum, kan akar diye… bunun için de ucu dışarıda kaldı.”
“Bitti,” dedim.

Kefeni kastettim; ama Ağa gürledi: “Hayır, daha bitmedi. Büyük eve geldiğinde konuşman için izin verdim, fırsat tanıdım, içini boşaltasın diye. Ama bunu yapmamalıydım, bırakmalıydım ki sonuna kadar kendi tahminlerinle kalakalasın, fakat bir ömür boğazımda tıkalı duruyordu ve her nefesle aklıma geliyordu. Şu anda nasıl hafiflediğimi bilemezsin. Sanki yollarımı dövüp de düzlemişim ve bir tek elbiselerimi çırpmam kalmış gibi.”

“Ben sizin kulunuz kölenizim,” dedim, “söz etmem, kimseye anlatmam. Sizin sırrınız benim sırrımdır.”
“Bu budur,” dedi, “şimdiye kadar kendi sırrımı saklıyordum, bundan sonra kısasta kusur yapmayacağın ne malum?”
“Tanrıya yeminler olsun ki etmem, eylemem,” dedim.
“Kaygısız bir uykunun arzusu yüreğimde kalmış. Bu geceden sonrasını artık rahat uyumak istiyorum, ne edip nasıl düşünsem de hep sen geliyorsun gözümün önüne,” dedi.

“Görünmem artık. Herkesten kaçarım, eskiden olduğu gibi…” derken elini yine sanki lafımı kesecek gibi kaldırdı ve ağzımı kapadı. Parmakları ağzıma girince öğürdüm ve tam bırakacakken dilimi gördüm; kırmızı bir balık gibi haznenin suyunda bir çizgi çizdi ve suya gömüldü.


[1] Farsça. Binanın, hamamın, mahallenin su işiyle uğraşan kişi.
[2]Arapça. İran hamamlarında yıkanmak için kullanılan sıcak su dolu havuz biçimindeki mahzen.
[3] Arapça. “Ol, ve oldu.” Farsça ve Azerbaycan Türkçesi’nde aynı zamanda topyekün yok olma anlamında da kullanılır.
[4]Farsça. Kadın hizmetçi.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s