Sirus karanlık hücresinde, Rana’ya son mektubunu içinde yazıyordu:
Kimse benden haber alamayacak. Bunu da sana söyleyeceğim. Sana karşı hiçbir sır saklamadım. Dün gece uyumadım. Düşündüm hep. Düşündüklerimi de söyleyeceğim. Çünkü bu benim ilk gülüşümdür; o benim ilk gülüşümdü. Bebeğin annesine, oyuncaklarına gülüşü değildi. İlk gülüşüm, döl yatağından kopan, yeniden doğuşu için, döl yatağına geri dönecek olan bebeğin gülüşüydü; senin, dönüp dolaşıp koynuma dönüşün gibi… Çünkü bizim acılarımız, sonlanan yaşamların güzelliğine olan hayıflanmamızdandı. Onları bize kara aynalarda gösterdiler. Ama ben nereye baktıysam seni gördüm. Aynalarım senin gözlerinle doluydu, senin sesinle ve gülüşlerinle. Bunu da sana söyledim. Seni gördükten sonra bitimsiz bir aydınlıkta yaşadım. Sen pırıl pırıl bir güneştin; sımsıcak apaydın. Görmeyi bağışladın bana, duymayı. Renkleri bağışladın bana. Senin sevdan beni ölene kadar telaşlara sürükledi. Şimdi bile telaş içindeyim; seni yitirmenin telaşı. Ama bir şey daha var: ben ayrıcaklıyım. Bu ayrıcalığı sen sevginle bağışladın bana. Şimdi telaş içindeyim; ama içim rahat. Çünkü sana acının macerasını anlatmıyorum. Sana keşfetmenin hikayesini anımsatıyorum sadece.
Biz keşfettik, o hazineye vardık. Kırk masaldaki ejderhaları aşarak, büyüleri bozarak vardık. Bunu ikimiz için söylüyorum. Hazine senin ellerindeydi. Dokunan, bağışlayan ve serpen ellerinde… Nelere katlandığımızı, o bebekler için neleri kurban verdiğimizi kimse bilemeyecek. Ellerin senin, ebedi bir ebenin sevecen elleridir. İşte, o eller ilk düşlerin bebeğini uyandıracak. Çünkü sen, düşümden önce gözlerimde uyanan ilk gülüşümdün. Sevdamız büyüyüp boy atacak, ve korkunun, zorbalığın yok olduğu şehir meydanlarında haykıracak: ‘Kalk artık!’ diyecek. ‘Kalk, ey zavallı sevgili insan. Ey kehanetin ters talihinde mazlum düşürülmüş, kendi inançlarının pusununa takılmış, kendi cesedinin seyrine çıkmış sevgili insan… Ey en hoyrat cinayetlere kalkmış ezilenler, ey en kanlı selin üzerindeki köprü, kanı her sabah, sel gibi akıtılan sevdalı insan!’ Ve tümünü göreceksin sen bir tanem. O şarkıyı sonuna kadar söyleyeceksin. Işıyan güneş gibi, kendi ışımalarını da göreceksin. Onlar bizi, ölümün karanlık örtüsü altında saklarlarken, biz oynayan bir çocuğun elinden fırlamış birer ışık topu gibi fırlayacağız topraktan. Bu bizim, senin döl yatağına yeniden dönüşümüz olacak. Ağlayın bebek insanlar! Biz çünkü buradan, bu hapishaneden, yaşamın döl yatağına geri dönüyoruz. Bir tanem, ben nasıl ki ölümümle karanlığın vadisine giderek aydınlığı doğuracaksam, toprağa düşerek de suya geri döneceğim. Hep, o kuşatan suyun kollarına geri döneceğim. Hep, o yanılsamalı ışıkların alaycı mesafesinde duran tüm cihanın annesinin rahmine döneceğim; sana döneceğim. Hayır, ben sana acının macerasını anlatmıyorum. Çünkü biz, koparacağın tüm çiçeklerde olacağız. Çünkü, ne sen o ilkel, hadım edilmişliğin ezikliğinin baskısından çıktın ne de ben tarihsel belleğimde oluşan hadim edileceğim korkusundan. Bizim çektiğimiz, düpedüz yaratmak isteğimizdendi, cenneti yaratmak; burada senin ve benim olduğumuz sokaklarda. Dünyanın Şirin sokaklarında… Ama bir tanem, belki de şu anda benim söylediklerim bir çocuğun düşleridir. Ve sen, çocukluk düşlerini sevdiğin için dinliyorsun… Şimdi git ve dön; gidip dönen mevsimler gibi, geri gel ve sokul koynuma. Bu satırları, bir tek sen oku diye yazıyorum. Başkalarının eline geçmesin bu satırlar.
Biliyorum kimse benden haber alamayacak. Sana her şeyi anlatamadım yine de. Keşke anlatamadıklarımı anlatabilecek dil bulabilseydim. Dil tutulmuşluğudur seni sevmek. Şu anda bana neler mi oluyor? Bil ki diğerlerine olanlardan pek farklı değil. Beni, Mücahit diye yargıladılar. Onlara, Mücahit olmadığımı, din devleti istemediğimi de söyledim. Onlar, bunu bir yalan olarak algıladılar ki iddialarında ısrar ediyorlar. Fazla üzerlerine gitmenin de anlamı yok. Nasıl olsa kararlarını vermişler. Ben de, ‘Hayır efendim, ben Mücahit değilim; ben bir komünistim. Örgütüm, sizin mezarınızı işçilerin eliyle kazmaktadır. Tanrınızı da, sizi gömeceği gibi gömecek! Herzamanlığına… Bunları bana Behmen gösterdi. Hani, Irak’a saldırılar düzenleyen, yakaladığınız, yakalar yakalamaz da Senendeç’te idam ettiğiniz partizan işçiden bahsediyorum,’ diyemem ya! Neyse. Ben, bunlardan söz etmeyeceğim. Sadece seni konuşacağım. Senden; benim ıslak kedim! Ne tuhaf değil mi? (Bu ‘tuhaf’ sözcüğünü böyle kullanmayı da senden öğrendim.) Ben hep ‘Sen ve devrim, korkutuyorsunuz beni,’ derdim. Şimdi, artık korkmuyorum. Galiba sen ve devrim beni benden almışsınız artık! Şimdi, ikinizi de baştan, o ilk günden, düşünebiliyorum. Burada, bir şeyi yeni anladım. Yeni anlamış değilim tabii; ama nedense yeni gibi geliyor bana. Bilemiyorum. Nedir biliyor musun? Siz, sen ve devrim, ikiniz de birer masal gibisiniz; sonsuza değin anlatabileceğim bir masal. Hani ‘Bin Bir Gece’nin o son bulmayan ‘Bir’ gecesinin masalı gibi. Hani, Tanrıça Boyn ile Dagda’nın oğlu Anonghus Öj’ün, Binne Vadisi’ne hüküm sürdüğü, son bulmayan o ‘bir gece ve gündüz’ün masalı… Sizin masalınız kuşaktan kuşağa anlatılacaktır. Ama aranızda bir fark var; devrimi anlatan sözcükler, anlam yüklendikçe güzelleşiyor, seni anlatan sözcükler anlamlarından arındıkça… Yani bak! Kahretsin! Seni yine anlatamıyorum. Anlamlar seni anlattıkça sözcükleri kısırlaştırıyor, sığlaştırıyor; hep oynanmış yazıtlar gibi oluyor. O tılsım kırılıyor, büyüleri bozuluyor. Anlamlar seni anlattıkça seni değiştiriyor… Buysa bir ihanet gibi geliyor bana. İçinde oynanmış bir yazıt, artık o tarihsel bütün değil… Bunun için seni anlatan suskudur bir tanem, seni anlatan histir; içimdeki bu şey ne ise o işte! Sözcükler sustukça seni anlatmaya yanaşabiliyor, yetkinleşiyor… Eksilen o şey, senin varlığınla doluyor bu kez. Boşalan ve bir zamanlar var olan ‘ben’in içinde dolup taşan senin. Sözcükler sayısız anlam arasında serpildiğinde, bir şiir olduğunda seni anlatabiliyor ancak. Sen bir şiirsin. Dilin tutulduğu andaki şiir. Ama devrim, haykıran gerçektir. Sözcükler, devrimi, en açık ve berrak, gölgesiz ve ateşli, mazlum düşürülmüş ve ayaklanan anlamlarıyla anlatabilir ancak, ona yanaşıp onunla omuz omuza verebilir. Devrimin sözcükleri, sustukça ihanet eder devrime. Devrimin masalı, dağlarda, ovalarda sonsuza değin yankılanacak ve asla susmayacaktır. Hatırlar mısın, Tahran’da bir gün, arabaya atlamış (Ben ne zaman arabaya atlayalım desem sen itiraz eder gülerdin ve ‘Binelim,’ derdin), yine kent kıyılarında çay içemeye gidecektik. Aniden sağanak yağmur bastırmıştı. Güneş de vardı. Sen, gökyüzünde ikiz ebemkuşağını gördün. Zaten, güzellikleri fark eden ilk sen olurdun hep. ‘Haydi!’ dedin ‘Bu ikiz ebemkuşağının altından geç… her dileğimiz olur…’ Gök gürlüyor, yağmur yağıyor, güneş parlıyor ve ikiz ebemkuşağı bizi seyrediyordu. İşte bir tanem, o güneş yaşamımızdı; devrim, o gök gürlemesiydi, o sağanak yağmuruydu ve sense o ikiz ebemkuşağı. Biz, o ikiz ebemkuşağının altından geçemedik o gün. Dileklerimiz olacak ama. Çünkü, sen hep yanımızda olacaksın. Sendeki benimle, sen de göreceksiniz o günleri. Kol kola sevgililerin doldurduğu o bonkör kentte yürüyeceksiniz. Polislerin, silahların, mahkemelerin, orduların, zindanların olmadığı kentte. Paranın, hırsızlığın, yalanın, sömürünün olmadığı kentte yürüyeceksiniz; insanların, sadece insanların var olduğu o kentte. O gün devrim ve sen, ki sevdasın, hüküm süreceksiniz kentimize… O zaman devrim haykıracak: ‘Onlar, kendileri için bir şey istemediler… Onlar insandılar, âşıktılar…’ Şu anda seninle öyle dolu, öyle suskunum ki; devrimle öyle dolu, öyle haykırışlıyım ki, kendi kendime şaşıyorum… Hayır, kendi kendimden korkmuyorum!
Sen şimdi Paris’te olmalısın. Orada, o ilk yenilginin kentinde, Sacre Core Kilisesi’nin bulunduğu bir tepe var. Çocuklara, seni mutlaka oraya götürmelerini söyle. Orada dökülen kanlar, bugün Tahran’da dökülüyor. Sermaye, işçilerin o tarihsel küstahlığının intikamını almaktadır hâlâ. Bastil sokaklarına da git; çünkü oradakiler, Tahran’da hapis yatıyorlar hâlâ. Git, git… Ortaçağlara git. İnsan yakma ve giyotinler çağına git; cehalet ve bağnazlık yıllarına; çünkü hâlâ, düşünen insandan ve düşünceden intikam alınmaktadır Tahran’da. Çünkü sermaye, Vietnam’ın da intikamını almaktadır burada. Orada, Paris’te, bir de ‘Âşıklar Meydanı’na git. Sadece ikimiz için. Şimdi olmazsa yarın. Çocuklarınla git. Çeşmenin kenarına otur ve sadece ikimizi düşün. Sana olan bu tuhaf aşkımı düşün; çünkü ben, içimdeki tüm aydınlık caddelerle seninleyim, seninle olacağım… Hani birinde, bir kahvaltı sırasında okuduğun dizedeki gibi; yeni insanların adımladığı ışıklı kaldırımlarıyla… Gezindiğin tüm ormanlarda, tepelerde, ırmaklarda seninle kol kolayım, hep öyle kalacağım bir tanem. Bir tanem… bir tanem… bir tanem… Burada, sonum ne olursa olsun sevinçliyim. Hayır! Yanlış anlama; öleceğim için sevinçli değilim. Ölümden hep nefret ettim çünkü, bilirsin; hele bu haksız, mazlum ölümlerden! Sevinçli olmamın sebebi, pişman olmamam… Seni sevdiğim için pişman değilim, devrime adadığım günlerim ve hediye ettiğim yaşamım için pişman değilim. Bu çok iyi işte. Zira, bu beni hep ayakta tutacak ve senin anlatacağın masallara geri getirecek. Masalımızı çocuklara -senin de çocukların olacak elbette- çocuklarına anlat; bu sevda yolunda nelere katlandık, bilsinler. Onlar, dudaklarındaki gülüşlerin, bizim hangi acılara göğüs gerişimizle kazanıldığını bilsinler. Bir tanecik sevgili… pis şey seni! Dudaklarım kulak memelerinde kalacak… Ayak sesleri var… bu, hücremden duyduğum son ayak sesi olacak… Artık bundan sonra ne evimin kapısında süngülerinin sesi olacak ne de bu zavallıların haykırışları. Ama senin parmakların hep tıklatıp çalacak kalbimin kapısını… Beni orada bulamazsan merak etme… ben yokum artık… unutma ki ben, tüm varlığımla sen olmuşum… kendine baktığında aradığını göreceksin… Geçenlerde okuduğum eski hikâyedeki o ‘ilk ve ebedi kadın’ sen olmalısın… Evet… içeri girenler beni almaya gelmişler… Celladım, kendi yenilgisinin pis kokusundan nasıl da habersiz… Elveda sevgilim… Hiçbir zaman görüşemeyeceğimiz hissi, kapıda bekleyen ölüm hissinden daha korkunç geliyor bana… Seni artık görememe hissi… elini koy elime… bırakma… üşürüm… korkuyorum sanırlar… bir tanem, bir tanem, bir tanem… Pis şey seni…
Biriniz bir gün Gülper’le karşılaştığınızda ona söyleyin; o, sözünü tuttu ve Kâfiler Mezarlığı’nı buldu.
(Azalya, roman, Arkadaş Yayınları, 2011, h.h.)
Mektubu okuyup da ağlamamak mümkün mü?
“Masalımızı çocuklara, çocuklarına anlat; bu sevda yolunda nelere katlandık, bilsinler. Onlar, dudaklarındaki gülüşlerin, bizim hangi acılara göğüs gerişimizle kazanıldığını bilsinler.”