Bir tanecik Sirus’um! O, yaşama sanatıydı sevgilim! Senin ve benim olan. Yarın yokmuş işte bir tanem! İçinde bulunduğum ‘bugün’ yoktu… O günler, sabahtan akşama kadar yaptığım hiçbir şey yoktu. O akşam, Ağa Abdullah’ın evinin üst katında, yere oturup dizlerimi kucakladığında yalan söylemiyordun biliyordum; ama sana da, kendime şaştığım kadar şaşıyordum. Cebinden küçük bir kutu çıkardın ve dizlerimden öperek, ‘Al bir tanem!’ dedin. Bir hediye kutusuydu. Öfkemi unutmuştum yine. Ben kime öfke duyuyordum sevgilim? Kutuyu açtım. İçindeki, zarif pırlantalarla süslü bir yüzüktü. Ben daha bir şey söylemeden, ‘Seni ilk gördüğüm günün yıl dönümü!’ dedin. Başını kollarımın arasına aldım ve göğsüme bastırdım. Bir de ağladım galiba. Benim o eşek günlerimdi. Sevdalı…
Günlerce, başkalarının heyecanının seyircisi olmuştum. Evlendikten sonra, heyecanlarım yer değiştiriyordu. Hayır, belki de göçebe bir kelebek sürüsü gibi geliyor, yüreğimde yuvalanıyor ve sonra ölüp gidiyorlardı ve yerlerinde başka heyecanlar baş gösteriyordu. Ama o günler, içimi dolduran şey heyecan değil, sıkıntıydı. Eskiden, bana uğrayan o birbirine benzer arkadaşlar, yani senin ‘refik’ dediklerinden de haber yoktu. Herkes bir yerlere çekilmişti. O yaban at sürüsü, bir fırtına kopacakmış gibi kişnemiş; dağlara, yamaçlara dörtnala vurmuştu ve kulaklarımda, onların o yaban, sevecen toynakvurumları ve kişnemeleri kalmıştı. Bir tek, iki haftada bir, kızlardan biri geliyordu, okuduğumuz kitaplar hakkında konuşuyorduk. Sıkıcı ve tekdüze… Anladığımı da sanmıyorum. Seni seviyor, deliler gibi özlüyor ve bekliyordum. Sense ‘nöbet,’ diyor ve günlerce eve gelmiyordun. Savaş vardı; ama bu, hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Ben seni özlüyordum ve senden uzaktayken, içim acıyla dolup taşıyordu. İran Hanımın kızı olmasaydı, evde iki eğlenceli laf bile duyulmayacaktı. Onunla beraber çıkar; Hasan Abad, Buzercimehri, bazen de taa Venek Meydanı’na kadar gider; bir film seyrederdik. Bazen de Sengelec Park’ına girer, ağaçların gölgesinde oturur, laflardık. Senin, giderek artan suskunluğunu ve tedirginliğini düşünürdüm hep. Biliyor musun Sirus! Sen ve Habib Abim arasında bazen hiçbir fark kalmazdı. İkinizin inançları da, kendi gözünüzde tartışılmaz hakikatlerdi. O düşüncelerin yanında ben, yani birey olarak ben yoktum. Varsa yoksa inançlarınız. Hoş, siz kendiniz de yoktunuz ya bu inançların yanında! İşte böyle düşündüğümde, sevginden ve aşkından şüphe ediyordum. Gerçi binlerce defa, benimle devrimin aynı sevda olduğunu söyledin; ama yine de bir kurt düşüyordu içime ve beni için için kemiriyordu. Hatta, sınırı gizlice geçtiğimiz o kış günü, Mustafa’nın söyledikleri de o günlerimi açıklayamıyor şimdi. Mustafa, ‘Bilmem! Seninle partiyi nasıl aynı görür anlayamam,’ demişti ve beni donmaktan kurtarmaya çalışmıştı. Sen, şiir de yazmıyordun artık. Belki de yazıyordun da benim haberim olmuyordu. Ne korkunç bir şüpheydi!
Eşek günlerimden biriydi yine dedim ya. Akşamüstü, yabanıl bir istek içime bir od düşürmüştü. Seni istiyordum. Seninle sevişme, başımı senin göğsüne yaslama isteği sarıp sarmalamıştı tenimi, ruhumu.
Aynı filmlerde olduğu gibi. Şimdi o yaptıklarıma hem gülüyor hem her ikimize de acıyorum!
Yemek masasına iki tane mum koydum. Nasıl olsa sen, çok da eski olmayan bir geçmişte, gümüş şamdanlıklardaki uzun mumlardan, kristal avizelerden yansıyan ışıltıların ortasında yemek yemeye alışıktın. Ne diyeceğin umurumda değildi hiç. ‘Ne güzel olmuş! Eline sağlık,’ da diyebilirdin, ya da susup, haftalardır kutlayamadığımız evlilik yıldönümümüzden beri sakladığım şarap şişesini açar, kadehlerimize azıcık koyardın ve aynı filmlerde olduğu gibi, dudaklarımız, küçük bir yudum aldıktan sonra, ateşli bir öpücüğün dakikalarını yaşardı. Ya da, ‘Bu ne? Burjuva özentiliğini bırakmadık mı daha?’ derdin. Umurumda değildi. Ben seni, ne burjuva oluşunu, ne de nasıl olup da gece gündüz demeden emekçiler için çalıştığını, hiç sorgulamadan dinlemeye hazırdım. Hiçbiri umurumda değildi. Ama yine de filmlerdeki gibi oldu. Sen ne dersen de! Hava kararınca, senin gelişine yakın, mumları yaktım. Fakat mumlar kısaldı yemek soğudu, şarap şişesi yine açılmadı ve içimdeki sevişme isteği, yerini öfkeye bıraktı. Gece yarısı olduğunda, öfkem yerini merak ve tedirginliğe bıraktı. Aşağı kata indim. Ağa Abdullahlar uyuyordu. Işıkları sönmüştü. Radyonun, televizyonun sesi de gelmiyordu. Uyandırmadım. Bahçeye çıktım. Yarımay, beyaz bir bulut parçasının kıyısından aydınlatmıştı bahçeyi. Sokakların uzaklarından kopan tek tük köpek havlaması, gecenin silik seslerini getiren serin esinti, içime çaresizlik ve kaygı döküyordu. Yukarı çıktım. Camın kenarında oturdum. Havuzdaki ay çekilip gitti.
Havuzun su şapırtısı ile uyandığımda sabah olmuştu ve ben hâlâ camın kenarındaydım. Ağa Abdullah, havuzun buz gibi suyunda elini yüzünü yıkıyordu. Camı açtım, ‘Günaydın!’ dedim. Ağa Abdullah, ‘Günaydın!’ dedi ve arkasından ekledi: ‘Hay Allah! Nasıl da unutmuşum. Haydar dün dükkâna telefon etti, akşama gelemeyeceğini söyledi. Bak bak, nasıl da unutmuşum… aksi şeytan!’
O anda, tüm öfkem içime yeniden doluştu ve ben tümünü, o adamın üzerine boşalttım: “Ama Ağa Abdullah, nasıl unutursun? Meraktan geberdim burada! Olur mu yani? Biz burada meraktan… ”
“Kusura bakma kızım! Unutmuşum işte!”
“Olur mu Ağa Abdullah! Olur mu?”
İçimde, kavga etme isteği kabarmıştı. Deprem sonrası, kıyıya vuran o korkunç dalgaydı öfkem. Sahile yaklaştıkça, karaya geldikçe yükseliyor, devleşiyordu. İçimdeki o deprem, belki de tedirginliğimin yok oluşuyla içimdeki kaygı katmanlarının kırılması, kocaman bir boşluğun, bir çöküşün aniden belirmesiyle oluşmuştu. Kaygım kaybolmuş ve içimde hissedilmesine izin vermediğim, ‘Çok şükür’ hissi, bir dalga gibi yüreğimin okyanusunda yükselmişti.
Ağa Abdullah, ‘Çok sinirlisin kızım!’ dedi ve bir de, ‘ha ha…’ diye güldü. Olamazdı. Ben öfkeden çıldırıyordum o ise gülüyordu. Peki benim kavga etme isteğim ne olacaktı? Yüklendim.
“Kadın kısmını adam yerine koymazsınız ki zaten!” dedim. Ağa Abdullah, kalın bıyıklarındaki suyu sildi ve gülerek, “Kızım! Bırak önce adam olalım da sonra!” dedi ve arkasından, “Gel aşağı! Kahvaltı hazır,” deyip içeri girdi. Onun o lafı hiç çıkmaz aklımdan. Şimdi utanıyorum. Bana telefon edip de, “Git!” dediğin günbatımında, ambulansın gelip de taşıdığı iki ölüden birinin Ağa Abdullah olmaması için nasıl da dua etmiştim.
(Azalya, roman, Arkadaş Yayınları, 2011, h.h.)