aşikane
seni seviyorum diyen şarkılarını yitirmiş hüzünlü bir sarhoştur, keşke sevdanın konuşkan dili olsaydı.
bin şen püsküllü var senin gözlerinde benim gırtlağımda bin suskun kanarya, sevdanın keşke konuşkan dili olsaydı. seni seviyorum diyen kendi ay ışığını arayan bir gecenin hüzünlü kalbidir keşke sevdanın konuşkan dili olsaydı. süzülüşünde bin güleç güneş var senin bin ağlayan yıldız yalvarışımda, sevdanın keşke konuşkan dili olsaydı.
altıncı şarkı
hayretler olsun ki yoktuk aşkımız bizi bizde var etti. ilintiyiz şimdi tanıdık, dudakla gülüş, gözyaşıyla göz gibi. geçmişin ilk anının hâdisesi. haykırışız şimdi ve kavga, ne bir sözcüğe bir anlam bir ses ki işarettir bir gize. bir kente bin tapınak... işit: söyle bir tek tapınak olsun tüm dünyaya senin olduğun yer ben namaz kılayım. o denli dilek çaputları bağlama güçsüzlüğümün utancıyla kurudasın: ben mucizeler ağacı değilim sadece bir ağacım: çukurda bir selvi ve bundan gayrı marifetim yok sana yuva olayım, tahtın ve tabutun. andacız ve anı şimdi... iki kuş bir uçuşa anı. suskun bir boğaz bir şarkıya anı. (Caizesiz Methiyeler, 1993)
olmak
böyle alçakça yaşanmalıysa arsızım ömrümü bir fener gibi rüsvalıkla asmasam çıkmaz sokağın kurumuş yüksek çamına, böyle dürüst yaşanmalıysa eğer silisizim inancımdan yüceltmesem bir dağ gibi bu kalımsız topraktan daha yüksek bir anı (Taze Hava)
ne yaparsın arzusuz ey dost
- ne yaparsın arzusuz ey dost? - hüzünle söyleşirim içimdeki ölüyle hava durgundur yıllar olmuştur cıvıltılı kuşlar göç edeli. bu birikintinin acı suyu benim bahanesiz gözyaşımdan değil midir? - neye ağlarsın? - bilmiyorum. tüm kışlar bendedir. ne denli yabancılar gibi koysa da omuzlarına başını yine tanıdıktır hüzün (Mahan'ın dur duraksızlık öyküsü, 1993)
yanan erkek ve kadınlar
yanan erkek ve kadınlar söylemediler daha en acıklı şarkılarını dolup taşıyor susku. beklentiden dur duraksız susku nasıl da dolup taşıyor. (Mahan'ın dur duraksızlık öyküsü,1989)
Abâi’nin yürek yarasından
yayla kızları bekleyiş kızları daralmış umut kızları sonsuz yaylada ve kıyısız arzular öfkelerde! yeni çardakların düş kızları -yüz yıllık çardaklar!- zırhlı kuşamlarınızdan çiçeklenirseniz deli rüzgâr dileğin uzun yelesini dağıtacak.... ** bulanık ırmak kızları! dumanın yüksek tavanına bin alev sütun kızları! uzak aşk susku gündüzü ve yorgunluk gecesinin iş kızları yorulmadan koşma gündüzü utanmalar gecesi kızları!- hangi aşkın giz bahçesinde ve erkek zulasında hangi ruhbansı dansında heves ateşini söndüren şükranın fıskiyeden kollarınızı ağacaksınız? ne yazık! saçlar, bakışlar boşuna şairin sözcüklerinin ıtrını karartıyorlar. sisli yaylalarda gidiş geliş kızları! ar çiğ ağırbaşlılık sürü kızları!- Abâi'nin yarasından hanginizin göğsüne kan damlamıştır? memeleriniz, hanginiz ergenlik ilkbaharında gül açmıştır? dudaklarınız, hanginiz dudaklarınız hanginiz -söyleyin- hevesinde gizlice bir öpüşün ıtrını saçmıştır? çiseleyen yağmurun kara geceleri -işsiz- şimdi sizlerden hanginiz umutsuzluğun hoyrat yatağında sabahlarsınız özlemin dar yatağında düşünceli dertli sırlarınızın yatağında -öfke ve cesaret olan- onun anısı ışıltısını yaşatsın diye açık gözlerinizde geç vakitlere dek alevlerin? aranızda hanginiz -söyleyin- aranızda hanginiz Abai'nin silahlarını parlatıyor öç günü için? (Taze Hava, Türkmen çölü, Yukarı Oba) * Abâi Türkmen bir lise öğretmenidir. 1940'ların ortalarında kurşunlanarak katledilmiştir. Devrimcilerin bir oyunu sahnelemeyi düşündükleri gece, vali yasak emri çıkarmıştı. Kışla da olaya karışmış ve iş çığırından çıkmıştır. Çatışma büyümüş ve Abâi işte bu çatışmada katledilmiştir. Şah zamanında bu şiirin basımında, sansürden kaçınmak için, isim "Amân can"a değişmiştir. "Amân can" ise Türkmen efsanelerinde bir mittir. A. Şamlu
eşikte
dik durmalı ve inmeli tokmaksız kapının eşiğine zamanında gelmişsen kapıcı bekler seni eğer zamansızsan yanıt almaz kapı çalışın. kapı kısadır alçakgönüllü olmalı öyleyse. bir ayna olabilirsin perdahlanmış orada bezenmeyi kendinde seyredesin çıkmadan önce gerçi hayal ürünündür senin kapının öte yanındaki gürültü misafir kalabalığından değil, orada çünkü seni beklemez kimse. orada çünkü kıpırtı, belki, ancak kımıldayan yoktur: ne ruhlar, ne hayaletler, ne avuçlarında kâfurlarıyla kutsanmışlar ne yumruklarında ateşli öküz kafalı ifritler ne püsküllü çıngıraklı huni şapkasıyla iftira edilmiş şeytan ne çelişen mutlakların yasasız macunu.- orada bir tek sen salt varlıksın, salt varlık, kendi yokluğunda devam edersin çünkü yokluğun senin mucizenin kökten varlığıdır. kaçınmazlık eşiğinden geçişin ziftsi damlanın damlayışıdır karanlığın dipsizinde : "- yazık keşke keşke bir yargı yargı yargı olsa olsa olsa imiş!"- eğer işitme erkin olsaydı güneşsiz yıldız kümelerinin suskulu sarayında belki sen kendi damlama şarkının yansısını- kuru kereste yığını hayıflanmanın yıkım sesi gibi duyardın: "- keşke keşke yargı yargı yargı olsa olsa olsa olsa....-" fakat kapının öte yanında oturmuş bir hakem, yargıçların uğursuz cübbesi olmadan, özü öngörü ve insaf görünümü zaman.- ve çağların geçidinde anıların senin sürgitliğin ölümsüzlüğüne değin yargılanacak. elveda! (böyle der şair Bamdad[1]) oynayarak geçerim zorunluluğun eşiğinden şen ve şâkir. dıştan içe geldim: görünümden görmeye görene.- ne bir ot görünümünde ne kelebek ne taş görünümünde ne okyanus.- ben "biz" görünümünde doğmuşum görkemli insan görünümünde otların ilkbaharında kelebeklerin ebemkuşağı seyrine oturayım diye dağın gururunu kavrayayım diye ve işiteyim diye denizlerin heybetini kendi koşullarımı tanıyayım ve dünyaya kendi gayretimce kararımca anlam vereyim diye, böylesi işler zira ağacın ve kuşun ve kayanın ve şelalenin gücünü aşar. insan doğmak, somutlanmasıydı görevin: sevmek ve sevilmek gücü işitmek gücü görmek ve söylemek gücü üzülmek ve sevinmek gücü yüreğin genişliğince gülmek gücü ve canın çırasıyla ağlamak gücü gururla boynunu dimdik tutma gücü alçakgönüllülüğün görkemli zirvesinde emaneti omuzlarında taşımanın ulu gücü ve yalnızlığa katlanmanın hüzünlü gücü yalnızlık yalnızlık çırılçıplak yalnızlık. insan, görevin çetinliğidir. bağlı kollarım serbest değillerdi her manzarayı bağrıma basayım her şarkıyı her ırmağı ve her kuşu her dolunayı her ağacı ve her öteki insanı. yaşama fırsatını eli bağlı ağzı kapalı geçtim eli bağlı ağzı kapalı geçtik ve dünyayı sadece şirret duvarının dar görüşlü deliklerinden gördük ve şimdi işte tokmaksız bodur kapı karşıda işte bekleyen kapıcının işaretleri!- yazmış olduğum o dar geçide elvedaya dönüp bakıyorum: zaman kısaydı ve yolculuk usandırıcı fakat biricikti eksiksiz. canıma değsin, şükürler olsun!- (böyle der yorgun Bamdad.) (Eşikte,1992)
son söz
Eski mezarların bekçilerine
ne Feridun'um ben ne Vladmir noktalar gibi kurşun koyan tarihinin kesiti olan tümcenin sonuna- ne dönerim ben ne ölürüm. çünkü ben (ki Elif Bamdad'ım ve kendimin yabancısını pek uzak olmayan bir zamanda toprağa düşürmüşüm ulu bir kestane misali bir çölün dört yolunda, ve kendimin yabancısını pek uzak olamayan bir zamanda toprağa düşürmüşüm Vladmir'in toprağa düşürdüğü kendisi gibi)- sizin gibi tantanalı mecmualar pezevenklerinin kumar masasında şiirimin asını vururum. zira siz ey Nima'nın aptal alaycıları ve siz ey Vladmir gibilerin katili bu kez gem vurulmaz bir şairin savaşına gelmişsiniz o, toz toprak çökmüş divanların yolunda oynayıp zıplamada ve o ki unutulmuş ölüm bir kez şeker gibi erimiştir kalbinde - size soruyorum ey hercai şiirlerin saygın yaltakları!- şayet tüm tarih maddeleri yerine çenenize bir tekme atsa ne yapabilirsiniz ona? anam eski bir şarkı gibi unutuldu ve ben kocaman bir mitingin bildiri örtüsünde doğdum derinlerin insanı ile kaynaşayım ve çağımın yamalarıyla birleşeyim diye bir iğne misali girip çıkayım diye ayrık göklerin yırtık pırtık yorganlarını birbirine yamayayım diye bebeğini tarihin gözünün tüm divanların sözcüğüne kazıyayım diye benim sevdiğim insan sahip olduğum tüm aşklardan daha korkunçtur!- kasapların yağlı tezgahında soğuk unutulmuşluğun satırı yanında boş ve mahmur şişelerin ardında aldırmazlığın bol çivili eski ayakkabı tekinin altında kendi dağınık saçlarının binlerce bininin sütunlarında uyumuş olan uçuk benizli boyutsuz kadın benim sonu olamayan aşkımdır. onun memesinin kansız deliğinden ben bir gün zehirli bir gazel döktüm kalbine güneş dolu gözleri benim aşkımın görünümünde doğsun diye. ancak benim zehirli gazelim sevgilimin aşkını üzdü sevgilim öldü ve teni buzdan bir heykele dönüştü. ben ağır ellerimi kafatasımın örsüne vurdum ve zincire vurulmuş bir Tanrı gibi ağladım ve iniltilerim benim çekirge sürüsü gibi sevincimin tüm ekinlerini kuruttu. bununla bile (senet satan adamcıklar) ve bununla bile ben klasizmin türbesinin bitli bekçisine müsammat bir kurbanlık adamadım! ama siz şayet istiyorsanız şairler, yıllar boyu yediklerinizi ayaklarınızın önünde kussunlar! neylesin sabah eğer onun şiiri dürtü dölü olan yarının ulu duyguları ise? neylesin sabah eğer yarın zaferin ikiz gölgedaşı ise? neylesin sabah eğer dün siyah meyvesinde deneyimin acı çekirdeği ile pişmanlıktan gayrı yeşermeyen bir mezar ise neylesin sabah eğer yarın düne yenilmiş olsaydı şair doktor Hamidi çaresiz şimdi uzak yüzyılların sularında tek hücreli canlı olurdu ve ben ki Elif Sabah'ım[2] uyağın hatırı için belirsiz saygı ile sizi uyarıyorum (bin mezarlıklı ölüler sizi!) çabanız kalımsızdır asiler gibi birbirimizi kucaklayan halkla benim aramda bir gömleğin duvarı bile yoktur! * zina veledi olan bu yeni doğan şiirin haykırışı sizi benim kirli aşklarımın hastalıklı kızlarına fırlatmış olduğum sizin divanlarınızın mendillerinden daha yükseklere benim geçmişimin paspası olan basmakalıp tüm uzun şiir merdivenlerinden daha yükseklere tüm gözlüklü ustaların kaside ve rubai fosilevleri mensuplarının mefailün feilatün dernekleri üyelerinin kapılarına benim tükürdüğüm genelev mecmuaları kapıcılarının söylenmelerinden daha yükseklerde çarmıha gerecek: -"behey ihtiyar şiirlerin orospu hizmetçileri! hepinize karşı benim ben-oyuncu bir zampara değil- ve ben ne geri dönerim ve ne ölürüm ünsüzlüğünüzün ismi ile vedalaşın zira ki ben ne Feridun'um ne Vladmir!" (Taze Hava) Vladmir Mayakovski'nin intiharının yıl dönümü
kendine bürünmüş dölümsü
kendine bürünmüş dölümsü çevren seni inkâr eder dölyatağı benzeri karanlığın korku çemberinde aşağılama ya da öfkenin kızıl yoğunluğundan bir karanlıkta. "- kurtul ki kavga meydanına gelesin biçimlenmemiş bir döl görünümünde bile!" kutlu olsun doğumun ey sayımların birimi ey yeni doğan ölümlerin azalışının kurbanı! (Eşikte, 1990)
dünya ne adaletli idi ne de güzel
dünya ne adaletli idi ne de güzel biz adım atmadan önce sahneye. adaleti düşündük elde etmeden ve güzellik vücuda geldi (Eşikte)
bir çocuk olmalı
bir çocuk olmalı aah! barış topunun gürleyişinde kırmızı elmanın şaşkın dönüşünde aynada bir çocuk olmalı. bir çocuk olmalı okulun kapalı bugününde ağır ilk kar yağışının hışırtısında bahçenin kardan adamına. ** sıradan bugünde sadece ancak bir çocuk olmalı. (Eşikte, 1994)
natürmort
kâğıt demeti masada güneşin ilk bakışlarında belli belirsiz bir kitap ve unutulmuş çay yanında küllenmiş sigara yasaklanmış bir konu kafada (Eşikte, 1993)
durumun özeti
geride bir şey kalmaz bir ilenç bile yol yoldaşım olsun diye. babanın zamansız ezanı ile dünyaya geldim çirkin bir ebeciğin ellerinde alınyazısını aptes almıştı. havayı tükettim okyanusu tükettim gezegeni tükettim Tanrıyı tükettim ve lanetlenmeyi, geride hiç bir şey bırakmadım (Eşikte, 1993)
biz de bir gün
biz de bir gün bir an bir yüzyıl bir bin yıl dan önce de durmuştuk burada bu gezegende bu toprakta sıkışık bir zamanda -böylesi- karanlığın ipeğinde, güneşin keteninde ay ışığının geniş terasında yağmurun tellerinde verandasında fırtınanın sevincin evinde hüznün kuşatmasında kendi ile yalnız başkası ile yalnız aşkta biricik ezgide biricik yaşamla dopdolu ölümle dopdolu ** biz de geçmişiz senin gibi bir gezegen misali bu topraktan birkaç yılın sıkışık zamanında hem senin şimdi durduğun yerden alçakgönüllü yahut alçakça güleç ya da üzgün kıvrak ya da ağır özgür ya da tutsak. biz de bir zamanlar evet. evet biz de bir zamanlar.... (Eşikte,1993)
kafes
kafes kafes bu kafes bu kafes... kuş unutur rüyasında bense rüyamda görürüm uyanıkken kendim eksiksiz bir nakışım kafesten. bizim ikimizden hangimiz?- sen mi hapishanen seni mırıldanır yoksa ben mi kendi haykırışımı bile duymam? sen mi hapishanen beni haykırır ben mi senin mırıltıların bu bahar aylarımda ne bahçe zamanımı ne yeşilliklere hevesimi alır?- kafes bu mırıltı bu haykırış bu bahar bu kafes bu kafes bu kafes ay aman! (Eşikte, 1995)
kış desenleri-1-
hararetli kirli paslılık ve kargaların curcunası ve karın boşboğaz beyazlığı... sofranın bahçe kıyısında silkinmesi olan tek hadisedir. sarı sıcak cam arkasındaki adam kapı kenarındaki heybeyi seyrediyor. dünya üzgün bırakılmış, öylece. ve öte yanında çıplak fidanlığın hiçbir şey hadiseden söz etmiyor. (Eşikte, 1997)
kış desenleri-2-
gökyüzü tandan geçmeden karanlığa oturdu. seyrek duman kapıdan ve tavan aralığından hayvan pisliği kokusu yayıyor kulübe ışığının yanında duyulmamış bir rivayet sarı çalı ve kızıl baş örtü diyor ve karanlık ahırda hâlâ yorgun beygirin sırtından buhar kalkıyor. (Eşikte, 1997)
ayna bahçesi
elimde bir ışık karşımda bir ışık. ben karanlıkla savaşmaya gidiyorum. yorgunluğun beşikleri durmuştur gidiş gelişlerin çekişmelerinden ve derinlerden bir güneş küllenmiş yıldız kümelerini aydınlatmada. ** yıldırımın asi haykırışları dolu döllendiğinde dur duraksız bulutun rahminde: ve asmaların suskunca acısı- usun koruklarında uzun kıvrık dalların ucunda tomurcuk verdiğinde. tüm haykırışların acılardan kaçıştı. zira ben en korkunç gecelerde güneşi umutsuz dualara çağırmışım sen güneşlerden gelmişsin tanyerlerinden sen aynalardan ve ibrişimlerden gelmişsin. Tanrının ve ateşin olmadığı boşluktan, senin bakışını ve güvenini umutsuz dualara çağırmışım ciddi bir akıntı iki ölüm aralığında iki yalnızlığın boşluğunun ortasında- (böyledir senin bakışın ve güvenin!) acımasızdır sevincin ve ulu, solukların boş avuçlarımda şarkı ve yeşilliktir ben ayaklanıyorum! bir ışık elimde, bir ışık kalbimde tinimin pasını perdahlıyorum bir ayna koyuyorum senin aynanın önüne senden bir sonsuz zaman yaratayım diye. (Eşikte, 1960)
ah’tan başka hasret yok benimle
dünyada, ilk gördüğümde sevinçten çığlık attım: "- benim, ah o son mucize su ve otun ufacık gezegeninde!" dünyada, yaşadığımda kendimde çırpındım şaşkınlıktan inanmazlığın aptallığında o mirasyediliğin gözümle ve kulağımla görüp duyduğum! çevremde gördüğümce kırmıştım boğazımda hıçkırığı inanmazlıkla: bak ne denli irice hançer başımda su verilmiş hayıfsız inançlar bağladığım şimdi mucizeler yuvasını ardım sıra bırakıyorken ah'tan başka hasret yok benimle: kana bulanmış bir balta kuşkulu inancın eşiğinde ve inancın yücelerinden akan bir sızım kan (21 Ocak 1999)
seni selamlıyorum
seni selamlıyorum ve yanında oturuyorum senin ıssızlığında benim kocaman kentim yükselir. kuş çığlığıysam ya da ot gölgesi şayet senin ıssızlığında bulmuşum bu gerçeği yorgun argın, ikircikliğin kör patikalarından geliyorum doluyum seninle bir ayna gibi hiçbir şey yatıştıramaz beni ne kollarının dalı ne teninin ırmakları. sensiz sönüğüm, gecede bir kentim sen ışıyorsun sıcaklığını uzaktan tadıyorum ve kentim uyanıyor gürültülerle, ikirciklerle, çabalarla ve çabalarının ikircikli gürültüsüyle. hiçbir şey artık yatıştırmak istemez beni senden uzak gecede bir kentim ey güneş ve batımın yakar beni ben avare bir sabah peşinde dolaşmaktayım. sen konuşuyorsun ben duymuyorum sen susuyorsun ben haykırıyorum benimlesin kendimsizim ve sensiz kendimi bulamıyorum hiçbir şey yatıştırmak istemez beni, yatıştıramaz. kuş çığlığıysam ya da ot gölgesi şayet senin halvetinde bulmuşum bu gerçeği gerçek büyüktür bense küçük, sana yabancıyım. kuşun haykırışını duy otun gölgesini birleştir gölgenle beni kendinle tanıştır yabancım benim beni kendinle birlik et (Taze Hava)
hep aynı
hep aynı... hep aynı... hüzün aynı: sapına kadar ciğerine işlemiş bir ok, avuntu aynı: bir ağıta koyulmak.- hüzün aynı ağıt aynı ağıt sahibinin adı başka. ** hep aynı kelek aynı... gece aynı ve karanlık aynı, "ışık" umut imgesi kalsın diye. yol aynı ve yolda kalmak aynı, "atlı" sözcüğüne geldiğinde dinleyen kurtarıcı yoldadır sansın diye. böyledir ve böyleydi ki sözlükleri de sorguçlara bıraktılar anlamı olan her sözcüğe pranga vursunlar ve yaysız sözcükleri şairlere bıraksınlar diye. ve sözcükler suçluya suçsuza bölündüler. özgür ve anlamsız siyasi ve anlamsız imgesel ve anlamsız haksız ve anlamsız.- ve şairler en yaysız sözlerden öyle günah sözler yarattılar ki; usanmış sorguçlar başka tedbir düşündüler artık konuşmak cinayetin ta kendisidir. (Caizesiz Methiyeler)
ben tüm ölülerdim
ben tüm ölülerdim: öten ve suskun tüm kuşların ölüsü karada ve suda tüm en güzel hayvanların ölüsüydüm tüm iyi ve kötü insanların ölüsü. ben oradaydım geçmişte şarkısız.- ne bir gülümseme ne bir hasret. ansızın beni sevecenlikle düşledin seninle uyandım. (Gurbetin Küçük Şarkıları, 1970)
en oynanıp örselenmiş sözcük
en oynanıp örselenmiş sözcüktü sevmek. rezil güçsüzü incitmeyi sever, alçak beş parayı korkaksa gücü ve zaferi. dilimizden düşmeyen o oynanıp örselenmemişi nerede öğrendik? (Caizesiz Methiyeler, 1986)
ortak aşk
gözyaşı bir sırdır gülümseme bir sırdır aşk bir sırdır o gece gözyaşı aşkımın gülümsemesiydi. öykü değilim anlatasın şarkı değilim söyleyesin ses değilim duyasın göreceğin bir şey ya da bileceğin bir şey ya da ben ortak acıyım beni bağır. ağaç ormanla konuşur ot çöl ile yıldız galaksilerle ben seninle konuşurum adını söyle bana elini ver bana sözünü söyle bana kalbini ver bana ben köklerini kavramışım dudaklarınla tüm dudaklarla söz etmişim ve ellerin ellerimle aşinadır. aydınlık ıssızda seninle ağlamışım yaşayanlar için ve karanlık mezarlıkta seninle söylemişim en güzel şarkıları bu yılın ölüleri zira en aşık dirilerdi. elini ver bana ellerin ellerimle aşinadır ey geç bulduğum benim seninle konuşuyorum bulutun kasırgayla otun çöl ile yağmurun denizle kuşun baharla ağacın ormanla konuştuğu gibi çünkü ben senin köklerini kavramışım çünkü benim sesim senin sesinle aşinadır. (Taze Hava)
Nazlı’nın ölümü[3]
"Nazlı! bahar güldü erguvan açtı evde, pencere altında yaşlı yasemin çiçeklendi. tahminleri bırak! uğursuz ölümle boğuşma! olmak olmamaktan daha iyidir, hele baharsa bir de..." Nazlı konuşmadı dimdik öfke dişlerini sıktı ve gitti. "Nazlı! konuş! susku kuşu, korkunç bir ölüme yuvada kuluçkaya yatmıştır!" Nazlı konuşmadı güneş gibi karanlıktan doğdu ve kana gömüldü de gitti.... Nazlı konuşmadı Nazlı yıldızdı bir an bu karanlıkta parladı gitti... Nazlı konuşmadı Nazlı menekşe idi çiçek açtı ve müjde verdi "kış kırıldı!" diye gitti. (Taze Hava)
artık yalnız değilim
benim omuzlarımda bir güvercin var senin ağzından su içer benim omuzlarımda bir güvercin var boğazımı tazeler benim omuzlarımda bir güvercin var ağırbaşlı ve iyi benimle aydınlıktan söz eder ve insandan-tüm Tanrıların Tanrıçası olan- ben insanla yıldız dolu sonsuzlukta yürüyorum ** karanlıkta bir hakikat kımıldadı sokakta bir adam toprağa düştü evde bir kadın ağladı beşikte bir bebek gülümsedi. insanlar hakikat ile çabadaşlar insanlar sonsuzlukla karındaşlar ben sonsuzluğun yabancısı değilim. yaşam kötülük hapishanesinin dizme taş duvarlarının altından şarkı söylüyor devşirme oyuncak bebeklerin gözünde gecenin ışıkları parlak bir eğilimdir benim kentim sokaklarının dansını yeniden buluyor hiçbir yerde hiçbir zaman yaşamın haykırışı yanıtsız kalmamıştır uzak sesleri dinliyorum, uzaklarda sesimi dinliyorlar ben diriyim haykırışım yanıtsız değil, senin iyi kalbin haykırışımın yanıtıdır altın sesli kuşum, senin evinin dalında, yaprağındadır güzel giysini kuşan sevgili! aşk, bizi seviyor. düşlerimi ben seninle uyanıkken kovalıyorum ben şiirimi senin alnının hakikatinden kavrıyorum benimle aydınlıktan söz ediyorsun ve tüm Tanrıların akrabası olan insandan ben seninle artık düşlerimin tanında yalnız değilim. (Taze Hava)
başka bahar
maksadım kendimi aldatmak değildir, tatlım! maksadım aldatmak değildir kendimi. dudaklar yalan söylüyorsa senin ellerinden bellidir doğruluk ben senin ellerinden söz ediyorum ellerin senin alınyazımın kız kardeşleridir yangın yeri ormanlardan, yağmur sonrası harmanlardan söz ediyorum ben kendi kaderimin köyünden söz ediyorum. her yeşillikte kan gördüm her gülüşte acı sen doğuyorsun ben yanıtlanıyorum haykırıyorum ben ve diniyorum. maksadım kendimi aldatmak değildir, tatlım! maksadım aldatmak değildir kendimi. sen buradasın ve etkisizdir gecenin ilenci kısır günbatımında, kalbim senin telkinlerinle meyveye oturur senin ellerinle ben en kaygan geceleri ışıklandırırım ben yaşamımı rüyamda görüyorum ben düşlerimi yaşıyorum ben hakikati yaşıyorum her kandan bir yeşillik sürgün verir her acıdan bir gülüş zira her şehit bir ağaçtır. ben gür ormanlardan sana geldim sen doğdun ben yanıtlandım ben haykırdım ve dindim. baharın yanında yemin ettim her yaprağa ve sen gece çarpmış geçitlerde yeni aşkı uyardın. ben avare bekçilerin gürültüsünü duydum en yıldızsız gecelerde senin gülüşlerinin ateş fişeğiyle oynadım ve o zamandan beri sokağımızın kalbi bizim evimizdir. ellerin senin alınyazımın kız kardeşleridir bırak yağmur sonrası ormanlardan yüklü harmanlardan söz edeyim bırak ortak takdirin köyünden söz edeyim maksadım kendimi aldatmak değildir, tatlım! maksadım aldatmak değildir kendimi. (Taze Hava)
geceleyin
boşuna güzelse gece ne için güzeldir gece kim için güzeldir?- gece ve kıvrımsız ırmağı yıldızların soğuk akıyor ve taziyeli uzun saçlılar iki kolunda ırmağın hangi anının anımsamasını kurbağaların soluk boğan kasideleriyle ağıt yakıyorlar; her tan yeri tek ağızdan on iki kurşunun şarkısıyla delik deşik ederken? boşuna güzelse gece kim için güzeldir gece ne için güzeldir? (İbrahim Ateşte)
en büyük dileğin şarkısı
özgürlük, türkü söylerse küçücük bir kuşun gırtlağı gibi hiçbir yerde yıkık bir duvar kalmaz. anlamak için uzun yıllara gerek yok her yıkıntı yokluğuna işarettir insanın zira, insanın varlığı yapımdır. tüm ömür kan damlayan bir yara gibi tüm ömür katı bir acı ile çarpan bir yara gibi bir haykırış ile dünyaya gözünü açar ve bir nefretle kendinden geçer,- işte böyleydi büyük yokluk yıkımın öyküsü böyleydi. özgürlük, türkü söylerse küçücük bir kuşun gırtlağından bile küçük! (Hançer Tepside, yeniden diriliş, Roma)
salhaneci ağlıyordu
salhaneci ağlıyordu küçük kanaryayı seviyordu (Caizesiz Methiyeler)
bu gün doğmadım anamdan
bu gün doğmadım anamdan hayır dünyanın ömrünü geçirdim en yakın hatıram yüzyılların anısıdır defalarca kanımızı döktüler anımsa, bu soykırımının sonu sadece bereketsiz bir sofranın yavan somunuydu. Araplar kandırdılar beni köstebek burcu nasırlı ellerimde kapı açtım onlara beni ve herkesi kara toprağa oturttular ve boyun vurdular namaz kıldım ve öldürüldüm toptan Rafizi'yim diye namaz kıldım ve öldürüldüm toptan Kırmati'yim diye sonra biz ve kardeşlerimiz öldürelim birbirimizi diye karar verdiler bu cennete varmanın en kısa yoluydu! anımsa soykırımın sonu bizim avretimizin değersiz çul çaputu idi kardeşimin iyimserliği türküleri çağırdı senin ve benim boynumuzu vurdular benim aptallığım Cengiz'i çağırdı senin ve herkesin boynunu vurdular öküz boyunduruğu taktılar boynumuza sapan koşturdular bize sırtımıza bindiler öyle sınırsız mezar kazdılar ki geride kalanlarının gözlerinden hâlâ kan akmaktadır. şaşılası göçü anımsa bir gurbetten diğer gurbete tek erdemimiz inancı aramamız olsun. anımsa tarihimiz dur duraksızlıktı ne bir inanç ne bir yurt hayır bugün doğmadım anamdan. (Caizesiz Methiyeler, 1984)
geceleyin
canhıraş çığlıkla karanlığın hasta damında bir çocuk tekbir getiriyor. aç bir orospu ağlıyor. lekeli bir etek korkmaz kölelerin zaferinden laf ediyor. zifiri ziftin dipsiz derini kıyısız değil ağır geçiştir gündüz bile kalıcı değil ancak güneş başka karanlık bir geçidin ışığıdır: hasta karanlığın damında gün tutulmasını tekbir getiren o başsız yeni doğan bir bebektir. ve bizim mırıltımız asla son şarkı değil gerçi defalarca ölüm öncesi dua olmuştur. Caizesiz Methiyeler, 1984)
bu tür ölümden
akasyaların düşlerini ölmek istiyorum. düşsel bir meltemde ikircikli esip geçip giden akasyaların düşlerini ölmek istiyorum. boruçiçeklerinin ağır soluklarını uçmak istiyorum. yaz bahçelerinde ıslak ve sıcak ikindinin ilk saatlerinde boruçiçeklerinin soluklarını uçmak istiyorum. bıçağın yeşil zambağı göğsümde açsa bile- çiçeğin son fırsatında akasyaların düşlerini ölmek istiyorum ve boruçiçeklerinin ağır geçişi olmak dikine açılan pencerelerden akşam saat yedide. (İbrahim Ateşte)
kalkış
alacakaranlık neden ağlıyor? ben bunu sormuştum soruyorum bunu ben. kokmuşluğun senin zaafın cehennemine takındığın sabırdandır. sen Eyüpsün kalkmış olsaydın ayağa bundan önce Hıdırlar[4] gibi her adımında çimenliklerin yeşili toprağa serilirdi ve eteğinin esintileri bir fırtına gibi kağıttan diken çalılarının düzenini silip süpürürdü. ben bunu söylemiştim hep hep bunu söylüyorum. (İbrahim Ateşte)
balık
sanıyorum ki kalbim benim asla böyle sıcak ve kızıl olmamıştı duyumsuyorum bu ölümcül gecenin en kötü dakikalarında kalbimde binlerce güneş ırmağı kuşkusuzluktan kaynaklanmaktadır duyumsuyorum bu umutsuz çölün her köşe bucağında ansızın binlerce şen orman yeşermektedir. ah ey yitik kuşkusuzluk, ey kaçışın balığı ayna birikintilerinde sen sana kaymıştır! ben duru su birikintisiyim, aşkın büyüsüyle, şimdi ayna birikintilerinden bana yol al! sanıyorum ki benim elim asla bu denli büyük ve sevinçli olmamıştı duyumsuyorum gözlerimde benim kızıl göz yaşlarımın şırıltısında bir şarkının batımsız güneşi soluklar duyumsuyorum her damarımda kalbimin her atışına şimdi bir kafilenin uyanışına çanlar çalınır bir akşam çırılçıplak kapımdan girdi suyun ruhu gibi göğsünde iki balık elinde ayna ıslak saçları yosun kokulu, yosunsu karışık ben umutsuzluk eşiğinden haykırdım: "- ah ey bulunmuş kuşkusuz, bırakamam seni!" (Ayna Bahçesi)
görüşme
teninin sınırları ötesinde seviyorum seni. aynaları ve şevkli kelebekleri bana ver aydınlığı ve şarabı yüksek gökleri ve közünün açılmış yayını kuşları ve ebemkuşaklarını bana ver ve son yolu yinele açtığın perdeyle tenimin sınırları ötesinde seviyorum seni. tenlerin sorumluluğunun bittiği ve heves ve çırpınışların yalazlarının ve yangısının büsbütün söndüğü o ulaşılmaz uzaklıkta anlamlar kalıpları bırakırlar yolculuk sonunda cesedi bırakan bir ruh gibi, bitimin akbabalarının saldırısına bırakılsın... aşkın ötesinde seviyorum seni, perde ve renklerin ötesinde tenlerimizin ötesinde benimle buluşma sözü ver. (Ayda Aynada, 1964)
zamane şiiri
bırakılmış olasın çemenliklerin inceliğine yaslanıp bir pınarın şuh serinceliğine adım, ve ağustos böceği billur sesinin silsilesini örsün yalnızlığında gecenin canını saran son korkun yıldızın yazgısından habersizliğin ağır hüznün dişinde ezdiğin otun acı sapı süresiz bir baloncuk gibi tüm imgesi olasın gökyüzünün ve çeliğe sarılı İsfendiyar'ın sarıldığı büyümsü yangılı yolu yıldırımın göç çizgisi çizsin gözüne bunda daha emin sanılarının zulasında bir dokunuşun gevşek düşüyle ömrünün şişesi sessizce kırılsın
geceleyin
çöl otlarıyla ilintim, bir bağım yoktur gerçi benimle yeşermenin ve köklenmenin acısı var ve meyvesizliğin korkusu. ve bu hüzünlü çöplükte ihtiyar mazu[5] bu dar vadinin tutsağıdır, ve çeliksi köklerim taşların karanlığında acımasız bir maksadın bitimsiz yolculuğundadır. benim ölümüm yolculuk değil, bir hicrettir sevmediğim bir ülkeden kahpeliğinden. siz ne zamandan beri bu denli insancıl inancı bırakmışsınız? uçmaya kanadım yoktur benim fakat bir yüreğim var ve turnaların hasreti. ve göçmen kuşlar yakamozlu göllerde kürek çektiklerinde, ah ne güzeldir bırakıp gitmek! başka bir düş başka bir bataklık ne güzel başka bir kokmuş su birikintisi başka bir kıyıda başka bir denizde! ne güzel kanat açmak, kurtulmak, ne güzel özgür yaşamadıysan da özgürlüğe ölmek! ah, bu kuş bu dar kafeste ötmez. temeliniz kökler genişliğinde hem Tanrı yaratmadan önce hiçbir yıldızı ve güneşi! kölelerinizi de satmışsınız kölecilik çünkü yok oluşun ve boşunalığın işaretidir ve şimdi zaferle el sallıyorsunuz köleciler kavminden değilsiniz diye (aferin size!) ve insan ticaretini ar bilirsiniz! Tanrı aşkına ne zamandan beri bu denli insancıl inancı bırakmışsınız? * ayaklarımda prangalar yoksa da tutsakların şarkılarının yangısı benimledir ve kurtuluşuma umudum yoksa da benim gözyaşımı silen bir el var, müjde yoksa da bir teselli var. benimle çünkü asırların acısının mirası öyle aşkın tesellisidir ki terazinin ibresini yarından yana çevirir. (Ayda: Ağaç ve Hançer ve Hatıra, 1964)
kanarya söyledi
kanarya söyledi: bizim yer küremiz altın parmaklıklı kafesler ve çini maltalar küresidir yedi sin[6] sofrasının kırmızı balığı onu bir çevreye yorumladı: her ilkbahar billurlaşır akbaba söyledi:- benim gezegenim eşsizdir orada ölüm nimet yaratır. köpekbalığı söyledi:-yeryüzü okyanusların bereketli sofrasıdır. insan söz söylemedi bir tek o kuşanmıştı ve kol ağızları göz yaşı ile ıslaktı. (Eşikte, 1994)
milat
aşk ansızın güneş gibi attı örtüyü ve dam duvar ışıma sesiyle dolup taştı yıldırımsı ışıldama dindi ve insan dikeldi. (Eşikte, 97)
körlüğün mutlak karanlığı
körlüğün mutlak karanlığı yalnızlığın ölümcül duygusu. "- hangi saattir? hangi gün? hangi ay hangi asrın hangi tarihinin hangi yıldızının yılı?" (kafandan geçiyor) ansızın bir öksürük senin yanı başında. ah, ey ışıktaşlığın özgür kılan duygusu! (Eşikte, 91)
hangi cenazeye inliyor bu saz
hangi cenazeye inliyor bu saz hangi gizli ölüye ağlıyor bu zamansız saz? hangi mağarada hangi tarihe sızlıyor bu saz bu tel, bu cahil pençe? bırak ayaklansın gülüşsüz halk bırak ayaklansın! bahçede inlemek pek acıdır duruluk çeşmesine inlemek çiçeğin döllenmesine inlemek pek acıdır meltemin yüksek yelkenlerine inlemek boylu yeşil serviye inlemek pek acıdır bu boşunalığın meddahı ne yapıyor rüzgâr ve balığın lacivert birikintisinde? mezarlığın çalgıcısı ne yapıyor kent içinde suçsuz pencereler altında? bırak ayaklansın gülüşsüz halk bırak ayaklansın! (Eşikte, 93)
şarkı
bu kıyıdan Âmu denizine kadar
bir su geçerdi ki artık yok:
bir ırmak, uzun zamanlar aktı ve unutuldu
bir ırmak, kurudu ve uçup gitti.
bu dalgalara Send’in musonlarına kadar
bir tekne geçerdi ki artık yok:
bir tekne, bir hatırda bir kaç gün yaslandı
işte bir kayaya çarptı ve kırıldı.
bu teknede bir limandan bir limana
bir tekneci sarılırdı küreklere ki artık yok:
her seferinde perişan bir kızın gözleri kalırdı yolda
dileğin fidanını dikerdi kalbine belirsiz bir umutla.
bu kalıcı ırmağa
bir umut ışırdı ki artık yok:
kalıcı görünen bir mutluluk umudu
kendi yatağında geçici bir düşten başka bir şey değildi.
(Eşikte, 94)
facianın tercümesi
sahne ne söyleyebilir
oyundan ve oyuncudan
boşsa?
burada güzelliğin mutlaklığı yoktur
duvar kağıdı da
güzel
olmalıdır çünkü.
insanın yokluğunda
kimliksizdir dünya,
tarihin yokluğunda
sanat
arsız ve dertsiz bir işvedir,
kapalı ağız
aldatanın ele verilme korkusudur,
bağlı eller
insanoğlunu mucizesinden alıkoymaktır,
dökülen kan
çöplüğe atılmış bir hürmettir
karın dolusu işkembe karşılığında.
sanat dürüstçe bir tanıklıktır:
faciayı tercüme eden ışıktır
insanoğlu
tanısın diye görkemini.
ışık
yarasa….
ışık
yarasa….
ışık
yarasa….
ışık
yarasa….
(Caizesiz Methiyeler)
avarelerin şarkısı
yolum üstünde
artık
hiç bir şey fısıldamıyor;
ne meltem ne ağaç
ne bir su akmıyor.
sadece
kopuk bir ağıtın mırıltısı kımıldamakta
geceden karanlık
rüzgârın avarelik omuzlarında.
uzakta,
benim kentim orada,
yalnız kalmıştır
düzleminde bir günbatımının,
kolay geçmiyor.-
karanlık kent
benim acıklı dönüşümü bekliyor
sevecen iki penceresiyle
gizli sapa sokakta.
(Caizesiz Methiyeler, 1988)
güneş ve gözyaşı şarkısı
– deniz deniz
ne oldu sana
ağladın?
– güneşten karanlıkça buldum
kendimi.
– düşünce lambasını
ne oldu sana
kaldırdın?
güneşten aydınlıkça buldum
kendimi.
(Caizesiz Methiyeler)
49
sadece bir an şayet
sadece
bir an şayet
en sıradan söz “seni seviyorum”u yinelemekten geri adım atsam,
kum üstünde sallanan bir heykel gibi
düşersin toprağa
ve acının darbesi kırıp dağıtmadan seni
suskunluğa
kavuşursun.
senden ne kalır geride
ben geçince?
senin devamının nazarlığı
sadece
“seni seviyorum”u yinelemektir.
bununla bile
hıçkırığım patlasa…..
hayır
bir saman parçası suda durmaz
biliyorum!
(Caizesiz Methiyeler, 1986)
aydın ufuklar
bir gün biz güvercinlerimizi bulacağız
ve sevecenlik güzelliğin elini tutacak
en küçük şarkının
öpücük olduğu gün
ve insanın
insana kardeş
evlerin kapısını artık kapatmadıkları gün
kilit
söylencedir
ve yürek
yaşamaya yeter
tüm sözlerin anlamının sevgi olduğu gün
son sözcük için söz peşinde olmayasın diye
tüm sözcüklerin ahengi
yaşam olduğu gün
son şiir için uyak peşinde acı çekmeyesin diye
tüm dudakların şarkı olduğu gün
en küçük şarkı öpücük olsun diye
senin geldiğin ve her zamanlığına geldiğin
ve sevecenlik ve güzellik beraber olduğu gün
güvercinlerimize yeniden tane serpeceğiz
ben o günü bekliyorum
benim
belki bile
olmadığım
günü
ağıt
seni arayarak
Furuğ Ferruhzad’ın ölümüne
seni arayarak
dağların eşiğinde ağlıyorum
deniz ve otların eşiğinde
seni arayarak
rüzgârların geçitlerinde ağlıyorum,
mevsimlerin dört yol ağzında
kırık bir pencerenin
bulut kaplı gökyüzünü
çerçevelediği.
…..
senin resminin bekleyişinde
bu boş defter
ne zamana değin
ne zamana değin
yapraklanacak
böyle?
**
rüzgârın akıntısını kabullenmek,
ve ölümün kız kardeşi olan aşkı
ölümsüzlük
gizemini
seninle paylaştı.
sonra bir hazine oluverdin:
gereken ve heveslendiren
öyle bir hazine ki
toprağı ve yurtları
sahiplenmeyi
böyle
çekici kılan.
***
adın senin gökyüzünün alnından geçen tan atmasıdır
adın kutlu olsun
ve biz hâlâ
yenibaştanlarız
geceyi ve gündüzü
ve henüzü.
devrimci gazete
makineli ötmeye başlayınca
ölüm karşımda oturuyordu
– masanın öte yanında kafa yorulması
“ne yapmalı ve nasıl “ı –
ve basımevi örneklerini düzeltiyordu.
aklımdan geçti:
” neden kalkmıyor?”
kan akıp
basım makinesi
dönmeli
değil miydi?
(Caizesiz Methiyeler)
sıra denizcilere gelince
ve sıra denizcilere gelince
o acımasız kan döken
mıknatıs adasında
dimdik durur
dik iki ayak üstünde,
son yara için
dişinde çırılçıplak bir hançerle.
sonra deniz
suskun bir çığlıkla
insanı haykırır.
denizciler
en güzel kızlardan
el yüzerler
ve liman meyhanesinin hakir üst katlarında
bırakırlar kendi hallerine,
dönen uyuşturucu
küflü teknelerde
küreğe sarılırlar
ve karanlığın yazgın buluşma yerine doğru
koştururlar.
(Caizesiz Methiyeler)
kitapların arasında
kitapların arasında dolaştım
eski toz tutmuş gazeteler arasında
kendi ıssızlığımda
artık yardımcı olmayan belleğimde
kendimi buldum ve yarını.
hayret!
ben arayanım
aranıp bulunan değil!
ben buradayım ve gelecek
avuçlarımda.
(Caizesiz Methiyeler)
uykulu
uykulu henüz
ak bir yatakta.
yalancı tan*
sili kutup boranında.
ve kafilenin gürültülü tekbiri**:
“vardık” diye
“işte ışık! işte maksat!”
**
– kurtlar
kan kokusundan dur duraksız,
kafileye halkayı daraltıyorlar
ve sarhoşluktan
birbirinin boynuna diş geçiriyorlar
“-behey!
kaç asır, kaç asır beklemişsiniz?”
**
ve kutup sofrası başında
ölü kafileleri
isticabet namazı*** kılıyorlar
maksada yetişmenin sevinci ile.
(Caizesiz Methiyeler,)
* Yalancı tan: tan atmadan önce, peşinden karanlığın bastırdığı geçici loş aydınlık.
** Tekbir: Namaza kalkarken söylenen “Allah-u ekber” yani Tanrı uludur. İran devrimi sırasında halk evlerin damlarında, yürüyüşlerde ve yığıntılarda tekbir söyleyerek ilerlerdi.
*** İsticabet: kabul etmek ve olumlu yanıt almak isteği.
ben kitle ile elbirim
ben kitleyle elbirim
zincirlerini kırmaya kalkışıncaya değin
dudakları kıyısından gülünceye değin
içi eriyince
ve büyücünün sakalına tükürünceye değin.
benim kardeşim yoktur,
asla kardeşim olmamıştır
“evet” diyen:
bir namert ki
evet desin ve
lanetli ekmeği kabul etsin.
(Caizesiz Methiyeler)
güzel olmadan edemem
güzel olmadan edemem
ölümsüz ışımada bir işve olmadan.
öyle güzelim ki ben
azgın bir bahar süsler yollarımı:
çevremde
kan
tenin çıplaklığı değil asla,
kekliği
alıkoyamaz
süzülmekten
kurşun korkusu.
öyle güzelim ki ben
Allah-u ekber
benim
kaçınmaz vasfımdır.
karşıtsız bir zehir var karşında.
dünya güzelse eğer
benim varlığımı niteler.
behey aptal adam
senin düşmanın değilim ben
inkârınım senin.
(Caizesiz Methiyeler)
düşünmek
düşünmek
sessizlikte.
düşünen
susar çaresiz
ama yaralı ve suçsuz çağ
çağırınca tanıklığa
bin dille konuşacak.
(Caizesiz Methiyeler)
sen sebepsin
insanın insandan korkmasına sebepsin
kokuşmuş o putu yapan
beni karşısında zayıflıkla dize getiren sensin.
acılarla doldurmuşsun canımı
ve ben seni sevmişim
kollarımla ve şarkılarımla.
en korkunç düşmanımsın benim
ve ben seni övmüşüm,
acılar çekmişim ne yazık
ve seni
övmüşüm.
(Caizesiz Methiyeler)
rapor
boşunalığın hamalları
katlanmanın zor sınırlarını kırdılar.
– tekbir, kardeşler!*
birlikten dem vuranlar
inançsızlık gırtlaklarıyla
iman şarkıları söylediler.
– tekbir, kardeşler!*
goncanın çocukları
cehennemin efsanesini denediler.
– tekbir, kardeşler!*
***
inanamayan gözlerimizle
felakete katlandık,
kimse kardeş diye çağırmadı bizi
ve yüreklendirmek için kimse tekbir getirmedi.
yalnızlığa katlanmışız ve suskuya,
ve çarparız
derinlerinde
külün.
(Caizesiz Methiyeler,1984)
* Tekbir, kardeşler: Devrimden bir süre sonra İslamcılar toplantılarda konuşulanları kabul ettiklerini ve desteklediklerini göstermek için tekbir getirirlerdi (ve hâlâ da öyle). Biri bağırır : “tekbir kardeşler!” ve cemaat “Allah-u ekber” diye yanıtlar.
tan
avaz avaza
öter horozlar.
ama sanının uzaklarına değin
bu kum ve tuz çölünde
bir köy yok.
yeniden dönen gündüzdür
selamı ve yeşilliği ve suyu anımsatır,
ve her tan atımında tahkirdir
senden
keşfedilir
hep ağlayan deneyimde.
(Caizesiz Methiyeler)
saka kuşu
söylememe ne gerek var
ne denli istediğimi seni?
gözlerin yıldızdır ve
yüreğin kuşku.
bir yudum içtim ve kurudu.
tatlı göl
bendeki susuzlukla
geçmiyordu,
biliyordum.
söylememe ne gerek vardı
ne denli istiyordum onu?
(Caizesiz Methiyeler)
Kötü Yıl
1
kötü yıl, kötü yıl
göz yaşı yılı
ikirciklilik yılı
uzun günler ve kısa direnişlerin yılı
gururun dilendiği yıl
aşağılık yıl
acı yıl
ağıt yılı
Puri’nin* gözyaşı yılı
Kebise** yılı
2
yaşam tuzak değil
aşk tuzak değil
ölüm bile tuzak değil
yitik dostlar çünkü özgürler
özgür ve arı
3
ben kötü yılda buldum aşkımı
-kim diyor ‘umudunu kesme’?-
ben umudumu umutsuzlukta buldum
ay ışığını gecede
aşkımı kötü yılda buldum
ve külleniyorken ben
kor oldum
yaşam kin besliyordu bana
ben güldüm yaşama
toprak düşmandı bana
ben toprakta yattım
çünkü yaşam karanlık değil
çünkü iyidir toprak
ben kötüydüm fakat kötülük değil
kaçtım kötülükten
ve dünya bana beddualar yağdırdı
ve kötü yıl varıverdi:
Puri’nin gözyaşı yılı, Murteza’nın*** kanı yılı
karanlık yıl
ve ben yıldızımı buldum, ben iyiliği buldum
vardım iyiliğe
ve çiçekler açtım
sen iyisin
ve tüm bunlar itiraftır
ben doğru söylemişim ve ağlamışım
ve bu kez güleyim diye doğru söylüyorum
son gözyaşım ilk gülüşümdü çünkü
4
sen iyisin
ve ben kötülük değilim
seni tanıdım, seni buldum ve tüm sözlerim şiir oldu, hafifledi
düğümlerim şiir oldu tüm ağırlıklar şiir oldu
kötülük şiir oldu taş şiir oldu ot şiir oldu düşmanlık şiir oldu
tüm şiirler iyilik oldu
gökyüzü şarkısını söyledi, kuşlar şarkısını söyledi, su şarkısını söyledi
sana dedim ki “benim minik serçem ol!
senin baharında çiçek dolu ağaç olayım diye”
ve kar eridi çiçek oynaştı güneş doğdu
ben iyiliklere baktım ve değiştim
ben iyiliklere baktım
sen iyisin çünkü
ve tüm bunlar dile gelmelerdir, en büyük dile gelmeler
ben dile getirmelerime baktım
kötü yıl gitti ve ben dirildim
sen güldün ve ben kalktım
5
iyi olayım istiyor canım
sen olayım istiyor canım
ve bu yüzden doğru söylüyorum
bak:
benimle kal!
* Puri: Murteza Keyvan’nın eşi.
** Kebise: Dört yılda bir görünen, Şubat’ın 29 çektiği, uzun ve uğursuz sanılan yıl.
*** Murteza: Murteza Keyvan, Tudeh Partisinin aktif üyelerinden Şamlu’nun hücre arkadaşı. 1953 darbesinden sonra Şah rejimi kurşuna dizdirdi.
kişneme ve toynakvurum
dört küheylan sarhoş
yamaçta otlakla yüz yüze
tarihin ücrası
bir taş atımlık
(Caizesiz Methiyeler,1990, St. Jose, )
hicranlık
ne zaman yaşamışım?
ben
hangi ardışık gündüzlerin, gecelerin tümünü?
bu güneş de
çiğsiz ve şafaksız
olgunlaşmamış meşale ise
dünyanın ilk seherini denemiş olan.
ne zaman yaşamışım?
ben
hangi ağmayı ve eksilmeyi
kendi gökyüzüm
şemsiyem değil benim?
Nişabur firuzelerinden bir gök
fidanlıkların yeşil damarlarıyla
bir gölde
bir ormanın
tepe taklak çığlığı
özgür ve serbest
seni çoğaltan
bir ayna gibi
bırak
güneşim
gömleğim olsun
ve göğüm
o uçuk köhne çul
bırak
kendi yeryüzüm üstünde durayım.
elmas kırıntısından ve acı geriliminden bir toprak üstünde.
bırak yurdumu
ayaklarımın altında duyumsayayım
ve kendi yeşermemin sesini duyayım:
“Çitger”* de
kan davullarının rap rapını
ve “Deyleman”* da
sevdalı kaplanların gürleyişini.
yoksa ne zaman yaşamışım?
ben
hangi ardışık gündüzlerin ve gecelerin tümünü
* İran’da Şah’a karşı halk mücadelesinin cereyan ettiği iki yer.
desen
gece
kana bulanmış gırtlağıyla
geç vakitlerde söylemiştir
deniz soğuk oturmuştur
bir dal
ormanın karanlığında
ışığa doğru
haykırıyor.
Tekrar
ayna ormanları paramparça oldu
ve yorgun peygamberler indi bu umutsuz düzlüğe
kitapları
o adların dizgisinden
başka bir şey değildi
şahadeti kendi kaderlerinde yinelemişlerin
kavruk ellerle
güneşin yüzünden tozu silmişlerdi
andaçların aynasında cellatların yüzünü yeniden tanımak için
cellatlarının tümünün zincire vurulmuşların diğer ayağı olduğunu anlamak için
ki bunların kanlarında boğulmuş ayaklanmaları
onların özgürlüklerinin manzarında bir marş gibi yeşermişti
ayakları zincirde olanlardır şimdi
bakınız
nasıl
göksüz ve şarkısız
kendi zindanlarını ve onlarınkini gardiyanlık etmedeler
bakınız
bakınız
ayna ormanları paramparça oldu
ve yorgun peygamberler karanlık vadiye indiler
acılarının haykırışı
işkence kalıplarında çeper çatlatırken
böyleydi:
“kitabımız bizim muhabbettir ve güzellik”
öpücük bülbülleri erguvan dallarda ötsün diye
talihsizlerin sonunu güzel
kölelere özgürlük
ve umutsuzları umut dolu istedik
ki insanın tanrısal yanı
toprak iklimindeki
krallığına kavuşsun diye
herzamanlığına
kitabımız muhabbettir ve güzellik
toprağın rahmi
kin tohumlarıyla
döllenmesin diye
ayna ormanı yıkıldı
ve yorgun peygamberler şehitler sülalesine kavuştular
ve şairler şehitler sülalesine kavuştular
kölelerin eliyle kesilen özgür kanat çalmaların güvercinleri gibi
patronların sofralarını renklendirmek için
ve böyleydi
ki şarkı ve güzellik
terk etti
artık insanın olmayan toprakları
bir mezar kaldı ve bir ağıt
ve insan
kölelik hapishanelerinde
kalakaldı
herzamanlığına prangalı
(ayda aynada)
ölümden söz ettim
öyle ki başka bir baharın uğultusu
haftalar öncesinden duyuldu
giden
köhne karla
ölümden
söz ettim
ben
ve ne zaman ki kafile geldi ve yükünü bıraktı
ve vadide
her yerde
kirazlardan
bahçelerin mecmerinde
ateşler yaktı
ölümden
söz ettim
ben
toz toprak içinde ve yorgun
uzak yollarından
sonbahar
gelince
duvarların gölgesinde
ağır ağır
yaslanınca
ve çocuklar
çepeçevre sardılar
sevinçle
yapılagelen gibi
eski hurcun
düğümünü çözsünler
ve eteklerinin cebini
yeşil erikle
kırmızı elmayla
taze cevizle
doldursunlar diye
işte
ben kendi ölümümü ikna ettim
ve onu
sırdaşım
ve onunla
ölümden
söz ettim
ben
ve bütün evlerin düş baharlarını
ustaca
saran
sarmaşıkla
ve tüm küçük şelalelerin yüzü
ondan
susamışlıkla
kuyuyla
söz ettim
ve ormanı
ve onun dönüşünü beklediğini sanan
ihtiyar balcıyı
yağmalayan
altın renkli arıyla
son yaprakla söz ettim ondan
kuru avucu
acımasızca boş olan
havada
umut peşinde boş olandan
ve ne zamanki başka bir kışın hışırtısı
yakın hataların ötesinden
duyuldu
ve sincap ve kumru
yuvalarından
telaşla bakındılar
bahçenin son kelebeğiyle
ölümden
söz ettim
ben
ben kendi ölümümü
mevsimlerle paylaştım
geçip giden mevsimle
ben kendi ölümümü
karla paylaştım
oturan karla
kuşlarla
karda taneler arayan
kuşlarla
suskun balıklarla
ben kendi ölümümü bir duvarla paylaştım
sesimi bana
yansıtmayan duvarla
kendi ölümümü
ben de
kendimden saklayayım diye.
(ayda, ağaç, hançer ve hatıra)
dolup taşan ilençten
biz yazdık ve ağladık
gülerek raksa kalktık
biz haykırarak canımızdan geçtik
kimse aldırmazdı bize
uzaklarda bir adamı astılar
kimse bakmak için başını kaldırmadı
biz oturduk ve ağladık
bir haykırışla
kalıbımızdan çıktık
(ayna bahçesi)
mezar taşı
ne gitmekte hareket vardı
ne kalmak da kımıltısızlık
dallar köklerden kopmuş değildi
ve laf taşıyan rüzgar
yapraklarla beklenen
sırrı söylemedi
benim aşkımın kız oğlan kızı
yabancı bir annedir
ve ivmeli yıldız
ümitsiz bir yolda
sonsuz bir yörüngede dönmekte
(ayna bahçesi)
yapamazlıkta bir gazel
Sıcacık ellerin
Kendi bağrının ikiz çocukları
Sözler söyleyebilirim
Ekmek derdi bırakırsa eğer
Ey mesaha ana ey güneş
Canının esirgemeyen sevecenliğinden
Senin bitimsiz çenginden şarkılar yapabilirim
Ekmek derdi bırakırsa eğer
Renkler renklere karışmış
Ey mesaha ana ey güneş
Canının esirgemeyen sevecenliğinden
Senin bitimsiz çenginden şarkılar yapabilirim
Ekmek derdi bırakırsa eğer
Yürekte bir pınar
Avuçta bir şelale
Bakışta bir güneş
Gömlekte bir melek
Sen olan o insandan
Ne öyküler anlatmam ki
Ekmek derdi bıraksa eğer
(Ayda, ağaç, hançer ve hatıra)
[1] Bamdad: A. Şamlu’nun mahlesidir: Elif Bamdad. Bamdad, Farsçada sabahın erken saatleri, tan ağardıktan sonraki aydınlığın başlangıcıdır. Elif ise Farsçada ilk harftir ve Türkçe’de olduğu gibi, ayakta duran, dik, boylu, filinta anlamında da kullanılır. Elif dikine çizilen kısa bir çizgi olarak yazılır.
[2] Sabah: Farsçada bamdad ile anlamdaştır ve Bamdad Şamlu’nun mahlasıdır. Bkz önceki dipnotlara.
[3] Şair, kendi sesi ile okuduğu bu şiirde Nazlı yerine Vartan’ı kullanmayı yeğlemiştir. Vartan, Tudeh Partisi gizli askeri kolu üyesiydi(Ç.N.) Şair şöyle der: “Vartan Salaxaniyan, 18 Ağustos 1953 darbesinden sonra yakalandı, başka bir mücadeleci, Şuşteri, ile birlikte işkence altında vahşice katledildi… Ben onu hapishanede görmüştüm… Şiir, önce sansüre takılmasın diye, “Nazlı’nın ölümü” adını aldı; ancak bu şiir tüm Vartan’ları kapsayarak özel bir mücadeleci insanın şiiri durumundan çıktı.” A. Şamlu, Şairin notları, “Tüm eserler”, birinci cilt, s:600-601
[4] Hıdır, bir peygamber adı, ölümsüzlüğe gönderi, Arapça’da ayrıca yeşil ve yeşillik anlamında; Xızdr, xazdra
[5] Mazu: İran kuzey ormanlarında yetişen bir çeşit ulu kestane türü.
[6] Yedi sin: Nevruz, kışın sonu, ilkbaharın başlangıcı ve yeni yılın başlangıcı bayramıdır. “Yedi sin” sofrası Nevruz geleneğinin bir parçasıdır. bereket, mutluluk, bolluk simgesi kabul edilen, “S” harfi ile başlayan yedi yiyecek veya içecek sofraya konur. Azeriler genellikle nevruz sofrasına bu yedi “S”leri koyarlar: Süt, sirke, su, sarımsak, sumak, sikke (altın veya gümüş para), sahife (Kuran), Ayrıca gelenek olarak bu sofraya billur kapta kırmızı bir balık da konur. Balığın yeni yılın başladığını bildirdiğine inanılır.