(Bu makale Patika Dergisi Ekim-Kasım-Aralık 2011, Sayı 75’te yayımlandı)
1- “Die Grenzen meiner Sprache bedeuten die Grenzen meiner Welt.” (Wittgenstein, TLP 5.6), [Dilimin sınırları dünyamın sınırlarını gösterir. (bedeuten sözcüğünü ‘gösterir’ olarak çevirdim; ancak ‘demektir’ olarak da çevrilebilir: ‘dilimin sınırları dünyamın sınırları demektir.’ (Oruç Aruoba, dilimin sınırları, dünyanın sınırlarını imler,’ olarak çevirmiştir[1]) Göstergesel çeviri imgesel çeviriden daha uygun gibi geldi bana] “Dünya ile yaşam birdir.” (TLP 5.621), “Ben dünyamım.” (TLP 5.63)2- Uzun süredir düşündüklerimin ekseni olmaya başlayan birkaç konu başlığını vererek Türkçenin tuhaf denecek bir deyiminden çıkarımlarımı ve bu nedenle de her çıkarımla aslında o deyimi anlayamadığımı anladığımı aktarmaya çalışacağım. Öncelikle dilsel olarak ilgimi çeken o birkaç konu başlığını görelim: “İz ve Tanıklık”, “Uzay-zaman ve Dil”, “Cinsiyetin dili, Dilin cinsiyeti ve Dilsizlik!” Sonuncu başlığın bir yanını ele alarak bir panelde[2] yapmış olduğum konuşmamın bir parçasını burada aktarmamda yarar olduğunu düşünüyorum. “Dişil Dil ve Sosyal Gelişim: nereye gidiyoruz?” başlıklı o konuşmamda şöyle demiştim: “… Şimdi konudan kopmak istiyorum ve değinmek istediğim konuya değinmeden önce ise öncelikle bir doktor olmam nedeniyle mesleğimle ilintili olan ve bana şizofren bir arkadaşımın aktardığı iki kısa diyalogu aktaracağım, sonra da hepinizi bu iki konuşma üzerinde birlikte düşünmeye çağıracağım.
Birinci Konuşma:
Aktaracağım bu cümleler şizofrenik bir nöbet sırasında bir iç konuşmada, daha doğrusu bir iç anlatıda geçer. Yani anlatıcı ve muhatap aynı kişidir; ancak bu bildiğimiz sıradan bir monolog türü değil. Bu iç anlatı önce sessizdi, sonra belirsiz (?) muhataba karşı seslendirildi ve sonunda bana anlatıldığında bir kez daha bir anlatının öyküsü içinde seslendirildi. Şimdi de size, -bana anlatılan anlatının öyküsüne değinmeden- seslendiriyorum ve siz onu duyuyorsunuz [ya da şimdi okuyorsunuz ve kendi iç sesinizi dinliyorsunuz]: “O nefsi alınmış bir kadındır! Adam adamdır. Kadınlar eziyet gördükleri için melektir. Homoseksüeller üçüncü türdür. Ben seçilmişim. Cinsiyetsizim. Şimdi kıyamettir. Yarın yoktur.”
İkinci konuşma:
Bu konuşma bir doktorla bir kadın hasta arasında geçmekte.
“Doktor: Şikâyetin nedir hanım?
Hasta kadın: Doktor değil misin, onu da sen bileceksin!
Doktor: Ben senin gözlerine bakıp da mı anlayacağım?
Hasta kadın: Heee!”
Birinci anlatıda bir kadın ben-anlatıcıyı dinliyoruz. “Nefsi alınmış”, cinsiyeti, cinselliği, benliği elinden alınmış bir kadın! Nefsin alınmasının cinsiyetin ve cinselliğin alınmasına eşdeğer olduğunu konuşmanın sonuna doğru duyacağız, belki anlayacağız. Ancak nefsin alındığını itiraf eden kadın, hemen “adam adamdır” diyor. Adam’ın nefsi, cinsiyeti elinden alınmamıştır. Ardından anlatıcı bir saptamayı daha deklare ediyor ve “kadınlar eziyet gördükleri için melektirler,” diyor. Meleklerin nasıl bir özelliği olabilir? Melekler en elde-olan çağrışımıyla suçsuz olmalarıyla betimlenebilirler. Demek suçsuz olanlar, eziyet gören cinsiyeti ellerinden alınmış kadınlardır. Ya da zaten eziyet görenler melekler kadar suçsuzlar. Belki anlatıcının kimi muhatapları, benim bu algılamama katılmayabilirler: yani cinsiyetin söz konusu olmadığını söyleyebilirler. Bunu ben-anlatıcı hemen yanıtlar gibi dördüncü deklarasyonunu yapıyor: “Homoseksüeller üçüncü türdür.” Ancak dişil ve erilliğini belirtmeden dillendirilen homoseksüelin hemen ardından onun bambaşka bir tür olduğunu bildiriyor. O, bununla yetinmiyor ve seçilmiş biri olduğunu ve cinsiyetsiz olduğunu bize bildiriyor. Şayet tür olarak bakarsak bu sonuncusu dördüncü tür olarak kabul edilmelidir. Cinsiyet kaybolduktan sonra ben-anlatıcı “şimdi” diyerek zaman kavramını anlatının içine sokuyor, ancak o kavram girer girmez de anlatıdan silinip yok oluyor. Zira ‘şimdi’ kıyamete dönüşmüş ve bir günü elli bin yıl olan kıyamette ise zaman kaybolmuştur! Zamanın kayboluşunun çok mantıklı sonucu olarak da yarın [ki burada sadece yaşanmamış ‘zaman’ dilimi olarak ele alınmamalı, tersine yaşanması adeta şart olan bir hayat olarak algılanmalıdır] ortadan kalkmış ve anlatıcı ‘yarın yoktur’ hükmünü açıklamıştır. Ben başka bir konuşmamda[3] ve başka bir makalemde[4] dilsel gelişim evrelerinden söz ederken eril dil, dişil dil, hermafrodit dil ve dördüncü dil olarak cinsiyetsiz dil evrelerini tartıştım ve sınıfsız toplumda “sessiz dilin” ortaya çıkış olasılığını ortaya attım. Bir sorgulamada sınıfsız toplumdaki sessiz dilin aslında dilin kendi kendini yok edişi olgusuna vurgu yaptım[5]. Dilin sesini kaybetmesi uzun bir evre sonucu ortaya çıkabilir ancak. Dil öncelikle dil dizgisel düzenini, daha sonra sözcükler arasındaki bağlantıyı kaybetmeli ve ardından ayrışan, serpişen ve “merkezini” yitiren sözcükler ortadan kalkarak sesin yitimine gidilmeli. Merkezin yitirilmesini, onun bölünmesi, bölünmesi ve sonunda erkinin kaybolması olarak kastediyorum. Bu evre aynı zamanda dilin eril egemenlikten –ki aklın egemenliğidir- çıkışı, ardından dişil dil [sermaye egemen toplumda protest dil] olarak gelişmesi ve edene-edilgene, yaratana gereksinim duymayan bir düzene, hermafrodit [sessel] dilsel düzene geçişi ve ardından o düzenin yıkılışıyla cinsiyetsiz dilin –ki sessiz dildir- ortaya çıkışı evresidir. Bu ise sermaye düzeninin –eril dil egemenliğin- yok oluşu ve emekçi sınıfın egemen oluşuyla karakterize sosyalist toplum (dişil toplum) ve ardından egemen sınıfın ve egemenliğin kaybolmasıyla ortaya çıkan sınıfsız toplum (hermafrodit toplum, komunist toplum, komünü isteyen ve ona doğru hareket eden toplum) ve bunun ardından ise bütün devletlerin, erklerin, merkezlerin ve egemenliklerin kayboluşuyla doğayla iç-içe ikinci komün toplumu –cinsiyetsiz toplum- evresine geçiş demektir. Kısacası ben dilin kayboluşu ve toplumun dilsiz kalışını ikinci komününün temel özelliği olarak görmekteyim. Bunun deli saçması olduğunu inkâr etmiyorum, zaten aktardığım monolog da şizofren bir hastadan duyduğum (Nisan 2010’da) bir saptamadır. Ancak bu son tespitin tam da böyle olmadığını hemen ileri sürüyorum. Zira ikinci referans diyalogum şizofren olmayan bir hastayla doktor arasında geçen bir konuşmadan alınmıştır ve hasta çok kolay ve basitçe doktora sitem ediyor; neden bakarak ne dediğimi anlamıyorsun, diye. Dilsiz anlaşmaya ait bir kıvılcım. Belki onlarca ya da yüzlerce sene sonra çok olağan olacak iletişim türüne primordial bir örnek olacak olan örnek!
3- Hayal kurma ve nesnel gerçekliğe dil içinde zihinsel olarak müdahale edebilme beyinin tuhaf bir işlevidir. Bu müdahalenin derinlik, genişlik ve süresine bağlı olarak bir anlatıcının anlatısının, aynı nesnel gerçeklikle farklı zihinsel bağlantısı olan bir muhatabın yanında geçerliliği olmayabileceğinden anlatıcı, tıbben ve muhatap yanında deli, muhatap ise akıllı olarak kategorize edilebilir! Oysa az önce aktardıklarımla, o deli anlatıcı şu anda tartışmaya açtığım çok ciddi bir konuyu bizim gündemimize taşımıştır: Cinsiyet ve zaman! Cinsiyetsizlik ve zamansızlık. Cinsiyetin silinmesiyle zamanın da silinmesi denk getirilmiştir. Zamanın sıfır noktasına varması aslında mekânın da sıfır noktasına varması demektir. Fizikçiler arasında -negatif enerji tartışmaları kapsamında- bütün kâinatın dengeli koca bir sıfır oluşturduğunu söyleyenler var. Sıfır noktasının, elektriksel yükü (cinsiyeti) yoktur. Onlara göre bu sıfır noktasında uzay-zaman yok olmakta. O nokta var ile yok arasında dipsiz bir uçurum açmakta. Evrende “hiçbir şeyden daha küçük bir şeyin” varlığına inanan fizikçilerin ileri sürdükleri o nokta, ‘yok’un var oluşu ve ‘var’ın yok oluşu noktasıdır. Orada, o belirsiz noktada [ki bütün erki belirsizliğinden kaynaklanmakta] bir tanıklık gizlenmiştir. Bu tanıklığın homojen yapısı yoktur. Giorgio Agamben’in altını çizip açıkladığı şekilde farklı anlamlar yüklü tanıklıklar olabilir[2]. Bana göre bir tanık var ki “ben şu anda görüyorum ve tanık oluyorum,” der ve tanıklığı şimdiye aittir. Bu tanıklıkta geçmiş ve gelecek söz konusu değil. Bir başka tanık var ki, “ben gördüm ve yaşadım!” der. Bu Agamben’in aktardığı Levi’nin Auschwitz’e ait tanıklığıdır. Yazınsal anlatıda benim Türkçede râvi diye adlandırılmasını yeğlediğim bir tanık anlatıcı daha var. Râvi, şahittir ve şahadet verir [Evet, şehit de bu türden şahit ve tanıktır.] O hem geçmişi görmüş yaşamış, hem de şimdiyi görmekte, yaşamakta ve anlatmakta: Rivayet etmekte! Ancak başka bir tanıklık daha var. O tanıklık gizin, gizemin kendisidir. Taşıdıkları izlerle binlerce, milyonlarca sene öncenin anlatısını kendi içinde gizler ve ‘var’ ile ‘yok’ arasındaki o sıfır noktada saklar, saklanır. Türkçenin bize sunduğu müthiş bir olanak olarak gördüğüm “varla yok arası” deyimi işte tam da bu noktanın kendisidir, onun ifadesidir, onun ifade edilemezliğidir. Varla yok arası, sadece şimdiki var olmaya vurgu yapmıyor, onun buradalığı, “presence”in hem öncesinde hem sonrasında hem de içindedir. Bu bir bakıma Heidegger’in tanımladığı Dasein’in (Heidegger’in kendi tanımıyla ‘ortaya çıkış yeri’nin[3] ya da mahşerinin) ta kendisidir. Söz konusu buradalıkzaman-mekân arasına da bir yarık sokmuştur. Onları ayrı ayrı ve birlikte sıfır noktasının belirsizliğine sürüklemiştir. Var ve yok ve bunun tanıklığını yapan varla yok arasının anlatısına tanıklık eden bizleri belirsizlik ve olası olabilen (possible) ve olası olamayan (impossible) alandaki kararveremezlik [Derrida] konumunun –ki sınırları belirsiz bir konumdur- içine sürüklemiştir. Mekânın yok oluşa yakınlaşması zamanın da aynı bükülmeye tabi olduğunu dikte eder. Böyle bir noktada fizikçilerin üzerinde heyecan ve şevkle tartıştıkları solucan-delikleri, kara delikleri ve zaman sarmallarını (time wraps?) anımsamadan edemiyorum. O delikler ki negatif enerjiyi önlerine taktıklarında ben daha adım atmadan seni Sirius yıldızına götürüp geri getirir ve belki de geldiğinde gitmeden önceki noktaya dönersin! İşte bu nedenle, varla yok arası, kendisi bir giz olarak kalacaktır. Derrida’nın ifade ettiği gibi[4], “Giz vardır. Ancak kendini gizlemez… giz vardır: ondan her zaman söz edilebilir, ancak bu onu bozmaya yetmez. (s. 58) “Giz… söze yabancı olduğu için, belirgin bir söz dizimiyle ‘giz, sözün içinde olup da söze yabancı olandır,’ bile denemeyeceği için susar. Ne kadar söze yabancıysa o kadar sözün içindedir. (s. 59)
Türkçenin “varla yok arası” deyimi acaba Wittgenstein’in işaret ettiği[9] o “gereksinimini duyduğumuz belirsiz” olan dil oyunu mu? Bu bir bakıma ve aynı zamanda belirliliğini erteleyen (Derrida’nın differance’ı) bir göstergesel varlıktır. Temsiliyet yetkesini varlıkta yitirmiş ancak başka bir varlığın “habercisi” olma potansiyelini taşıyan “yokluk” alanına girmemiş bir gösterge. Bu gösterim, zamanda ertelenmiş dilsel mekânından edilmiş bir dil oyunu içindeki “buradalık”tır. Temsiliyet ne kadar bulanık ne kadar belirsiz olursa olsun yine bir re-presentasyondur (hiçbir şeyden daha küçük olan temsiliyetin silinişi onun izlerini belirginleştirir ancak) ve o şeyin kendisini bize deklare etmeyen açığa kavuşturmayan bir “zaman-mekân” diliminin mevcudiyetine meşruluk kazandırır ve kabul edilir kılar. İkna olmak ise bilgisizlikten kaynaklanır.
Aristo’nun zaman anlayışından su içen İbni Sina ve Sohreverdi gibi doğu düşünürlerinin açıklamaya çalıştıkları zaman anlayışıyla (kronolojik olan ve olmayan zaman, süre ve süreç…) uyumlu Bergson anlayışıyla açıklanamayan bir uçurumla karşı karşıyayız varla yok arasında. Bu uçurum, dini söylemlerdeki dipsiz Vayl Kuyusu’yla karşılaştırılabilir ancak. Varla yok arası, bir merkezdir de aynı zamanda. Varlığı ve yokluğu olmayan bir merkez. Bütün sistemi belirlemede temel rolü üstlenen ve fakat kendi varlığı tartışılır olan bir merkez! Bu bir bakıma Derrida anlayışındaki sistemin üzerine kaim olan ve fakat sistemin dışında olma zorunda kalması gereken, merkeziyetini yitirmek zorunluluğu taşıyan ve bir merkez olduğu anda yükümlülüğünü yitiren bir merkeze benzer.
Buraya bir nokta koyalım ve ara verelim.
4- Burada tanık olarak ve bir şeylerin izini taşıyan birkaç sözcük aktaracağım. Sözünü ettiğim ‘iz’ ya da ‘eser’, İngilizcedeki trace’e [‘I leave a trace behind me on earth’ –dünyada bir iz bırakıyorum arkamda-, Hölderlin, Hyperion] uymaktaysa da bir yandan da silinmiş bir izin izi olarak başka bir buradalığa gönderi yapan buradalığın taklitçisi, orijinin orijini olmaktadır. [Différance makalesinde Derrida (1968) “İz buradalık değil ancak konumundan eden, yerinden eden ve kendisinden öteye gönderi yapan buradalığın [silik, imgesel] taklitçisidir” der]. Onun buradalığı ben’in buradalığı ile algılanırsa da onun buradalığının oluş oluşu, ben’in buradalığının oluş oluşuna ikincil ve bağlı değildir.
Tabloya bakınız lütfen[10]. [Einstein fotonlara binmeyi hayal ettikten bir süre sonra Relativite Teorisi’ni formüle etmiştir. Bu sözcükler o fotonlardan daha küçük ve daha değersiz değildir.] Tablodaki sözcükler bir tanıklık için buradalar. Onların buradalığı [foton-ışık ilişkisine benzer] tarihin çok uzak köşelerinde kalan, ve çok zalimane bir şekilde kimilerince tahrif edilen kimilerince yok sayılan aydınlıkları şu anda sayfamıza bırakmak içindir. Sözcükler gelip geçecekler ve biz onların geçişiyle, o varla yok arasındaki arafta, bir noktaya varacağız. Bu noktaya dilin içinde varacağız. Türkçenin tarihteki kılcal damarlarına tanıklık eden sözcüklere tanıklık edeceğiz. Bu tanıklar sıfatıyla görünen sözcüklerin, günümüz Anadolu Türkçesi ve Azerbaycan Türkçesinin tarihçesi hakkında bize anlatacakları var! Eklemli dillerden (Farsça, Arapça, Kürtçe… eklemli değil) olan Sümerce’nin, Mannaca’nın, İlamca’nın ve Kassice’nin bugünkü Türkçenin anaları olduğunu göreceğiz! Bu sözcüklerdeki izler, sözcüklerin kendileri burada olmasa da bize onların buradalığını gösterir. Varlıklarından kuşku duymadığımız bu yoklar “Varla yok arasında” gizi açığa çıkarır ve çıkarır çıkarmaz yok olurlar.
Örnek |
Sümerce |
Mannaca |
İlamca |
Kassisce |
Azerice |
Anadolu Türkçesi |
1 |
Ama | Ana | Aba, Ana | Ana, Anne | ||
2 |
Ada | Ata | Ata | Ata | ||
3 |
Ağar | Ağır | Ağır | |||
4 |
Beyir | Bayır | Bayır | |||
5 |
Aşşa | Aşşa, aşşağı | Aşağı | |||
6 |
Kén | Gén, Böyük | Geniş, Büyük | |||
7 |
Kök | Kök | Göy, yaşıl | Yeşil | ||
8 |
Na me? | Bu ne?, Ne me? | Bu ne? | |||
9 |
Qaş | Qaş | Kaç | |||
10 |
Qaya | Qaya | Kaya | |||
11 |
Qın | Qız | Kız | |||
12 |
Qışıq | Eşik | ||||
13 |
Silik | Temiz, Arın | Sili, iffetli, Temiz | |||
14 |
Tamqa | Damqa | Damga | |||
15 |
Tiriş | Démek, dédi | Demek, dedi | |||
16 |
Uş | Uş | Üş | Üç |
5- Baharzadeh Feride Hanımı Anma Paneli’nde yaptığım konuşmadan bir parça daha aktarmak istiyorum: “Dünyamızda, okyanusların diplerinde, öldürücü ışınlar ve enerjiden uzak bir yerde ilk hücresel oluşumdan yaklaşık 3.5-4 milyar yıl geçmiştir. Homosapiens Habilis ve Erectus’un konuşmasından ise 100.000 sene geçmiştir. Yazı dilinin ömrü ise sadece 5000 senedir. İlk sosyalist devletin ömrü ise kimilerine göre yaklaşık 75 sene kimilerine göre ise yaklaşık 50 sene sürmüştür! Zamansal kısalık kıstasından söz ederken bu rakamların yeniden anımsanmasında yarar olduğunu düşünüyorum. Zira şu anda bir matematik oyununa gireceğiz. Kadının yumurtalığından bir tek hücrenin yumurtadan çıkıp dölyatağına gelişi bir yolculuktur. Yaklaşık 14 gün süren bir yolculuk. (Ben o yumurtanın yumurtalık içinde geçirdiği akıl almaz –delice- evrelerden söz etmeyeceğim- On dört günlük yolculuk sonunda döl yatağına varan o dişi tek hücre döllenmediği takdirde geriye, yok oluşa doğru yolculuğu başlar, döllendiği takdirde ise ileriye yeni bir yolculuk evrenine kapılar açılır. İleriye doğru olan yolculuk anne rahminde oluşan bir okyanus içinde cereyan eder. O tek hücreli yolcumuz, çift hücreliye ve daha sonra çok hücreliye dönüşür. Bir süre sonra suyun içinde yüzen, iskeleti balık iskeletine benzeyen bir yaratık olma aşamasını ve diğer aşamaları geçer ve dokuz ay dokuz gün dokuz saat sonra (Ebced hesaplamasında 9 sıfıra eşittir!) insan olarak okyanustan çıkar ve çıkar çıkmaz sadece hisleriyle, ağlayarak annesiyle iletişime geçer. Ve sonra ise anlamsız agular dönemi başlar, sonra ise “adam” olur ve anlamla ve dilin egemenliği ile karşılaşır, anlamı öğrenir ve “adam gibi adam” olur vesaire! Yani 3.5-4 milyar senelik hadise dokuz ay, dokuz gün, dokuz saatte tamamlanır! Bir kere daha bu hızı hayal etmeye çalışın lütfen! 4 milyar senelik hadise dokuz ayda tamamlanır! Bu her hareketin yaklaşık 445 milyon kez hızlandırılmasıdır, ya da bir hareketin 445 milyon kez yavaşlamasıdır. Dişil dünyanın gerçekliğine girerek, hayal gücümüzü kullanarak zamanın adeta yok oluşuna yaklaşabiliyor muyuz? Yaradılış serüveninde zamansızlığı algılama keyfine varabiliyor muyuz? Zamanın ötesinde olan kim ya da nedir? Bu soruya biraz da doğu metafiziğine girerek basit bir yanıt vermek mümkün: zamanın ötesinde olan düşüncedir, histir, hayaldir, ruhtur. En mükemmel ruh, tanrısal ruh olduğuna göre onun da bir cinsiyeti olmadığına ve olamayacağına göre, zamansızlıkla cinsiyetsizliğin aynı meydan, aynı platform, aynı boyut ve aynı söylem içinde oluşunu iddia etmemiz yadırganacak bir durum olmasa gerek! Bu kadar basit!”
6- İlk komünün sonunu ilan eden dilin ortaya çıkışı, sınıfların ortaya çıkışı ve binlerce senedir süregelen ve adeta hepimizin geninde “değişmez kader” gibi nakşedilen sömürü düzeninin bir başlangıcı olduğuna göre bir sonu da olmalıdır. İnsanoğlu savaşların her türünden, açlığın her türünden, uyuşturucunun her türünden, tecavüzlerin her türünden, hastalıkların her türünden, ezme ve ezilmenin her türünden ve de şu anda egemen düzenin bize dayattığı aklınıza gelen tüm toplumsal hastalıklardan kurtulmanın yolu ve insana yakışır erdemli topluma geçişin yolu ancak eril dilin yıkılışı, çoksesli hermafrodit dilin egemenliğinin kuruluşu ve daha da ileriye geçilerek sessiz ve cinsiyetsiz dilin egemen oluşuyla mümkün olacaktır diye sanıyor, düşünüyor, hayal ediyorum. Ben bu sanı, düşün ve hayalle delirmişçesine mutlu oluyorum. Ve ekliyorum: İnsana yakışır insanca bir dünya ya da evren düzenindeki toplumda iletişim ancak hislerle olacaktır! Hislerin sessiz iletişimi! Budur cinsiyetsiz dil. Budur insanoğlunun ulaşacağı vaat edilen cennetteki iletişim biçimi. Söze, sese ve nesnel gerçekliğe gönderi yapmaya yani anlamlandırmaya gereksinim göstermeyen iletişim!
Ses cinsiyeti belirliyor. Cinsiyet anlamları, kuralları koyuyor. İlk komündeki dilsiz cinsiyetsiz egemenlik döneminden başlayarak binlerce yıl geçtikten sonra şimdi biz büyük çok büyük bir dönüm noktasına yaklaşmaktayız. İkinci komününü kurma arifesindeyiz. Hepimiz bir parçalanmanın içinden geçmeye hazır olmalıyız. Hepimizin deli zırvası gibi görünen cinsiyetsizliğe hazır olmalıyız. Hepimiz o büyük patlamayı yeniden yaşamaya hazırlanmalıyız. Hepimizi varla yok arasından, sıfır noktasından geçmeye hazır olmalıyız. Hareketlerin itim/çekim gücüne göre, enlem-boylam, uzam-mekâna göre kendini ayarlamadığı, nihayetinde ışınlanma dâhil tüm yer değiştirme olan betimlenen hareketin ve uzay-zamanın geride bırakıldığı düşünlenmeyle bütün varlıktaki buradalığımızı yaşamaya hazır olmalıyız. Belki yüz yıl geçer, belki bin yıl geçer ama bu spiral gelişim eğrisi tamamlanır. Dilin, eril dilin, egemen dilin egemenliğinin kaybolduğu, sömürünün yok olduğu, sınırların, yasaların, orduların, hapishanelerin ve şu andaki tartışmalarımızın ve düşüncelerimizin komik olduğu, iletişimin hislerle cereyan ettiği dünyaya geçilir. Budur bugünkü dişil dilin eril dilin yasalarına karşı başkaldırısı, onu kırma çabası, hermafrodit dile geçişinin ve ardından cinsiyetten yoksun kalmanın ve ilk konuşmada geçen “işte o benim, cinsiyetsiz olan!” demenin geleceği! Budur ikinci konuşmada geçen ve şu anda bize komik ve mantık dışı görünen iletişim arzusunun özü! Hasta kadınla doktor arasında geçen konuşmayı anımsayalım:
“- Şikâyetin nedir hanım?
– Doktor değil misin, onu da sen bileceksin!
– Ben senin gözlerine bakıp da mı anlayacağım?
– Heee!”
Bu “heeee”yi herkes ezberlesin! Bu “heee” bize aklın, sözcüğün ve anlamın yerle bir olduğu cennetin, yeryüzündeki cennetin kapısını aralamakta. Bu heee’nin güzelliğine kendimi kaptırmadan edemiyorum!
[1] Aruoba O. (2002) Tractus-Logico-Philosophicus, YKY Yayınları, 3. Baskı, 2002, S. 131
[2] Hüsrevşahi H., Baharzade Feride Hanım Edebiyat Etkinlikleri, panel konuşması, 1 Mayıs 2010, Kastamonu.
[3] Hüsrevşahi H. İran Edebiyatı Hakkında Konuşamamak Üzerine: Kimin sesi?, 25 Nisan 2004, Antakya
[4] Hüsrevşahi H., Farsça Şiirde Görsellik, MorTaka, Sayı 12, Bahar 2009. S 45.
[5] Hüsrevşahi H., İmlerin Tanrısal Gölgesi: Uzun bir sorgulamaya kısa bir yanıt. Patika, Sayı 71, 2010. S. 71
[6] Agamben G. (1999), Tanık ve Arşiv, dipnot Yayınları,. S 17
[7] Casten J.D., (1993), Heidegger, Towards a Poetry Beyond Technological Perfection
[8] Derrida J., Çile, Kabalcı yayınları, 2001
[9] Alpyağıl R. , Yeni Düşünce Hareketleri– Doğu Batı Dergisi, Sanat ve Kültür Yayınları, Sayı19, Haziran -Temmuz 2002
[10] Tablodaki bilgiler Prof. Dr. Muhammed Taki Zéhtabi’nin İran Türklerinin Eski Tarixi adlı iki ciltlik eserinin birinci cildinden alınmıştır. Bilindiği üzere Sümerler yaklaşık milattan 4500-5000 sene önce, İlamlar yaklaşık milattan 3500 sene ve Kassiler ise yaklaşık milattan 2000 sene önce bölgemizde (Hazar’ın kuzeyi, Kafkaslar, İran, bugünkü Irak, Anadolu, Suriye ve…) yaşamış ve bölgeyi kendilerine yurt edinmişlerdir.
“Cinsiyetsiz Dil, Zamansız Anlatı ve İkinci Komünün Arifesi” için bir yorum