Azalya

Azalya, kollarını havaya kaldırarak bağırdı: “Öyleyse hepiniz duyun! Ben suçluyum!”… “Ben suçluyum! Buna ben de inanıyorum artık.”… İki kolunu kalabalığa uzattı: “Ben de en az sizin kadar aldatıldım.”… “Evet… Beni aldatan bir şeytandı… ve ben de sizi aldattım!”

Kadın, Öj’ün kolunu çekerek mırıldandı: “Gel oğlum, gidelim… Bu yağmur, bu kente sonsuza kadar yağacak! Bize bu kentte yer yok artık!” Annesi, bir eliyle Öj’ün kolundan tuttu, diğer eliyle siyah başörtüsünü düzelterek kalabalığı yardı. Bilincini yitirmiş olan kalabalığın uğultusunun kıyılarına çekilmeye çalıştı. O kalabalık, ölümün hazzı ve şehveti içinde, kafalarında ve yüreklerinde hiçlerin yarattığı kargaşayı susturamayacaktı artık. Bekledikleri son, yitirdikleri mutluluğa kavuşmaktı. Onlara göre, yanılgılarıyla kutsadıkları kadın, şeytanın taktığı maskeyi daha fazla tutamamış ve Tanrısal irade, o maskenin düşmesine sonunda karar vermişti.

Öj bir kez daha döndü; fakat Azalya’yı göremedi. Gördüğü, uğultu içinde çalkalanan bir yığın gövde ve baştı! Annesinin gözyaşını da görmüyordu. Kadın da, gözyaşlarının ne için olduğunu bilmiyordu.

Azalya, durduğu o yükseklikten, Öj ve annesini gördü. ‘O kadının yerinde olmalıyım,’ demedi. Çünkü, onun yerinde değil yanında olmayı arzulamıştı.

Azalya’nın haykıran sesi kadını yakaladı, yerine çiviledi. Azalya, şalın sarktığı kolu ile kızıl sakallı bekçiyi göstererek tüm gücüyle haykırıyordu: “Evet! Duyun beni! Duyun!” Öj ve annesi durdu. “Ben aldatıldım. Bunu, yarınları yaşayacak olanlar bilsinler; beni aldatan şu anda sizin yazgınıza hükmediyor! O erkeklerinizi denizlerde ve dehlizlerde yok ederek kadınlarınızı dul bırakıyor. Kadınlarınızı ayin masalarında şehvetlerine kurban ediyor… başkaldıranlarınızı kılıçtan geçiriyor! Duyun! Son kez duyun ve bilin ki sizi bir hiçle aldatan beni de aldattı!”

Azalya, iki muhafız onu kızıl sakallı bekçinin yanına götürürken hâlâ bağırıyordu: “Siz aldatılmışlığınızın hıncını benden almak istiyorsunuz… sizi korkak pis yaratıklar! Sizi ikiyüzlü fareler! Tanrının laneti üzerinize olsun!”

    

“Bu, çiçek toplamanın sonuydu…”

“Ama bilmelisiniz… Ben, kaderine boyun eğen o yıldız değilim. On iki kez on iki ay geçse de, beni yeraltı krallığına gönderseniz de, her defasında size sesleneceğim ve hep aynı şeyi söyleyeceğim: Ben, kaderine boyun eğen o yıldız değilim.”

Azalya, hâlâ kalabalığa bağırıyordu: “Ey ölümün şehvetiyle uyuşmuş olan sizler, ben şu anda gözlerinizde, o ilk cinayetin şölenini görmekteyim; beni göremeyen gözlerinizde… Ben, o ilk cinayetin çığlıklarını duyuyorum; sizin duymayan, unutkan kulaklarınızla… Şimdi siz! Ey tüm kentlerin yıkımlarında çığlık atanlar! Bir kez olsun uyanın… Binlerce yılın ölüm tozunu silin yüzünüzden! Bu tapınakları görün! Alınyazılarınızı sizin adınıza yazan hükümranlarınızı görün! Terk edin kendi cesetleriniz üzerindeki çırpınan gövdelerinizin, avare ruhlarınızın şölenini… Duyun beni! Ben, işte o ilk kurbanım! Ve hep ilk olarak kalacağım.”

Azalya susmayacaktı: “Siz bir gün bu tılsımdan kurtulacaksınız! Belki sizin evlatlarınız sizin içinde bulunduğunuz tılsımı kıracak ve bu kent uyanacak! Kendi külleri arasından uyanan o erdişi kuş gibi… o erkek ana, dişi baba olan ilk! O zaman buraya gelin… bu odunları yığdığınız yere gelin ve beni sorun! Size bugün söylediklerimi tekrar edeceğim!”

Azalya’nın söyledikleri, kalabalığın yüreğine korku üzerine korku serpiyordu. Onlar, yerlerinde duramayan yabani at sürüsü gibi çalkalanıyor, tedirginliklerini, oradan koşarak uzaklaşmakta arıyorlardı; ama tümü de oraya çivilenmişti. Azalya’nın ölümünü seyretmek için toplanmış olan bu kalabalık, çığlıklar atıyor, o cadının bir an evvel öldürülmesini istiyordu. Bir an evvel, kutsanmışların merhametini alarak ödüllendirilmeyi bekliyorlar, yakınlarında duran mutluluğa varmak istiyorlardı.

Azalya’nın sesi, duman içinde boğulmaya yüz tutmuştu: “Siz! Siz ki çıngıraklı yılan çığlıkları atıyorsunuz, hangi ateş meyvesinin tohumlarını yediniz ki kendi toprağınızın altından, kendi mezarlarınızdan kurtulamıyorsunuz? Hangi şarap, hangi afyon felç etti sizi? Sizi sürü gibi sürenlerin ellerinden öpüyor, köleliğinizi kutluyorsunuz?”

Kalabalık hiçbir şey duymuyordu artık.

“Bilin ki sizin sesinizi çalmışlar. Sesinizi, o kutsallığına inanmadığınız göğsünüzün boş kutusundan ne anneniz duyacak ne ay ne de güneş!”

Azalya, kalabalığın uğultusu arasında mırıldandı: “Ey çürümüş hükümranların çürümüş zamanı… şimdi köpek leşlerinden yükselen koku var sözlerinde… ey çürümüş zaman…”

Azalya, başını yukarı kaldırdı. Başını iki yana sallayarak saçlarını alnından uzaklaştırmak istedi. Yağmur dinmek üzereydi. Gözlerini, çiselemekte olan yağmurdan korumak için kısıyordu: “Lanet olsun! Su! Yerden ve gökten birbirine kavuşan su! Bu sirenlerin, lanet perilerinin öfkesi! Olsun. Benim tenimden yükselen bu ateş, suyun aldatan perilerine, ‘Dur!’ diyecek. Gözlerimden yükselen toz, tüm yeryüzüne serpilecek. Ve bir gün, bir damla olacak ve sevdalı bir kızın gözünü boyayacak.” 

Gözlerini, karşısında duran, kolları bağlı Aquilla’ya dikti.

Aquilla, bileklerinden sıkıca bağlanmıştı. Azalya, Tigres’in ölü bedenine baktı. Belki de o anda, her yer o genç ölünün gövdesiyle, durmuş soluklarıyla dolmuştu. Azalya, o ilk kadın, tüm yüzyılların susturulan Tanrıçası gülümsedi, “Zavallı dostum… Kara maskeli düşmanın derin yaraları bile seni bu denli çaresiz düşürememişti! Hani, senin katillerinin beni kutsadıkları günlerden söz ediyorum!” diye fısıldadı. Alevler yükselmeye başlamıştı. Aquilla çırpınıyor, bağırıyordu: “Azalya… sevgilim… affet beni!”   

Azalya, gözlerini Aquilla’ya doğru baktı: “Zavallı sevgilim… Her ikimiz de yanılmışız! Bu yıl, kış mevsimini nasıl geçireceksin?”

Azalya, roman, arkadaş yayınları, Kasım 2011

Yorum bırakın