Ahmet, zil zurna, çırılçıplak yatakta. Yüzümü yıkarken, kadının pörsümüş memeleri omzumda ezildi. Yüzümün kiri, Ahmet’in tanımadığı bir adamın böğrünü deşerken yanına aldığı kana karışıyordu lavaboda. Kadına, “Kaç yaşındasın?” diye sordum. Gülümsedi. “Kırk üç yeni bitti,” dedi. Vay be! Demek ya işçidir; felek vurmuş pörsümüş, sonra zengin bir kocayı avlamış, kurtarmış kendini… ya da orospuluğa yeni paydos demiş, başlamış patroniçeliğe… ya da anasının gözü kaçakçı! Bunların yerine, bir üniversite hocası, ya da önemli bir firmanın yöneticisidir diye de düşünebilirdim, düşünmedim. Her kimse, her neciyse, ikimizi birden istemiş; iştahı kabarmıştı besbelli! Yüzümü ellerinin arasına aldı. ‘Gözlerin güzel,’ dedi. Bıyıklarımın suyunu içtim. ‘Kalçaların da güzel!’ dedi havluyu uzatırken. Attım kanepeye kendimi. Yanıma geldi. ‘Burada olmaz… gel yatakta uyu!’ dedi. Gittim. Gülerek yatak odasına aldı. Pantolonumu sıyırdı, yatağın yanındaki beyaz postun üzerine fırlattı. Çoraplarımı, gömleğimi de çıkardı. Soyundu, Ahmet’le benim aramıza girdi. Eli vücudumda dolaşırken, ‘Her şeyi gördüm!’ dedi. Dönüp üzerine yattım. Bileklerinden yakalayıp iki yana ayırdım: “Adın ne senin?” dedim.
“Erika… ya senin adın ne?”
“Ben adımı unuttum…”
Yüzümü yüzüne yaklaştırdım. Soluklarını kulaklarımda hissediyordum. Kulaklarını öpmek isterken kulaklarıma fısıldadı: “Adını unutanlarla sevişmekten hiç hoşlanmam. Adını unutanlar ölmüş demektir! Ya sev, ya öl!” Bir ad uydurup söyleyince, “Demek kanın sıcaktır daha!” dedi.
Türkçe, siktiri çektim. Yanına uzandım.
Tekrarladı: “Her şeyi gördüm dedim!”
“Neyi gördün?”
Yanıtlamadı. Hızla üzerime abandı: “Sevişirken ölmek mi güzel, yoksa ölürken sevişmek mi?”
Anlaşıldı. Bu, mutlaka kafayı yemiş bir orospudur!
“Kalk lan! Ahmet!”
Ahmet, hırladı, yüzükoyun döndü. Sanki kavga ederken birinin böğrünü sustalısıyla deşen o değilmiş gibi. Nasıl uyur? Nasıl bu kadar umursamaz olur? Demek Köln’den Hamburg’a, oradan Kiel’e gelişi epeyi şey katmış ona! Kadını üzerimden attım. Ahmet’in üzerinden sıyrılarak yataktan düştü. Sarhoşluk ve şehvet serpiştiren kahkahası patladı. Yüzümü duvara çevirip uyumak istedim. Duvarı seyrederken aptallığıma şaşırdım. Bu kadını bilmeyen yok buralarda her halde. Polislerin eve dökülmesi an meselesi. Kahretsin! Tekrar sırt üstü döndüğümde, kadın at sırtına oturur gibi karnıma oturdu. Az aşağı kayınca, bacaklarının sıcaklığı beynime sıçradı. Bir iki göğsümü okşadı. Belinden tuttuğum gibi yan yatırdım. Bu sefer onun yüzü duvara dönüktü. Sırtını göğsüme bastırdı. Bileklerinden tutup, duvara bastırdım. Tırnaklarını duvara geçiriyordu. Göğsüm, sırtında yapış yapıştı. İnlemeleri, yanmakta olan bir farenin çığlığını, cızırtılarını andırıyordu…/…/
Sustalıyı Ahmet’ten alırken görmüştü demek. Fare cızırtısı sarhoş, manyak bir kahkahaya dönüştü. Ahmet’in bir an debelenip çırpındığını duydum. Uyku, alkol ve sıcak rehavetin verdiği sersemlikle ona döndüğümde, elim sıcak, vıcık vıcık o sıvıya bulaştı. Ne olduğunu anlamadan, kadın sustalıyı çenemin altına dayadı: “Sorumu yanıtlamadın daha… sevişirken ölmediğine göre, şimdi ölürken tekrar sevişmeye ne dersin?” dedi. Hayır! Bu gerçek bir orospu olamazdı. Gerçek orospular çünkü, biz erkeklerin günahlarını güler yüzle taşıyan en namuslu yaratıklardı. Bu kadın mutlaka okumuş, üniversite bitirmiş bir sapıktı!
Ahmet’in kanı sırtımdan aşağı sızıyordu. Apış arası, karnıma sürünürken o, sustalının ucunu çenemin altına bastırdı: “Haydiiii,” diye hırıltılı bir ses çıkardı. Gözlerinin kaymasıyla sustalı işini bitirecekti. Demek, bu kadar yürüyüşten, bildiriden, grevden, coptan sonra bir sapığın sustalısıyla gebermek varmış kısmette!…
(Ölümü Gözlerinden Gördüm, h.h., Arkadaş Yayınları, 2010)