Yağmur gelince gidecektin. Yağmur silecekti saçlarının ateşini, saçlarındaki ateşi. Yağmur öfkeni yıkayacak içindeki yıldırımları söndürecekti. Yağmur gelmedi. Dağlar ve yeşil etekler dumanı yükseltti. Sen duman içinde, duman senin içinde geldin. Geceyi gündüze, gündüzü geceye bağlayan evrenin yangın çizgilerinde. Gökyüzünün sekiz tahtından inmiş, yedi rüzgarın sürdüğü, yedi kızıl atın çektiği savaş arabanda durmuş geliyordun. Geldin. Ne söylemeliydim? Neyi duymak istiyordun benden? Senin yedi dilin yedi denizimde, yedi dağımda, yedi ırmağımda, yedi kuyumda, yedi gözümde, yedi yaramda ve yedi hikayemde saklıyken neyi duymak istiyordun benden? Ben, senin yıldızları emziren dört yüz memenden ateş emen yoksul çingene, dili tutulmuş şair, evini kaybetmiş sarhoş, zarları kaybolan çocuk duvar dibinde. Ben senin iki başının berzahında salınan o muğlak sözcüktüm hâlâ! Sen benim çorbamın sıcaklığı, kalbimin sıcaklığı, avuçlarımın sıcaklığı. Sen benim sunağımın ateşi, ben senin sunağında sonsuza teslim edilen tutsak.
Agni o şiiri bir daha oku. O şiiri bir daha yak. Sen bir kez ikiz annenin ikiz rahminden doğdun. Bundandır iki kalbin var, iki başın ve yedi dilin. Bir kez benim ağzımdan doğdun ondandır hep suskunsun hep duman. Bir kez kendi avuçlarından, kendi rahminden doğdun ondandır dilim dilim yükselir alazların. Kan senin öykünün ruhuydu. Benim etimi yerken ve ben senin son soluğundan doğarken Agni sen kanın öyküsünün ruhuydun.
Hatırlar mısın bir akşam gün batarken denize karşı biz bir sahildeydik. Martılar kanat çekmişlerdi denizden dizilmişlerdi dalga kıran bir duvara? Hatırlar mısın? Bir yaşlı kadın yaklaşmıştı bize… yüzünün bir yanı sana benziyordu bir yanı bana. Gözlerinin teki senin gözündü teki benim. Sesi ne kadın sesiydi ne erkek. O kutsal sedir ağacının yarığından süzülüp gelen bir kuştu belki de bir rüzgarın düşü. Balıkçı tekneleri suda yalpalıyordu. Balıkçılar ağlarını çekmiş gitmişlerdi. Şimdi kayıklarla dalgalar baş başa kalmışlardı. Seninle benim gibi. Kadın, elini aç dedi. Açtın. Dudaklarına götürüp öptü. Kara kirpikleriyle elinin ayasını süpürdü. Onun kirpiklerinin ucunda serçe gagası vardı senin saçlarının ucunda kül. Rüzgar ılıktı o sahilde. Sen bir şiir söyledin. Adımızın saklı olduğu bir şiir. Sonra kadın ağzını aç dedi. Açtın. Ağzını ağzına dayadı. Cehennemin alevlerini üfledi mi yuttu mu anlamadım. Sen ağladın. Deniz susmuştu. Tekneler susmuştu. Kalk gidelim dedim. Hatırlıyor musun? Sen ağlıyordun yol boyu. Ölümü peşinden sürükler gibi korku ve acı içinde. Çarşıdan eve kadar adımı çağırdın. Peşinden adını bağırarak koştum. Herkes bize bakıyordu. Çarşının orta yerinde gayda çalan sakallı kara gözlü çocuk da sustu. Biz rüzgar gibi geçince oradan, gayda sesi çok uzaklardan geliyordu. Bir ormandan, bir dağ tepesinden, bir kuyunun dininden.
Eve girdiğimizde senin yüzünde ay parçalanmıştı. Ak bir dolunay. Yere çöktün. İki yumruğunu iki dizine vurarak bana ilendin. Yere çöktüm. Ellerini avuçlarıma aldım. Kadının öptüğü elinden öptüm. Dudaklarım yandı. Sanki gittiğimiz o aktar dükkanındaki acı ne varsa sürmüşlerdi dudaklarıma. Kokusu senin eteklerine sinmiş baharat kokusuydu. Lavantaya da çalıyordu. Kadehlerimizi doldurdum kırmızı şarapla. Sen hâlâ ağlıyordun. Sonra yerde, başın dizlerimde, uyudun. Denizin tuzlu kokusu tül perdeden içeri girince anladım sen benim ilk ve son ateşimdin. Sonsuza kadar yanacak ve yakacak olan dilimden düşmeyen tekçe dişi Agni’m!
h.h.
7 Mayıs 2019
