Nazan Kesal’ın tek perdelik Yaralarım Aşktandır adlı oyununa kısa bir bakış
Biz Furuğ’un kendi şiirini okuyan sesiyle dolan bu loş karanlık salona niçin geldik?
Onun şiirlerini duymak için mi geldik? Hayır! Bu şiirleri biz yüzlerce kez dinlemişiz… İki siyah duvar arasında ve siyah tavan altında kara-kırmızı bir sahnede, sonradan teneşir olduğunu anlayacağımız beyaz masayı, sağ köşede konuşlanan daha küçük siyah sandığı ve onun yanında duran siyah kovayı görmek için mi? Teneşirin çift yansıması gibi duran iki parlak beyaz levhaya öykünen asılı iki paralel parıltının gecenin karanlığını yarar gibi siyah tavanı yaran ve bu dipsiz karanlığın sonsuza kadar uzandığı yanılgısını yaratan düzeneğini mı? O iki parlak levhanın yerdeki izdüşümünün bize doğru genişleyerek uzanan iki siyah gölgeye dalmak için mi? Hayır! Biz kendi gölgemizi kaybetmiş olarak bu karanlık salona gelmişiz.
Furuğ ölümüyle bizi şüpheye düşürmüştür. Diğer ölümlere benzemeyen bu ölümle, yaşamla ölüm arasındaki geçiş yolunun keskinliği, geçiş kapısının kuşkusuzluğu kaybolmuştur. Onun bütün hayallerini ve hayaletlerini taşıdığı başı bir anın kısa bir kesitinde Tahran’ın bir caddesinin refüjüne çarpınca bu keskinlik ve kuşkusuzluk kaybolmuştur. Yaşam ölüme evrilirken, ölüm yeniden bir yaşamı ortaya çıkarmıştır. Furuğ susmuş ancak bizdeki Furuğ daha yeni dil açmaya başlamıştır. Onu lanetleyenler,evden atanlar, dergilerde yerden yere vuranlar, onu deli, fahişe, şiirden anlamaz diyenler susmuş, İran’ın aydın düşünenleri dil açmıştır. Biz bu salona içimizdeki şüpheyle girmişiz. Ne ölümün yokluğuna inanmışız ne de yaşamın varlığını üstümüzden atabilmişiz. Biz kendi Araf’ımızda ve bu Araf’taki şaşkınlığımızla bu salona girmişiz. Biz gönüllü olarak bir tılsıma tutulmaya gelmişiz. Gelmişiz ki bir kadın başka bir kadını mezarından çıkarsın, onun diline girsin, onun sesine girsin ve bize haykırsın. Biz sus pus oturalım, gözyaşlarımızı sessizce yutkunalım ve inanalım soğuk mevsimin başlangıcına!
Salondaki loş karanlık sönüp silinince, sahnedeki siyah kırmızılık sönüp silinince, gölgeler ve sesler, zihnimizdeki ölüm heyecanı dışında her şey silinince biz bu mutlak karanlıkta, gönüllü olarak girdiğimiz bu mezardan uyanıp mahşerimize adım atmak için sessizce soluk alıp veriyoruz. Ta ki cılız bir ışık, cılız bir ses bizim zihnimizin mezarına sızıyor ve biz bir Araf’tan başka bir berzaha uyanıyoruz. Hayır biz uyanmıyoruz, teneşirde bizden kopup, kendi hayatiyetinden kopuk gitmeyi bekleyen, üç gündür teneşirde bekletilen kadın kıpırdıyor. Mademki, mollalar fetva vermiş yıkanmaz bu ölü, diye ve üç gündür yaşamından ve o yaşamdaki her şeyden kopuk gitmeyi beklerken, yaşamındaki yalnızlıktan teneşirdeki yalnızlığa terk edilmiştir, ayaklanmaya karar veriyor, yeniden doğuşa karar veriyor, o kıpırdıyor ve mutlak yalnızlığındaki bekleyişine son veriyor… ölümün ötesinden bize sesleniyor! Biz hala ölümle yaşam arasındaki silik çizgi üzerinde şüphelerimizle seyrediyoruz bir kıyamı, bir kıyameti. Ancak bu kıyamet ve ayaklanma ileriye doğru değil, geriye doğru, bize doğru gerçekleşiyor.
Ve şimdi kırmızı elbiseli, kısa kara saçlı bir kadın, kara-kırmızı bir ışığın doldurduğu sade bir sahnede yalnız. Yalnız bir kadının sesi hüzünlüdür. Hüzünlü bir ses bize ulaşıyor ve bizi de teneşirimizden kalkmaya kışkırtıyor!
Ben diye konuşuyor. Ben diye şiirler okuyor. Şiirlerini okuyor. Ölümün kapısından geçen kadın kalkmış ve yaşıyoruz iddiasında olan bizlere sesleniyor. Biz Araf’ımızdan kopmak için kandırılmaya gönüllü bireyler olarak sahnedekinin Furuğ olduğuna inanıyoruz. Teneşirden inmiş ve sahnenin dört bir köşe bucağına yürüyerek, koşarak, dans ederek gidip gelen kadını kaybetmemek için onu izliyoruz… Ve berzahından yaşama geri dönen kadın başından geçenleri anlatıyor. Bu anlatının coşkusuyla dansa kalkıyor ve dansın coşkusuyla teneşirini yerden kopararak yaşam alanının her bir noktasına sürüklüyor… Biz hala şaşkınız. Ne zaman ki Furuğ, o siyah kovadaki suyu alıp kendi cesedini yıkamaya başlıyor işte o zaman biz nedenli derin bir trajediyle karşı karşıya kaldığımızı anlıyoruz… Furuğ sahnede ağlarken biz o gözyaşlarının arkasında eril dünyanın baskıcı acımasızlığını duyumsuyoruz. Biz Furuğ’un sesinde bütün İran kadınlarının, dünya kadınlarının sesini duyuyoruz. Biz, eril yasalarca taşlanarak öldürülen kadınların, tecavüz edilerek katledilen kadınların, yakılan kadınların, cesetlerinin yıkanmasına ve toprağa verilmelerine bile izin verilmeyen kadınların, teneşirlerinden, mezarlarından ayaklanışıyla başlayan bir isyanın biricik güzelliğine, biricik hüznüne kapılıyoruz. Biz kadınların acısını hissettikçe ve hissettiğimizce hayat bulmaya başlıyoruz. Kırmızı giysili kadın, siyah kovanın yanındaki sandığa çıkıp konuşurken biz Furuğ’un varla yok arasındaki çizginin kıyısındaki uçurumu duyumsuyoruz. O, dağların tepesinde duruyor sanki, gözyaşlarını döktüğü odasının penceresinden akasyalara bakıyor sanki… ve sanki bu eril egemenliğe baş eğdiğimiz ölçüde ona ve diğer kadınlara reva görülmüş zulme ortak olduğumuz için utanç duymamız gerektiğini sesleniyor. Bu ses biriciktir. Bu ses şiirdir; aşkın sesine benzer olarak sessiz, boğuk ve susku kapısına komşudur. Bu boğulmuş bir haykırıştır, boğulanın haykırışıdır!
Ve Furuğ, sahnedeki Furuğ, bizim Araf’ımıza giren, bizim şüphemizi yüzümüze karşı bir boy aynası gibi tutan Furuğ elbisesinin yakasından tutup çekiştirip geriyor, bırakıyor, eteklerini savurup dans ediyor, bir köşeye siniyor, teneşirinde -ki bu kez sanki onun yatağıdır- uzanıyor ve anlatıyor… ayakkabılarını giyiyor, ayakkabılarını çıkarıyor… sanki yaşama gelip ve ölüme geri gidiyor, kuşanıyor ve çırılçıplak kalıyor sanki… çıplak ayaklarıyla sahnede çırpınan kadın, acısını anlatamayan kadın bizim yaşadığımıza inanmamız için bizim kulaklarımızda tınlayan bir şiir gibi gelip varıyor: “ben çıplağım, çıplağım, çıplak, sevgi sözcükleri arasındaki duraksamalar gibi çıplak, ve tüm yaralarım benim aşktandır, aşktan, aşktan, aşktan”
Burada bir an duralım, bir an soluklayalım.
Furuğ’un parçalanmış yaşamından parçalar dinlerken düşünüyoruz ki kimi şairler şiir yazar, şiiri yazar. Kimi şairler ise şiiri yaşar. Furuğ ise, hayat tarzıyla, bakışıyla, duruşuyla ve kısaca bütün varlığıyla şiiri yaşarken aslında kendisi de bir şiire dönüştü; kısa ve onun merkezçek gücünden kurtulmanın imkanı olmayan, kendine özgü evrensel güzel ve biricik şiire. Bu biricik olma nedeniyle de yalnız bir şiire dönüşmüştür Furuğ. Evet kısa, çekici, yalnız ve evrensel.
Furuğ’un varlığı kısa bir şiir olarak güzel ve çekiciydi. Tam da sesindeki doğanın güzelliğiyle. Güneş kadar, yağmur kadar, esen rüzgâr kadar, bir çiçek, sokağa bakan bir pencere kadar, sisler arasında saklanan akasyalar kadar güzel ve çekici. Bu güzellik algılandıkça onun yok oluşu, yitimi kendi içinde sakladığı hüznü açığa vurur. Bir şarkı ne kadar güzelse onun susması o kadar hüzün vericidir, bir çiçek ne kadar güzelse onun solması bir o kadar hüzün vericidir. Şiir ses ve solukla mümkün olduğuna göre eşsiz güzellikte bir şiir olarak Furuğ’un sesinin bir daha duyulmaması ve soluğunun bir daha dalgalanmaması bir o kadar hüzün vericidir. Ve Furuğ evrensel bir konumla, sadece kadınların haklarını haykırarak değil, sadece eril dünyanın yasalarına, eril diline ve eril düzenine karşı inatçı dişil sesi, dişil dili ve dişil duruşuyla değil, tüm bunları özgün biçemiyle şiirlerinde perçinlemesiyle de biricikliğini İran edebiyat tarihine adını acılar çekerek ve fakat asla pes etmeyerek kazımıştır. Bu nedenledir ki yaşama ve şiire âşık olan Furuğ yaralarım aşktandır der.
Nazan Kesal’ın sahnesi Furuğ’u yeniden bize kavuşturmuştur. Nazan oyunu ile bize oyun oynamıştır. Bizi kandırmıştır. O bu oyuna teneşirden ayaklanarak, Furuğ’u ayaklandırarak başlamıştır ve bize ölüme meydan okuyan bir cesaretle Furuğ’un yeniden doğuşunu sergilemiş ve bizi ona inandırmıştır. O, bu oyunuyla Furuğ’un öldüğünü bize unutturmuştur. Tam da kendisi de şiire dönüşen Furuğ’un yaşamı ve şiiri gibi kısa, çekici, evrensel ve yalnızlığın ve hüznün büyüsünü bize üfleyen bir oyunla. Oyuncu, etkin oyunuyla, tam da Furuğ’un yaşamdan algısına denk düşerek, güzelliğin zeval ve yok oluşunda saklı hüznü içimize yeniden ekerek Yaralarım Aşktandır diye seslenmiştir. Nazan, sahnede Furuğ’un yaşamda yalnız olduğu kadar yalnızdı: Ve bu benim yalnız bir kadın!
Nazan’ın sahnedeki varlığı Furuğ’un yaşamdaki varlığı kadar değil şiirsel, şiirin ta kendisiydi. Bu şiirin bitimi olası değil, olmaz. Zihinlerimiz, belleğimiz bizi terk etmediği sürece Furuğ’a minnet duyacağız, Nazan’a minnet duyacağız. Nazan’ın oyunu saatlerce sürse de bir şiir kadar, bir yaşam kadar, 29 Aralık 1934 ile 13 Şubat 1967, Pazartesi öğleden sonra saat 4’e kadar geçen süre kadar kısa olmuştur. Saatin dört kez çalışı kadar!
Ve Furuğ yeniden teneşirine uzanıp kendi Araf’ını ve bizi terk ederken, şiirini okuyan Furuğ’un salonda yansıyan sesi giderek boğuklaşıyor, anlaşılmaz oluyor ve sonunda karanlığın derinliğine gömülüyor. Biz bu kez ölüme ve yaşama karşı daha büyük bir şüpheyle ayağa kalkıyor ve alkışlıyoruz: Bravo… Bravo Furuğ Ferruhzad o kısacık, biricik şiire dönüşmüş yaşamınla! Bravo Nazan Kesal o biricikliği bize sergileyerek bizi ustaca kandırıp Furuğ’la buluşturduğun için! Bravo sana Şebnem İşigüzel birinci tekil anlatıyla Furuğ’un yaşamını, ve ölüm sonrasındaki anlatı metni ve Onat Kutlar-Celal Hosroşahi ve Haşim Hüsrevşahi’nin çevirilerinden yararlanarak oluşturduğun harika metinle! Bravo Berfin Zenderlioğlu, sahnede ve oyunda o büyünün bütünlüğünü sağlayarak ve gönderisel imgelerinle özgün yazınsal signifikaysonu kesintisiz sürdürmeyi sağladığın için! Bravo Cem Yılmazer sesler ve ışıklarınla ve ışıksızlıklarınla bizi Araf’ımızda ve şiirsel şüphemizde kalmamızda yardımcı olmayı başardığın için!
h.h.
Hocam sizin de emeğinize sağlık, okurken kendimi bir an orada hissettim. Sevgiyle.
Teşekkürler… sevgiler!