Ben dili anlamıyorum. Ve çok masum görünen ve insanı hemen rengârenk ışıltılarla örülen ağına çeken şiir ve çeviri gibi hilekâr ve bir o kadar fettan bir konuya yazı yazmam konusunda dostane bir davete olumlu ve samimi yanıtımı verdikten sonra şu anda siz burada değilken sizin buradalığınızda yazmakta olduğum –ki kabul görürse ben olmadan benim buradalığımla okunacak- bu yazıyı düşünürken ve yazarken, çeviri eyleminde Tsunami dalgaları gibi zavallı çevirenin zihnine saldıran iki dilin tümübirdeninin birinin diğerine nasıl çevirebilirliliği (translation) ve dönüşebilirliliği (transformation) olanaklarını ve olasılıklarını ve aynı zamanda olanaksızlığını açıklama konusundan nasıl kıvırıp sıyıracağımı düşünüyorum! Bencilce tabii. Ama düştüğüm bu cazibenin merkez çekinden kaçış olmadığına göre, konuyu alt edebilme görüntüsüne girmem açısından, kendimce şu noktadan başlamayı daha uygun buldum: Derrida der ki “… çeviri gerekli olduğu kadar imkânsızdır!”
Ben sözcüğü anlamıyorum. Her sözcüğü. Bütün sözcükleri! Neden bildiğim bu sözcüğü, bildiğim hiç bir sözcüğü anlamıyorum? Çünkü onlar benim bireysel tarihimden daha kadim ve karmaşık bir tarihin içinden GEÇİYOR ve kendilerini gösteriyorlar! Onların gösterdikleri ise benim zihnimdeki çevirisiyle eşdeğer olup olmadığından emin değilim. Öyleyse ben o sözcükte kendi algımı algılıyorum. Onun taşıdığının bana ulaştıktan sonra ona geri verdiğim algının algılanışı. Sözcük ne taşır, ne içerir, ne barındırır, ne gösterir, ne dillendirir? Onun arkasında hem süremsel hem de uzamsal olarak başkalaşanların ve ötelenenlerin tümünü algılayamamam bana pek ayıp gibi görünmüyor! Size soruyorum Kaküti ne demek? Siz bunu Jakobson’un göstergesel olgu (semiotic fact) dediğiyle anlamlandırabilirsiniz, ya da basitçe onun dilsel sistemler arasında çevirimle bir “anlam’a=isme” varabilirsiniz; ancak hep birlikte biliyoruz ki adlandırma başka bir sorundur! Kaldı ki bir kültürdeki dilde, ya da belli dilin çevreninde (bir an birinci Wittgenstein gibi düşünerek), içinde oluşan kültürde seslendirilenin başka bir dilde seslenebilmesi için o kültürün diline, ya da o kültürün var olduğu dile girmesi, o dile doğru transformasyonu, “çevirilmesi” şarttır! Bu bir harekettir, devinimdir, geçiştir. Ya da Jakobson anlayışına göre, iki dilsel sistem arasında bir dönüşümdür! Bu kanıyı yıllarca ve hâlâ da kabul edenler var. Kabul edilemez gibi de görünmüyor. Ama bu görüşü biraz daha yakın alanımıza çeker, biraz daha ayrıntılarına girdiğimizde bunun pek yeterli olduğuna kanı olmadığımız ortaya çıkar. Ve belki de kabul ederiz ki bu olası olmayan bir olasılıktır. Çeviri ve şiir! Şiirin çevrilmesi. Çok aldatıcı cazibedir. Okyanusun derinliklerindeki renk renk bitkilere, bitki kayalıklarına, mağaralarına, adalarına benziyor! Başlık olarak bunu seçebiliriz: Olası olasılık olarak şiirin çevrilemezliği!
Tam burada “çeviri” ve “çevirmen” sözcüklerine kısa bir göz atmamız iyi olur diye düşünüyorum. Çeviri eylemi her şeyi kendinde barındıran “sözcük”le başladığına göre, öncelikle Türkçedeki “çeviri” ve “çevirmen” sözcükleriyle ile örneğin İngilizcedeki Translation ve Translator, Almancadaki Übersetzung ve Übersetzer(in) ya da Arapçadaki Tercüme ve Mütercim sözcükleriyle ne aynı sesselliği ve biçimselliği paylaşıyor (non-ekivalan) olmalarının ne de tarihsel yükleriyle benzerlik gösteriyor olmalarının ne de çağrışımsal olarak bütünüyle ortak noktalar barındırdıklarının altını çizmeliyiz. Ama biz bunların hepsini aynı kabul ederek geçiştiriyoruz. Neye güvenerek yanılmadığımızı iddia edebiliriz? Çevirmek: Sayfayı çevirmek, kuzu çevirmek, dolap çevirmek, yolundan çevirmek, yönünü çevirmek, baş çevirmek, döndürüp çevirmek, geri çevirmek, telefon çevirmek…
Bir İngiliz yazar Türkçe bir metni İngilizceye çevirirken, kaynak metinde geçen “çevirme” sözcüğünü ne zaman “translation” olarak hedef metne koyar? Onun yerine koyar, kullanır? Anlam? Diğer sözcüklerle olan ilişki ve ilintilerinden dolayı mı? Başka?
Sözcük bir metin içinde kendisi değildir, öyleyse metin de kendisi değildir. Diğer metinlerle ilişkilerine rağmen! A+ğ+a+ç= ağaç, gerçekte var olan başka bir nesnenin temsilcisi olarak metne girmemiş midir? Öyleyse bu temsilciliği ona veren nedir? Ama her halükarda sözcük metne girdiği anda temsiliyetini teslim eder, edince de kendini siler. Bu son cümle kimi okurda şunu çağrıştırabilir belki: Sözcük metne girer, ruhunu teslim eder ve ölür! Kadeh şaraptan boşalır… Ve biz o andan sonra, ta başlangıç anından itibaren “Ağaç” değil gövdesi, dalları yaprakları olan bir nesneyle ilintiye geçeriz. Bu bir ceviz ağacı, salkımsöğüt, kına ağacı olabilir ya da sedirdir! “Ağaç” sözcüğündeki sesler, o nesneyi algıladığımızda silinir. Anımsayalım ki aynı nesne başka dildeki temsilci sözcüğün çok farklı sesleri olacaktır. Ama sesleri ne olursa olsun görevleri metne girince sonlanır. Seslerin silinmesi o sözcüğün silinmesi, ölümü demektir. Ses silinince imge kendini öne çıkarır! Zihnimizde de! Zihinsel algı sistemimiz içinde “Ağaç” sözcüğünün gerçekliğini yadsıyarak yeni bir gerçekliğe ulaşırız. Kendi dilimizde! Kendi dilimizin sisteminde. Kendi dilimizin yarattığı kültürel varlıkta.
Başka türlü de bakmak mümkün: anlam, sözcüğün zihnimizdeki diktatoryası olarak kendini gösterir göstermez, sözcüğün gönderilerinin uzamsal ve süremsel olarak artışı, anlamın merkezini parçalayarak, bölerek, çoğaltarak onun diktatoryasına son verme hareketine girer. (İlginçtir, siyasal ve sosyal diktatoryalar, dilsel eril davranışın kaçınılmazı olarak bir yandan sözcüklerin tek anlamlılığı konusunda dayatırken, bir yandan da kendi diyalektiği içinde, onu yok edecek olan toplumdaki eğretilemelerin artışınsa yol açar ve aynı sözcük çok anlamlılığa kavuşur. Diktatör, tek anlamlılığı topluma dayatırken toplumda çok anlamlılığın yaradılışına zemin hazırlar! Faşizmin egemen olduğu bir toplumda “beyaz güvercin” sadece beyaz bir güvercin değil! “Güneş” sadece bir güneş değil!) Bu hareket aslında uzamsal olarak ötekileşme ve süremsel olarak ötelemeden başka bir şey değil!
Öyleyse çeviri eylemi nedir? Sözcüğün buradalığı (presentasiyonu) ve onun temsiliyeti (representasiyonu) nereye kadardır? Onun sahneye çıkışıyla silinişi, kendi kendini silmesi süreci ne kadar, nereye kadardır?
Lucy Brandnock (2005) “Lost in translation? Nancy Spero / Antonin Artaud / Jacques Derrida” adlı makalesinde, Amerikalı feminist Nancy Spero’nun Fransız ressam, şair ve kurmacı Antonin Artaud’un eserlerine yaptığı tercüme hakkında yazdığı makalenin ta başında, 1996 yılında Paris Modern Sanatlar Müzesi’nde Derrida, Clayton Eschleman, Gayatri Spivak’ın katıldığı bir panelde müze görevlisinin tek Amerikan panelist olan Nancy Spiro’ya ilettiği soruyu aktarıyor: “Siz Fransız değilseniz Artaud’u nasıl anlayabilirsiniz ki?” ve Lucy ekliyor: “Bu soru tabii ki yanıt beklemeyen retorik bir soruydu!”
Geçenlerde Furuğ Ferruhzad’ın bir çevirisi daha yayımlandı. “Demek Türkiye’de bir üniversitenin Farsça Dili ve Edebiyatı bölümünde birkaç sene Farsça öğrenmekle de Furuğ çevrilebiliyormuş,” dedim kendi kendime! Cesaret! Bir kültürün köşe bucağını bilmekle uğraşılan metninin köşe bucağını bilmek arasında ne fark var? Kaldı ki söz konusu şiirse! Söz konusu Furuğ ise! Evet cesaret meselesidir. Ya da… neyse!
Ben İran’dan çıkmak zorunda kalıp Kanada’ya gittiğimde ve kendimi Yaralarım Aşktandır’ın önsözünde sözünü ettiğim 1990 yılında başlayan hikâyenin içinde buluşumdan, Paris’te Sorbon Üniversitesi’nin avlusunda bir grup İranlı öğrencinin yere serdikleri tezgâhtan Furuğ’un şiirlerini şairin kendi sesinden dinlemek üzere ses kasetini almam ve Morvarid Yayınları’nı bin zorlukla Paris’in banliyösünde bir yerde bulup Furuğ’un toplu eserlerini almamla onun çevirisini hazırlamam arasında tam üç sene geçti. Bir kitap çevirisi ve üç sene gece gündüz harcanan emek. Halbuki o çeviri hikayesinin başladığı tarihle Furuğ’un şiiriyle ilk tanışmam arasında yaklaşık 30 sene geçmişti ve Anadolu Türkçesiyle tanışmamla çeviri eylemin başlaması arasında 23 sene!
Ben dili anlamıyorum! Öyleyse kaynak dilden üç beş sene akademik dağarcık kazanan ve hedef dilin kıyısından geçmiş (bu kıyı ne Derrida’nın işaret ettiği dilin kıyısıdır ne Wittgenstein’in dil ve dilin içi/dışı tartışmasındaki kıyı ne de Einstein’in bahsettiği zamanın kıyısıdır kuşkusuz!) olup da örneğin Farsçanın usta şairlerini çevirme eylemine girişme ve başardığını sananların gözlerinden öperim! Rıza Beraheni’nin bire bir oturup bana Farsça yazdığı Tef şiirini defalarca okuduktan sonra, defalarca onun şiir dinletilerinde değişik icrasına kulak verdikten sonra Kelebeklere adlı kitaba koyduğum Tef şirinin çevirisi tam 6 ayımı almıştır!
Sözcükleri bir sistemden diğer bir sisteme taşımak onun gerilerinde, önünde ve içinde barındırdığı “iz”lerle mümkün olur mu? Hayır olmaz! (Burada izler, doğrudan doğruya tartışmalarda geçen “trace” sözcüğünü kastediyor!) Bana öyle geliyor ki kaynak dilde şiirini yazan şair seçtiği sözcüklerle yapıtını ortaya çıkarırken bile kendi dilinde kullandığı o sözcüğün “izlerini” dizelere taşıyamaz. Zavallı çevirmen, şairin tarihini ve onun seçtiği sözcüklerin tarihini nasıl hedef dilde seçeceği sözcüklerle inşa edeceği şiirde kullanacağı sözcüklerin tarihiyle eşdeğer yapabilir? Kendisini ve kendi tarihini silebildiğini varsaysak dahi! Bu işin bir yanıdır.
Ben dilden anlamıyorum. Sanrısal bir curcuna mı yoksa?
İşin diğer yanı da şudur: Şiir sadece sözcüklerin anlamsal ifadeleri, kastettiği ya da etmediği anlamaların bütünü değil! Şiir sadece sözcüklerin sessel ve imgesel harmonisi ya da zıtlaşması değil. Şiir sadece seslerin ve sessizliklerin tekrarıyla oluşan ritim ve müzik değil. Şiir aynı zamanda bir hissin oluşumu süreci ve sunumu biçimidir. Şiir çevirisi bir dil icrasıyla o hissi yeniden yaratma ve sunma sanatıdır! Oysa his sessizdir, dilsizdir. Şiir çevirisi bir his çevirisidir. Hissin çevirisinin işi ise hem kaynak dilin hem de hedef dilin köşe bucağıyladır. Geçenlerde bir dergi için yaptığım bir söyleşide şöyle demiştim: “Dil, aşkı anlatmada yetersiz kalır. Anlatıcı dilsiz kalır. Dilsiz kalan anlatıcı anlatıcılığını kaybeder. Aşk anlatısında, anlatılamamakla dil kendinden olur. Dil O’nun için, aşk için kendi Ben’inden vazgeçer. Dil yok olur. Sessizlik ve susku gelir. Anlatamama anlatılanın önüne geçer, geçer ve kaybolur. Her şey anlatı olur. Anlatılmayanla aşkın dilsizliği, suskunluğu, sessizliği anlatılır. Suskun anlatı. Bu susku evrenin sesi olur. Bütün varlığı içine alan, kucaklayan mutlak aşk. Aşkın sessizliğini şiir seslendirir. Budist bir bakışla, şiir aşkın bir avatarı olarak önümüze dikilir. Bir sorun olarak, bir soru olarak! Bu kez şiir nedir sorulduğunda yanıt alınmaz. Şiir anlatılmaz, anlamlandırılamaz… şiir de kaynaklandığı aşk gibi sadece hissedilir. Şiir, aşkta buluşur, bulunur ve aşka dönüşür. Şiir, aşkı anlatırken kendinden olur. Anlam yüklü dilden olur, anlamsız ve dilsiz kalır. Sözcükler bir biri içinde alabora olur… Aşkın, şiirin ve dilin bu dilsizliğe geçişi yeni bir anlatı olur, ama dile gelmez. Sır olur. Anlatılamayan bir sır olur. Aşk bir sır olur. Şiir bir sır olur. Anlatılan aşk, aşk değil. Anlatılan şiir, şiir değil.”
Biz çevrilemez olan şiiri, çevrilebilire dönüştürme çabasında giriştiğimiz katliam sonucunda sözcüğün nesnel varlığıyla bütün diğer öğeleri arasındaki gerilimi aktarabilme imkânının olmadığını, imkân yokluğunu, yoksunluğunu bilmeliyiz. Bu nedenle şiir çevirisi rizikosunda yeni sözcüklerle benzer ya da eşdeğer gerilimi yaratma çabasında başarılı olmaya bakmalıyız en azından! Bu gerilim, kaynak dilin, o dilin içinde var olan insanlarda yarattığı sanatsal hazzın benzerini yaratabilmelidir. Değilse what is this?, This is a book!!!
Ha, iyi ki hatırladım: size sormuştum kaküti ne demek? Bazen salata üzerine serpilen, bazen biftek kebap… yeşil, hoş kokulu… Evet! Biftek üstü, yeşil ve hoş koku sizde bir his yarattı ve anlamı keşfettiniz: Kekik! Kekik demek! Öyleyse bırakalım çeviri konusunda Jakobson ve Derrida tartışadursunlar!
(Haşim Hüsrevşahi)