dilenci…

Bir uzun öykü:

İran öykücülüğünde büyülü realizmin ilk örneklerinden…

Yazan: Gulam Hüseyin Saedi

Görsel sonucu
5 Ocak1936 Tebriz-23 Kasım 1985 Paris

Üç ay içinde üç kez Kum kentine gidip döndüm. Sonuncusunda, işlerin kötüye gideceği içime doğmuştu sanki. Ama yine de gece yarılarken ıskarta bir arabaya atladım ve sabah güneş doğmadan Seyit Esedullah’ın kapısına vardım. Kapıyı çalınca Aziz Hanım geldi, beni görünce şaşırdı. Kapıdan çekilirken, açık kalan ağzıyla şaşkın şaşkın beni seyrediyordu: “Büyükhanım! Sen gitmemiş miydin?”

Anlamazlıktan geldim. Selam verip içeri girdim, sekiden geçtim. Avluda, uykudan yeni uyanan çocuklar havuzun kıyısında ellerini yüzlerini yıkıyorlardı. Ayağa kalkıp bana baktılar. Ben duvar kenarına oturdum, bohçamı da yanıma aldım. Öylece kaldım. Aziz Hanım yeniden sordu: “Sahi, Büyükhanım sen gitmemiş miydin?”
“Gitmiştim,” dedim, “gitmiştim nene ama yine geri geldim.”

Aziz Hanım, “Madem geri gelecektin neden gittin ki? Burada kalırdın, bizi de meraklandırmazdın,” dedi. Gülerek “Şimdi döndüm ki meraktan kurtulasınız,” dedim, “ama nene boşuna gelmedim, bilesin, çok önemli başka bir iş için bu kez…”

Çocuklar gelerek beni çembere aldılar ve Aziz Hanım -kaşları giderek çatılıyordu- bahçenin kıyısına oturdu ve “Başka dediğin işin de neymiş?” diye sordu. “Kendime bir karış toprak almak için geldim,” dedim, “rüyasını gördüm, yakında gidiciyim.” Aziz Hanım yerinde kımıldadı, “Beş paran yok senin, nasıl alacaksın toprağı?” dedi. “Eh, yolunu buluruz,” dedim ve bohçayı gösterdim. Aziz Hanım kızarak “Madem paran var, buraya neden zırt pırt gelirsin, zavallı Seyid’i soyar soğana çevirirsin? Zavallı sabahtan akşama kadar it gibi koşturur, geberir, çocuklarını karnını doyuramaz, sen de bırakmazsın yakasını, gider gelir her defasında da bir şeyler tırtıklarsın,” dedi.

Kendisine bir yanıt vereyim diye gözlerini gözlerimin içine kilitledi. Fakat ben de alındığım için yanıtlamadım. Azize, homurdanarak merdivenlerden yukarı çıktı; çocuklar da aceleyle peşinden… Başlarına bir bela getireceğimden korkmuşlar gibi… Ama ben orada, duvarın kenarındaydım ve anlayamadım, nasıl olduysa uykuya dalmışım. Rüyamda, Seyid’in dükkândan döndüğünü gördüm, Azize ile ağacın altında durmuşlar, benim hakkımda konuşuyorlardı. Azize dırlanmaya başlamıştı ve durmadan da gözdağı veriyordu, yok efendim, şayet Seyit beni reddetmezse başıma hangi belaları yağdıracağını biliyormuş. Uykudan sıçradım, Seyid’in geldiğini, sahiden sekide oturduğunu gördüm; karısı ile yüksek sesle konuşuyordu. Seyit, “N’apim yani,” diyordu, “mescit kapısı… çıkarılacak şey de değil, yakılacak şey de… sen bana bir yol göster! N’apabilirim bir bakayim.”

Aziz Hanım, “Ben ne yapacağını bilemem,” dedi, “davul zurnayla herkese beş parasız olduğunu söylemiş ama şimdi kalkmış kendisine yer almaya gelmiş. Herhâlde Vadiy-el-Salam’ı da beğenmez… topraktan medet umuyor. Hem madem bu kadar parası var, senin yakanı neden bırakmıyor? Neden diğerlerinin yanına gitmiyor? Bu kadar oğlu var, kızı var, sen hepsinden daha zavallı, daha yavşak olduğun için mi boynunun vebalı oldu ha? Seyit Abdullah, Seyit Murteza, Cevat Ağa, Seyit Ali, diğerleri… Safiye, Huriye, Emine Ağa ve bir o kadar da paralı pullu damat… Senin sakalını neden bırakmaz?”

Seyit biraz dayandı, “Çaresiz kaldım, kendin ne yapacaksan yap ama Tanrının hoşuna gitmeyecek bir şey yapmayasın, ne de olsa anamdır,” dedi.

Sekiden çıktılar, ben de gözlerimi kapattım, uyuyormuş gibi yaptım. Seyit merdivenlerden çıktı, sonra aynı sessizlikle indi ve evden çıkıp gitti. Ben bohçamdan bir parça ekmek çıkardım, yedim ve oracıkta yere uzanarak uyudum. Önceki gece arabada o kadar sallanmıştım ki ayakta duramıyordum. Gözlerimi açtığımda hava kararmıştı ve odada ışıklar yanıyordu. Birkaç kez öksürdüm, sonra havuz kenarına gittim, suyu şapırdattım fakat kimse dışarı çıkmadı. Merdivenleri yukarı tırmanınca Aziz Hanım’ı gördüm; çocuklarla sofraya oturmuşlar akşam yemeği yiyorlardı. Seyit daha gelmemişti. Girişte beklemeye başladım. Yemek bitince başımı içeri sokarak “Aziz Hanım, Aziz Hanımcan!” dedim.

Esedullah’ın büyük kızı Mahroh, yerinden fırlayarak çığlık attı, hepsi ayağa kalktılar. Aziz Hanım ışığın fitilini yükseltti: “Ne yaptığını sanıyorsun acuze? Çocuklarımın ödünü patlamak mı istiyorsun?” Geri geri adım attım: “Seyit geldi mi diye bakmak istemiştim,” dedim. Aziz Hanım, “Kör müsün?” dedi, “Gözün yok mu? Gelmediğini görmüyor musun? Hem bu akşam eve dönmeyecek.”

Elini kolunu savurdu: “Ben ne bileyim hangi cehenneme gitti!”
“Peki ben nerede uyuyacağım?” dedim.
“Benim tepemde!” dedi, “Ne bileyim nerede uyuyacağını… çocuklarımı delletme, nerde istiyorsan orada zıbar.”

Oracıkta, girişte uzandım ve uyudum. Sabah kalktığımda, Azize’nin beni görecek gözü olmadığını biliyordum, onun için namazımı kılar kılmaz evden dışarı attım kendimi ve Harem’e[1] gittim. Önce Hazreti Masume’yi ziyaret ettim. Sonra, Harem’in büyük kapısının dışına çömeldim, yüzümü örttüm ve avucumu, ziyarete gelenlere karşı açtım. Güneş yayıldığında, kalktım ve paralarımı topladım, bohçamın köşesine düğümledim, yola koyuldum. Öğlene yakın tekrar Seyit Esedullah’ın evine geldim. Çocuklara horoz şekerlemesi, bir de suhan tatlısı almıştım. Kapıyı çalınca Mahroh geldi, kapıyı araladı. Beni görünce kapıyı hemen yüzüme kapatıp gitti. Kapıyı tekrar çaldım, yabancı bir kadın geldi: “Seyit Esedullah buradan gideli üç ay oldu.”

“Ne gitmesi, nereye gitti? Dün gece buradaydı,” dedim.

Kadın, “Nereye gittiğini bilmiyorum. Ben nereden bilirim nereye gittiğini?” dedi.

Kapıyı çarparak gitti. Yalan söylediğini biliyordum. İkindiye kadar, belki Seyit Esedullah gelir diye kapıda oturdum. Bir haber çıkmayınca kalkıp yola koyuldum. Aniden dükkâna gidip Seyit’i bulmak aklıma geldi. Ama nereye gittiysem kimse Aynacı Esedullah’ı tanımadı. Taşçıların yakınlarında Esedullah adlı bir aynacı vardı, abası, sarığı ile bir adam oturuyordu orada. Biliyordum, Seyit’in hiçbir zaman sarığı olmamıştı. Döndüm, öyle aylak aylak dolaştım ve namaz vakti olunca Harem’e girdim, sadaka topladım ve Bazar’a geldim. Günbatımına kadar kapı kapı Seyit Esedullah’ın peşinde dolaştım, küçük bir çocukken kaybolurdu da peşinde dolaşırdım, öyle işte… Kendi kendime yine en iyisi evine gideyim dedim. Fakat çekindim. Azize’den korkuyordum, çocuklarından korkuyordum, herkesten korkuyordum, ağzımdan yel alsın Hazreti Masume’nin Haremi’nden de korkuyordum. İşte aniden bir evhamlandım, düşündüm ki iyisi mi aynı gün döneyim. Garajlara gidince Seyit Esedullah’ı gördüm, karşı kaldırımda gidiyordu. Çağırdım. Durdu. Koşarak yanına gittim, ellerinden tuttum, öpüp okşadım, dua edip bağrıma bastım. Şaşırmıştı, dili tutulmuştu adeta ve gözleri fal taşı gibi açılmış, beni seyrediyordu. “Nene korkma!” dedim, “Korkma! Evine gelmem, biliyorum Aziz Hanım’ın beni görecek gözü yok… Ben sadece seni çok özlemiştim… Sadece seni görüp geri dönecektim…”

Seyit, “Ama anne,” dedi, “benim haysiyetimi beş paralık ettin. Öğleden sonra Harem’de dilendiğini gördüm… hızla geçtim oradan ve seninle konuşamadım… Ömrünün son deminde bu ne iştir böyle?”

Ben sustum. Seyit sordu: “Kendin için yer satın aldın mı?”

“Beni dert etme,” dedim, “şimdiye kadar hiçbir leş kimsenin elinde kalmış değil… bir yolunu bulup gömerler.”

Boğazımda sıkışan hıçkırık patladı; ağlamaya başladım, Seyit Esedullah da ağlamaklı oldu ama belli etmemeye çalıştı ve bana, “Neden ağlıyorsun?” diye sordu.

“Sekizinci İmam’ın garip düşmüşlüğüne ağlıyorum,” [2] dedim.

Seyit ceplerini aradı ve bir tek Tumanlık buldu, bana vererek “Anacığım,” dedi, “burada kalmanın sana yararı yok. İyisi sen Abdullah’ın yanına dön, ben seni çekip çeviremem, dilencilik de olacak şey değil, nihayet millet biliyor bizi, tanıyor ve Hacı Seyit Rezi’nin ayâlinin dilendiğini duysalar babamın kemikleri mezarda sızlar, bütün ailenin, akrabanın haysiyeti beş paralık olur, Abdullah’ın yanına dön; onun karısı, Azize gibi şırfıntı değil. Acımadan, insaftan anlar…”

Arabalara varınca şoförlerin birine, “Baba, bu ihtiyarı al da Şuş’ta indiriver, sevabı var,” dedi.

Allahaısmarladık demeden döndü gitti, artık çağırmadım. Annesi olduğum bilinsin istemiyordu besbelli.

2-

Seyit Abdullah’ın evinde herkes beni özlüyormuş. Seyit karısı ile köye gitmişti. Çocuklar evin altını üstüne getirmişlerdi. Rahşende’nin devanası kız kardeşi de Allah’ın her dakikası balkonda oturup örgü örüyordu. Sesimi duyunca, geldiğimi anlayınca yüzü güldü, çocuklar da sevindiler. Rahşende ile Seyit Abdullah, yakınlarda dönmeyeceklerdi. Yiyecek içecek boldu. Çocuklar boğuşuyor, bahçede birbirlerini kovalıyorlardı. Döküp dağıtıyor, bohçada ne olduğunu anlamak için benimle uğraşıyorlardı. Onlar da büyükleri gibi bohçamın içindekileri merak ediyorlardı. Rahşende’nin kız kardeşi balkonda oturmuş kahkaha atıyordu. Kıvır kıvır saçlarını kulağının arkasına atıyor, çocuklara karışıyor, “Büyükhanım, bohçanda ne var? Yiyecek bir şeyse ver de yiyelim!” diyordu.

Ve ben, “Allah inandırsın ki yiyecek yok, benim bohçamda yiyecek ne gezer…” diyordum.

Dışarı çıktığımda çocuklar da benimle gelmek istiyorlardı fakat ben bir yolunu buluyor, onları atlatıp sokağa çıkıyordum. Meydana benzeyen bir dörtyol vardı, çukur ve karanlıktı, hep orada otururdum. Kimse o taraflardan geçmiyordu, dilenmesi pek bereketli değildi ve ben sadece sevabı için dileniyordum. Eve döndüğümde Rahşende’nin kardeşi, “Neredeydin Büyükhanım? Kocana mı uğramıştın?” diyordu.

Sonra, çocuklar etrafımı sarıyor, her biri bir şey soruyordu. Gülesim geliyor, cevap veremiyordum ve başlıyordum gülmeye, yani herkes gülüyordu ve işte o zaman, kahkahalarımız evi titretiyordu. Rahşende’nin kardeşi beni çok severdi. Beni sevindirmek istiyor, bir şeyler yapmaya çalışıyor benim için. Söyledim, bir torba dikti. Torbayı bitirince “Torba dikmek uğurludur, iyi haber alırsın,” dedi.

Öyle de oldu. Ertesi gün güneş doğmadan Abdullah’la Rahşende geldi, köyden dönmüşlerdi. Rahşende beni görünce şaşırdı ve kaşlarını çattı. Seyit Abdullah kilo almış, yanakları pembeleşmiş, sakalları uzamıştı. İlgisizce bana baktı, adam yerine koymadı. Kendi kendime madem dedim, kimse bana aldırmıyor, ben de çekip giderim, kalmanın yararı yok, beni gören herkesin suratı beş karış… Artık çocuklarla da gülüp oynamalar da bitmişti. Rahşende’nin kardeşi de susuyordu. Seyit Abdullah düşünceye daldı ve bana bakarak “Bir şey mi var anne?” dedi.

“Çekip gitmek istiyorum,” dedim.

Sevindi. “Madem gitmek istiyorsun, bizi getiren araba seni köye götürür,” dedi.

Çocuklar bana ekmek peynir getirdiler, Rahşende’nin kardeşinin diktiği torbayı ve Seyit’in baston diye verdiği sopayı alarak “Olur,” dedim, “itirazım yok, giderim.”

Çocukları öptüm, onlar da beni öptüler ve dışarı çıktım. Araba kapıdaydı, bindim. Çocuklar dışarı çıkarak arabayı çevrelediler, Rahşende ile kardeşi çıkmadı. Seyit iki Tuman para göndermiş, kafama eserse döneyim falan demeyecekmişim… Rahşende’nin kardeşinin, ağlayışını duydum. Rahşende’nin büyük kızı, “O korkuyor,” dedi, “gece bir şeyler olacak diye korkuyor.” Öğlene doğru köye vardım, arabadan inince beni, küçük kapılı bir mağaraya götürdüler. Ayaklarım, ellerim, her yanım zonkluyordu. Gece, ekmekle bozbaş getirdiler. Yemeği yedim ve namaz için kalktım, kapıyı açtım, önümde kocaman bir vadi vardı ve ay, onun ortasında salınıyordu. Her yan süt beyazdı, kurt ulumaları duyuluyordu. Sesler çok uzaklardan geliyordu ve bir ses de evin hemen arkasından: “Şimdi gelir, seni yer,” diyordu, “kurtlar, ihtiyar kadınları sever.” Dişlerini görüyormuşum gibi oldum, tavuk gagası gibi bir şey evin damında gıdaklıyor, damı gagalıyordu. Kendi kendime inşallah keçileri kaçırmam dedim, insan işte böyle evhamlanır, kafayı yer! Dışardan korktum, içeri girdim, ertesi günden sonra canım dışarıya çıkmayı; vadiyi, ayı seyretmeyi falan çekmiyordu artık. Mağaradaydım, içim sıkılıyordu. Düşünüyordum nasıl oldu da böyle oldum diye. Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyordum, İmam Rıza’nın garipliğine, Kerbela Sakası’nın gençliğine[3]ağlıyordum… Safiye’yi hatırlıyor, özlüyordum ancak kocasından korkuyordum, gerçi biliyordum nerede olduğumu bilmiyor ama yine de ondan korkuyor, evhamlanıyordum işte.

Köyün her şeyi güzeldi. Fakat ben gidip sadaka toplayamıyordum. İkindileri, meydanın oraya gider, geceye kadar orada otururdum. Kimseyle bir işim yoktu, kimsenin de benimle bir işi yoktu. Ayakkabılarımı yolda kaybetmiştim ve düşünüyordum, keşke biri çıksa da Allah rızası için bir çift ayakkabı verse… Birinden istemeye korkuyordum; Seyit duyar, kızar diye ödüm kopuyordu. Hâlim iyi değildi, geceleri durup dururken kendimi kirletiyordum ve neden böyle olduğumu da bilmiyordum, bana bakacak kimse de yoktu.

Bir gün, köye yaşlı bir derviş geldi, kocaman bir şemaili[4] vardı, bana sattı. O gece ve sonraki gece, o şemailin önünde oturup rovze okudum, ağıt yaktım. Sevinçliydim çünkü şemail önünde dilenmenin daha çok sevabı olduğunu biliyordum.

Bir gece, içim sıkılıyordu. Oturmuş hayaller kurarken aniden çağrılığımı duydum, ses çok uzaklardan geliyordu, kapıyı açıp dinledim, çok uzaklardan, sanki dağların ardından çağırıyorlardı beni. Ses tanıdıktı ama kim olduğunu çıkaramadım, bütün korkum geçti. Kalktım, şemaili ve bütün pılı pırtımı topladım, yola koyuldum. Yollar ince ve uzundu, çöl aydınlıktı ve yürürken her şey yumuşacıktı. Cadde, çıkıyor, iniyor ama beni yormuyordu. Bunların hepsi, içimin aydınlığının bereketineydi, Ağa’nın[5] teveccühünün bereketine… Köyden çıktım, yorgunluğumu atayım diye bir tarlaya oturdum ki bir adam göründü üç devesiyle birlikte. Oracıkta başladım rovze okumaya. Önce korku sardı adamı fakat sonra acıdı bana, beni deveye bindirdi, sonra da kendisi bindi. Üçüncü deve bizim yanı başımızda salına salına geliyordu. İçim sıkılıyordu ve Kerbela’daki Şami Garibanı[6] hatırladım, başladım ağlamaya.

3-

Cevat Ağa’ya gider çalışırım dedim ve ekmeğimi bulurum, bir karını doyurmaya ne var. Hem çalışırım, dilensem de parası için değil, sevabı içindir. Ben, dilenerek aldığım ekmeğin kokusundan hoşlanıyorum, hem size neden dokunacakmış ki, herkes kendi yaptıklarından sorumlu, kendi hesabını verir. Ve Cevat Ağa beni eve sokmayacağını söyledi, ne halt edeceksem edecekmişim, kapıyı suratıma çarptı. Biliyordum, Safiye kapının ardına gelmiş ve Cevat’ın beni içeri sokmadığını anlamış. Gitmiş, kendisini dövmüş, üzülmüş, ağlamış. Ve Cevat Ağa ise odaya gidip çocuğun battaniyesini çekiştirmiş yani ki onu duymuyormuş gibi davranıp oralı olmamış. Cevat Ağa’nın bir saat sonra Bazar’a gideceğini de biliyordum. Gidip karşıki sokakta bir saat bekledim ve geri geldim, kapıyı çaldım. Aniden Cevat Ağa kapıyı açtı, “Eeee?” dedi.

“Hiiiç!” dedim, dönüp yola koyuldum. Ben sokaktan çıkıncaya kadar da Cevat arkamdan bakadurdu. Şemaili çıkardım, başladım Mevla’m Ali’nin meddahlığına. Sıska bir kadın yanıma yanaştı, suratıma baktı, sadaka vererek “İhtiyar, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” dedi.

“Çölden geliyorum, iş arıyorum,” dedim

“Bu yaşta çalışabilir misin sen?” dedi.

“Allah’ın izni ve Şahmerdan’ın[7] yardımı ile dağ dağ üstüne koyarım,” dedim.

“Çamaşır yıkayabilir misin?” dedi.

“Gariplerin İmamı yardım eder,” dedim.

“Öyleyse takıl peşime!” dedi.

Peşine takıldım ve gittik, gittik, sonunda tenha bir sokaktaki, geniş avlulu kocaman bir eve vardık. İçeri girdik, avlu büyüktü ve ortasında da kocaman bir havuz ki, içinde bir deniz dolusu su vardı. Avlunun ortasında, havuz sekisinin yanında, birkaç süslü püslü kadın oturuyordu. Güzel mi güzel, tıpkı ay parçası. Çeneleri durmuyordu, sanki bir şeyler çiğniyorlar ki sonu gelmiyordu. Beni görünce güldüler. Birbirleri ile konuşup fısıldaştılar ve sonra da benim çamaşır yıkamayacağımı söylediler, ‘İyisi kapının arkasında otur!’ dediler. Şemail ve bohçamla kapının arkasında oturdum. O sıska kadın bana, kim ki kapıyı çalıp da Rubaba’yı görmek isterse bırak içeri girsin dedi. Birkaç saat kimse kapıyı çalmadı. Ben oturmuş dua okuyordum, Tanrımla raz-ı niyaz edip yakarıyordum. Kuytu, sakin bir köşeydi ve karanlıktan hiç korkmuyordum. Avludan sesler yükseliyordu ve kimlerin gürültü yaptığını bilmiyordum. O kadın bana, kendi işime bakmamı söylemişti, ben de kendi işime bakıyordum ki kapıyı çaldılar, ben “Kim o?” dedim.

“Rubaba’yı istiyorum,” dedi.

Kapıyı açtım, sıska mı sıska bir adam yalpalayarak içeri girdi ve doğruca avluya yürüdü. Avludan kahkahalar yükseldi ve sonra her şey önceki gibi çıt çıkmaz oldu. Yavaş yavaş uyku bastırdı, rüyamda yine Safiye’nin evine gittiğimi, kapıyı çaldığımı gördüm, yine Cevat çıkıyor ve ‘Eeee?’ diyordu. Ben de ‘Hiiç!’ diyordum. O aniden dışarı fırladı, ben de kaçtım, o ise kırbaçla beni kovalamaya başladı, bu telaş içindeydim ki kapı çalındı, uykudan fırladım, korktum, Cevat Ağa’dan başka kim olabilirdi ki. “Kim o?” diye sordum.

Cevat Ağa, “Aç kapıyı!” dedi.

“Kimi istiyorsun?” dedim.

“Rubaba’yı!” dedi.

“Yok!” dedim.

“Aç kapıyı sürtük!” dedi.

Ve başladı kapı yumruklamaya. O sıska kadın geldi ve “Neler oluyor?” diye sordu.

“Kurbanın olayım, başının sadakası olayım kapıyı açma!” dedim.

“Neden?” dedi.

“Açarsan beni mahveder, sanıyor ki ben buraya dilenmeye geldim!” dedim.

“Bu kim ki seni mahvetmek istiyor?” dedi.

“Damadım, Cevat Ağa,” dedim.

“Kalk karanlıkta, saklan sen,” dedi.

Kalktım, saklandım, kadın kapıyı açtı, adımlarının sesini duydum. İçeri girince başladı homurdanmaya, sonra da avluya geçti. Avludan sevinç çığlıkları yükseldi, her şey yine önceki gibi sustu. Ben döndüm ve kapıyı açtım. Dışarısı güzel ve aydınlıktı, bohça ve şemailimi alarak “Ya Kamer-i Beni Haşim![8]” dedim, “Sen tanığım ol ki bunların elinden neler çekiyorum.” Ve kapıdan çıktım.

4-

O akşam sadaka toplamadım, ölmeyecek kadar ekmeğim vardı, elimde baston, çadıramın altında şemail, bohça; bekledim… Siyah bir araba geldi ve beni aldı, şehirden çıktık. Karanlık, daracık bir sokağın başında beni indirdi. Sokağın sonunda cılız bir ışık vardı. Her şeyden kurtulmuştum artık, artık kendime çeki düzen vermenin zamanı gelmişti. Sokağın sonuna vardığımda, kapı açıktı, ben de içeri girdim. Büyükçe bir bağdı, yaşlı ve eski ağaçların dalları birbirine girmiş, suyun sesi her taraftan duyuluyordu. Eski ve yanmakta olan bir kandil, bir söğüt dalından sarkıyordu. Kandilin altında oturup bekledim. Kamer, Fadime ve Mehpare geldiler. Dördümüz de önce ağladık, sonra başladık dert yanmaya. Kamer, şişman ve kısa kalmıştı fakat karnı, karnının tümbeği açılmıştı. Fadime erimiş bitmişti ama hâlâ gülüyor, sonunda ağlıyordu. Mehpare aç idi yüzünün kıvrımları öylece oynarken o tırnaklarını yiyordu. Nesi olduğunu da bilmiyordu. Fakat ben onun aç olduğunu biliyordum. Bohçamı açtım, ekmekleri önüne döktüm. Fadime’nin hâlâ bohçası vardı ve hâlâ üzerine titriyordu. Mehpare, ekmekleri yemeğe koyuldu. Tuhaf bir şekilde çiğneyip yutuyordu, sanki yemeyi unutmuştu. Sonra sohbete oturduk. Üçü yakınmaya başladı neden görüşlerine gitmiyorum diye… Ben, yemin billah ettim burada değildim diye fakat onlar inanmıyorlardı söylediklerime. Sonra dilencilikten laf açtık. Ben ne yaptıysam Fadime yine bohçasından söz etmedi. Sonra havuzun kenarına gittik, onlara her şeyi anlattım, dünya çok iyiymiş, ben de fena değilim, sadaka topluyorum, şemail gezdiriyorum falan… Fadime, “Madem şemail gezdiriyorsun bize bir Hazreti Kasım[9] rovzesi oku bari, içimiz daraldı!” dedi.

Dördümüz de ağaçların altında oturuyorduk, ben rovze okuyordum, Fadime önce güldü, sonra başladı ağlamaya. Dördümüz de ağladık, bağın diplerinden de hüngür hüngür ağlamalar duyuluyordu.

5-

Algama duası bitince ev bark aklıma düştü. Her şeyi toplayıp Emine Ağa’nın evine bırakmıştım. İkindileyin gidip kapıyı çaldım. Kapıyı kendisi açtı. Sanki mezarlıktan çıkıp gelmişim gibi şaşırdı. Hiçbir şey söylemedim. Torunları geldi, kızı yoktu, ben de nerede olduğunu sormadım; her zamanki gibi Hamama gittiğini biliyordum.

Emine, “Nerdesin Seyit Hanım?” dedi.

“Sayenizde!” dedim.

Emine, “Hangi rüzgâr attı seni bu taraflara?” dedi.

“Evim barkım ne hâldedir diye bakmaya geldim,” dedim.

Emine bodrum katını gösterdi, “Kaç defa Seyit Murteza, Cevat Ağa ve Huriye Hanım geldiler bunların peşine,” dedi, “Ben bırakmadım dokunsunlar. Hepsine de kendisi ölmedi ya dedim. Ne zaman yüzünü toprağa koydu, o zaman lafım yok, gelin kendi irsinizi, mirasınızı alın götürün.”

Bodrum katı turşu, sedir ve kepek kokuyordu. Halıları, kilimleri, bodrumun nemli köşesine yığmışlardı. Sobanın borularını, koca koca semaverleri, tenekeleri üst üste yığmışlardı. Hepsinin üzerine, karnabahara benzer sarı bir şey örtmüştü. Her yanı tuhaf bir koku sarmıştı, soluduğunda burnunun direği kopuyordu. Üç tane kürsü[10] yan yana dizilmişti. Ortalarında, kediye benzeyen üç tane keçi, oturmuş yonca yiyordu. Uzun kuyruklu, üçgen kafalı garip bir canavar da ortada durmuş sık sık soluyor, yeri yalıyor ve toprağı yiyordu.

Emine, “Paraları ne yaptın Seyit Hanım?” diye sordu.

Ben de “Hangi paralar?” dedim.

Emine, “Azize’nin yazdığına göre Kum’a gitmişsin kendine mezar almak için,” dedi.

“Sen de inandın mı?” dedim.

Emine, “Ben şahsen inanmadım, aman bu milletin elinden! Neler uyduruyorlar!” dedi.

“Sen onlara kulak verme,” dedim.

Emine, “Nerelere gidiyorsun? Neler yapıyorsun?” dedi.

“Her yere gidiyorum, mezarlıklarda şemail gezdiriyorum, rovze okuyorum, meddah oldum,” dedim.

Emine’nin çocuklarının yüzü güldü. Hoşlandım. Şemaili onlara gösterdim, korkup kaçtılar.

Emine, “Şimdi emin oldun mu?” dedi, “Bütün varının yoğunun yerinde olduğuna, bir şeycikler olmadığına?”

“Allah çocuklarına bağışlasın, bu bohçalardan birini ver, şemailime perde yapacağım,” dedim.

Emine, “Olmaz,” dedi, “çocukların razı değiller. Gelir bana kızarlar.”

“Olur,” dedim, “madem razı değiller ben de istemem.”

Ve dışarı çıktım. Düşündüm de Hazret’in şemailinin perdesi olmasa daha iyi, hem mezarlıkların tozu toprağı, murdar bakışların, onun mübarek cemaline düşmemesi için yeter. İkiyol ağzına geldim, oturdum ve rovze okumaya başladım. Erkekler seyre durdu. Ben ağıt yakıyor, ağlıyordum ve millet ortada bir şey yokken gülüyordu.

6-

Artık işim bitmişti. Caddelerde, sokaklarda aylak aylak dolaşıyordum ve çocuklar peşimi bırakmıyorlardı, ben rovze okuyordum ve küçük bir su tasına koyduğum türbeti[11] satıyordum, sesim kısılmıştı, ayaklarım yara bere içindeydi ve ayak tırnaklarım kopmuş, yanıyordu. Boğazımı bir şey tıkamış, sesimin çıkmasını önlüyordu. Mezarlıkta uyuyordum ve şemaili toz toprak kaplamıştı; Hazret’in yüzü görünmüyordu artık. Artık acıkmıyordum. Su, sadece su içiyordum, bazen de toprak yemeğe hevesleniyordum. Keçilerin ortasında oturmuş yeri yalayan canavar gibi… ayam büyüklüğünde bir yara açıldı ağzımda, kanayıp duruyordu. Artık sadaka da toplamıyordum, kalabalığın ortasında bazen çocuklarımı görüyordum; gözleri bana iliştiğinde saklanıyorlardı. Cuma geceleri mezarlıktaydım hep, gasilhanenin arkasında namazımı kılıyordum ki Seyit Murteza’nın büyük oğlu ve Ağa Mucteba geldiler eve gidelim diye. Ben gitmek istemiyordum. Beni alıp zorla arabaya bindirdiler. Epey gittik ve ben kendimi kocaman bir bağın içinde buldum. Beni bir ağacın altına koydular, kendileri de ışığı yanan kocaman bir odaya gittiler. Sonra da şişman bir adamla geldiler, beni seyre koyuldular. Seyit Murteza’nın oğlu ve Ağa Muçteba ağaçların arkasına geçtiler ve görünmez oldular. İki kişi gelip beni aldı ve karanlık bir koridora götürdü. Karanlık bir odaya attılar ve ben kafayı atıp uyudum. Ertesi sabah, oda dilencilerle dolmuştu. Beni görünce ekmek istediler ve ben onlara Ebülfezl Hazretlerinin rovzesini okudum. Bir at arabasında bize bozbaş getirdiler ve hepimiz yemek yemek için bağa gittik. Fakat ağzımda açılan yara, tüm ağzımı kaplamıştı, yutkunamıyordum. O kadar insanın arasında kimse benim şemailime inanmıyordu. Bir gece Safiye ile Huriye’yi gördüm rüyamda. Başka bir gece de Seyit Abdullah’ı, başka bir gece Hazret’i… Aklını kaçıranlar gibi tedirgindim ve herkes bana küfrediyordu, çirkin laflar sayıyordu. Dışarı çıkmak istiyordum. Fakat tıknaz, kısa boylu bir adam kapıda oturmuştu; ne zaman yanına yaklaşsam elindeki sopayı havaya kaldırıyor ve bağırıyordu: “Kış… kışşş!” Bir gün, Safiye’nin büyük oğlu Kemal ile başka bir delikanlı beni görmeye geldiler. Safiye, bana kaynatma pirinç pilavı, ekmek ve soğan göndermişti. Kemal, dilenci evinde olduğumu herkesin bildiğini söyledi. Gözleri doldu ve ağlamaya başladı. Sonra da bana suyolundan kaçabileceğimi söyledi. Sonra ayakkabılarını bana bağışlamak istedi ama ona kızmalarından çekindi. Ben, Cevat Ağa’dan korkuyordum, Seyit Murteza’dan korkuyordum, dışardan korkuyordum, içerden korkuyordum. Kemal’e, “Allah isterse çıkarım buradan!” dedim.

Onlar gidince kapıdaki adam pilavımın ve soğanımın yarısını aldı ve gerisini bana bıraktı.

Gece olunca, ben ağaçların arasında saklandım, hava ağarınca su yolunu buldum ve bohçamı, şemailimi koltuğuma alıp bir yılan gibi suyun içinde süzüldüm. Emekleyerek çamurların ortasından geçtim. Dışarı çıkınca güneş doğdu ve evler, alev rengini aldı.

7-

Ondan sonra artık hâlim iyi değildi, ağzımdaki yara büyümüş, karnıma sarkmıştı. Duvara tutunarak yürüyordum. Tuhaf, teneke bir kutuya benzer bir şey kafamda tınlıyordu. Kuyuya benzer bir şey, yerin dibinden benimle konuşuyordu. Hazret’in şemaili benimle konuşuyordu, gariplerin İmam’ı, Hanım Masume, Mehpare, benimle konuşuyordu. Bir gün Seyit Abdullah’ın çocuklarını gördüm, teyzelerinin öldüğünü haber verdiler. Her şeyi biliyordum, haberim vardı her şeyden.

Bir gün habersizce Emine’nin evine gittim. Kapı açıktı, içeri girdim. Herkes orada, avluda toplanmıştı. Seyit Esedullah ve Azize, Kum’dan gelmişlerdi ve evimi barkımı paylaşıyorlardı. Kimse beni görmedi, birbirleriyle boğuşuyor, küfürler yağdırıyorlardı. Birbirinin yüzüne, gözüne vuruyorlardı. Cevat Ağa ile Seyit Abdullah, halılar için kavgaya tutuşmuşlardı ve Emine hüngür hüngür ağlıyordu bütün zahmetleri o çekmiş fakat sonunda ona bir şey bırakmamışlar diye. Fadime’nin sesini duydum, beni çağırıyordu. Kemal beni fark etti ve çığlık attı. Herkes dönüp baktı, sonra yavaş yavaş etrafımda toplandılar. Gözleri dönmüş Cevat Ağa aniden bağırdı: “Neler yaptığını görüyor musun?”

Ben ağzımı açtım fakat tek laf edemedim, şemaili duvara dayadım. Onlar, önce bana sonra Hazret’in şemailine baktılar.

Cevat Ağa, “Bohçanı aç. İçinde ne olduğunu görmek istiyorum,” dedi.

Emine, “Seyit Hanım aç bu bohçayı da hepsini rahatlat,” dedi.

Cevat Ağa, “Bir ömür hepimizi kandırdı. Çabuk ol, açsana!” dedi.

Bohçamı açtım. Önce kuru ekmekleri şemailin önüne boşalttım, sonra da kefenimi gösterdim. Baktılar, başlarını çevirdiler. Safiye’nin oğlu Kemal, yüksek sesle ağladı…

(İran Kısa Öykü Antolojisi, Dünya Yayınları, Çev: Haşim Hüsrevşahi)


[1] Kum kentinde Şiilerin sekizinci imamı, İmam Rıza’nın kız kardeşi Hz. Masume’nin türbesi.

[2] Sekizinci imam, İmam Rıza; Harun El Raşit zamanında Irak’tan İran’a gelmiş ve gurbette Harun’un oğlu Mamun tarafından zehirlenerek öldürülmüş, türbesi Meşhed kentindedir.

[4] Dinî içerikli çizilmiş resim. Bu resimlere uygun öyküler destanlar anlatılır.

[5] Şemaildeki kutsal kişiye gönderi

[7] Farsça. Yiğitler şahı. Hz. Ali’ye gönderi.

[8] Hz. Ali’nin oğlu, Ebulfezl’in künyesi. “Beni Haşim’in dolunayı” anlamında.

[11] Türbet. Arapça, toprak anlamında. Kutsal mezarların toprağı kastediliyor.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s