Sekiz kişiyi astıkları günün akşamında İsmal, Samet Han’ın diğer adamlarıyla birlikte sofraya kurulmuş, bağın diğer yanındaki binanın alt katındaki tandırlarda pişirilen lavaş ekmeğiyle kavurma eti yemiş, kenara çekilmişti. Diğer uşaklar, külhanbeyleriyle oğlanları kenarda çepeçevre oturuyorlardı.
İsmal, tek fitilli gaz lambasını aldı. Göbek camının altında, yuvarlak teli çevirerek camı kaldırdı. Sigarasını lambanın aleviyle tutuşturdu. Elinin tersiyle bıyıklarını sıvazlarken “O adamın hali neydi? Asılmadan iki rekât namaz kıldı ya? İmana mı gelmişti yoksa? Vuracaksın tekmeyi kıçına, dur lan diyeceksin sana ne namazdan!” dedi. Sofranın çevresinde oturan adamlar bastılar kahkahayı. Daha yaşlı olan Ellaf Muhtar, başındaki fesi az geri atarak, ağızlığından aldığı tok dumanı üfledi: “Kaç yıl oldu tepiniyorlar! Han da diyor ki ulan senin neyine Şah’ın, padişahın, ağanın aleyhine isyan edersin! Bunları bana verecekler ki… Çekmem dara bak… Alimallah dilim dilim doğrarım!” Diğerleri, adamın dediklerini homurdanarak onayladılar.
Kapıyı hızla açıp, odanın eşiğinde tavandan asılan kara çul perdeyi kenara iterek içeri giren adam, ölüm şehvetine bulaşmış konuşmaları yarıda kesti: “Kalkın! Şehre gidiyoruz!” dedi. Kimse soru sormadan ekledi: “Han diyor ki madem ben şehrin valisiyim, serkeşlerin boynu kırılacak!”
Ellaf’ın gözündeki kan çanağı devrildi. Sigarasını ağızlığından alarak tabağa fırlattı: “Kalkın yiğitler! Görsünler, gün kimin günüdür!” Kamalarını, uzun siyah mintanları üzerinden kuşaklarında yoklayıp hızla evden çıktılar.
Samet Han’ın askerleri, cellatları, külhanbeyleri, şehrin diğer hırsızları ve kabadayıları Rus askerlerine karışarak sokak sokak dolaşıp naralar attılar. Yeni sürgün veren özgürlüğün başakları, yaban çekirge sürüsünün hücumuna uğramıştı. Rus askerleri, önden yürüyen mollaların gösterdikleri evleri dinamitliyor, mollalar ise aralıksız bağırıyorlardı: “Ey cemaati müslümiiiin, din elden gitmeden yıkın bu dinsizlerin evini!” Ve evler yıkılıp yakılıyor, evdekiler dayaktan, kılıçtan geçiriliyordu. Emirhiz Mahallesi’ne gelince Meşrutiyet Devrimi’nin lideri Settar Han’ın evini, Sırhab Mahallesi’nden geçerlerken onun en yakın yaveri Bağır Han’ın evini de yaktılar. Evlerden çıkan alevler karanlığın perdesini tutuşturup ortalığı aydınlatırken Ruslar, şehrin diğer ucunda, o gün idam edilen sekiz kişiyi dardan indiriyor ve dört kişi daha asıyorlardı: Muhammed Taki Hıyabanı, Hac Muhammed Ali Milani, Maralanlı Rızaguli ve Nayıp Abdulahad Bunabi.
Tebriz’in yakıldığı, Hıyabanı’nın asıldığı gece ne çok sarhoş vardı! Kimi zafer sarhoşu, kimi talanladığı malların sarhoşu, kimi de Marağa’dan getirilen votkanın sarhoşu. O gece Samet Han, Hac Nizam’ın evinde misafir edildi. Kuzular çevrildi, şaraplar içildi. Sofranın bir kenarında Abbas’ın yeğeni Kâzım oturuyordu. Bir müddet önce Höhmavarlı Yusuf, Rus saldatlarıyla çatışmada yakalanmış; ama birkaç gün sonra bırakılmış, o da gizlice Tebriz’de yaşamaya başlamıştı. Yakalanmadan kısa bir süre önce Yusuf, Abbas’ın annesini ve dayısını doğramış, kuyuya atmıştı. Ceset parçaları, komşular kuyularından su çekerken kovalarına takılınca çıkarılıp gömülmüştü. Şehir yakılmadan, öğlene doğru Kâzım’ın adamları, Kazaklarla birlikte Yusuf’un evine saldırmışlar, onu bulamayınca dayısı ve kardeşini öldürmüşler, evi dinamitlemişlerdi.
Gece, yemekte, Kâzım olayı anlatırken Hac Nizam’ın çeşmecisi söze karıştı: “Senin adam, Abbas Ali’nin evinde saklanıyor!”
Bunu duyan Kâzım, beyninden vurulmuşa döndü. Sofranın baş kısmında oturan Samet Han’a bakarak bağırdı: “Han! Han hazretleri! Duydunuz mu? Yusuf, Abbas Ali’nin evinde saklanıyor… Ruhsat ver Han’ım! İzin ver bana…”
Samet Han, çenesinden sarkan gür ve kan rengi şaraptan ıslanan ak bıyıklarını sıvazladı: “Ne beklersin! Gidin o namussuzu yakalayın, doğduğuna pişman edin. Götürün Verci Meydanı’na… Orada ibret-i âlem için kesin başını!”
Kâzım, Samet Han daha sözünü bitirmeden yer sofrasından fırlayarak odadan çıktı. Gece yarıladığında Yusuf’u yakalayıp Emir Nizam Bağı’na getirmiş ağılda hapsetmişti. Sabah olunca, kâhya ile Kâzım, diğer hayattaki binada, Samet Han’ın huzuruna çıktılar. Samet Han, sağ elinde tuttuğu abanoz bastonuna yaslanmış, salondan bahçeyi seyrediyordu. Kapıdan “Selamünaleyküm,” diyerek girenleri dinledikten sonra, “Fermanım yerindedir!” dedi.
İki adam, iki büklüm eğilip çıkarken Samet Han mırıldandı: “Aaaah, bu Azerbaycan’ı bana vereceklerdi ki… Yarısını keserdim, kalan yarısı adam olsun diye. Kralmış! Krallığına tüküreyim senin!”
Ve Samet Han’ın öfkesi dinmeden Höhmavarlı Yusuf’un başı Verci Meydanı’nda kesildi. Ancak Kâzım’ın kini, öfkesi dinmemişti. Yusuf’un gövdesini boydan boya ikiye yarıp, sokağın iki yanına tepetaklak astı. Yusuf’un ikiye yarılan gövdesinin kanına doymuş beyaz mintanından damlayan kanı kuru toprak emiyordu. Kalabalık dehşet içinde oradan hızla uzaklaşırken Kâzım bağırıyordu: “Amcaoğlu! Amcaoğlu, anamın öcünü aldım!”
Tarihçi Ahmet Kesrevi uzaktan olup biteni izleyerek geliyordu. Yaklaşıp manzarayı yakından gördüğündeki korku, ağrı ve buruntu olup karnına saplandı. Kâzım, öfkeyle Kesrevi’ye bağırarak “Sen de kimsin? Ne istiyorsun?” diye sordu. Kesrevi ses çıkarmadan hızla oradan uzaklaştı. 9 Ocak 1912, Salı günüydü.
O gün Ruslar, sekiz devrimciyi peş peşe asarak idam ettiler. Ruslar, direnişçileri dar ağaçlarından sarkıtırken, Samed Han cellâtlarıyla devrimcilerin kanını akıtmaya devam ediyordu.
Dört gün sonra, öğlene doğru Samet Han’ın emri İsmal’a ulaştı. Altmış yaşlarındaki Muhammed Silabi, Koyun Meydanı’na getirilmiş, dizüstü çöktürülmüş, elleri arkadan urganla bağlanmıştı. Ellaf Muhtar onun saçından tutmuş çekiştiriyor, bir yandan da bağırıyordu: “Hadi İsmal!”
İsmal’ın sağ eli kamanın kabzasını sıkıca kavramıştı ancak çekip de kuşağından çıkarmaya gücü yetmiyordu sanki. Ellaf kamasını çekti: “Ulan, Han’ın emri emirdir… sakın ha şüphe etmeyesin deyyus! Kendi kellen gitmeden kopar bu dinsizin kafasını!”
Yıllar önce burada, artık cızbızcının olmadığı yerde, topacını kaybeden çocuk, aksakallı Muhammed’in sakalını çenesinin altından kavrayarak kaldırdı ve naralar atarak gırtlağını kesip kafasını kopardı. O gün, İsmal için birçok duvar sonsuza kadar yıkıldı, perdeler yırtıldı! O andan sonra, acımasızlığın yangını bütün varlığının anızını yutup götürdü, ruhunda kara bir cehennem kapısı bıraktı. O, artık kaderinin sokaklarında, içtikçe susayan, susadıkça çılgınca içen sarhoşlar gibi, kan döktükçe ürkecek, ürktükçe kan dökecekti.
İki cellat, kendi kanını emmek istercesine Koyun Meydanı’nda yüzükoyun düşen Muhammed Silabi’nin başsız gövdesini geride bırakıp etrafa meydan okuyarak Bazarça’ya doğru yürürken, Ermenilerin destekleyip ispiyonculuğunu yaptıkları Rus saldatları, bu kez Kum Meydanı’nda Vercili Ağa Mirza Ali, Terzi Hac Samet, Kafkaslı Hacı Han ve Hırtavatçı Meşedi Şekur’u asıyorlardı. Dehşet günleri art arda devriliyor fakat sonu bir türlü gelmiyordu.
Samet Han’ın habercileri, İsmal’ı ve Ellaf Muhtar’ı, bir zamanlar genç İsmal’ın sokak köşelerinde zar attığı Gecil Kapısı’nda gezinirken, meyhaneye girmeden yakaladı: “Koşun! Han, üç mahkûmu daha göndermiş Koyun Meydanı’na!”
Ellaf neredeyse sevinçle nara atarken İsmal şaşkınlığını gizleyemedi: “Daha bu sabah…”
“Bu işin gecesi gündüzü olmaz İsmal! Sabahı akşamı olmaz. Bizden önce başkaları halletmesinler işi! Han’ın gözünden düşersek fena olur.”
Ellaf, uzun siyah mintanının eteklerini, karnının altında toplayarak koşmaya başladı. İsmal da elinde olmadan ona yetişmek için koştu.
Koyun Meydanı’na geldiklerinde, Samet Han’ın diğer adamları Devrim mücahidi Selmaslı Mirza Mahmud’un gözünü oymuşlar, başını kesip yere sermişlerdi. Ellaf Muhtar, geç kaldıkları için hayıflanmış, öfkelenmişti. İsmal, midesi kasılırken bilmiyordu, yerde başsız yatan adamın dili, Samet Han’ın başka bir adamı tarafından az önce kesilip kalabalığa doğru fırlatılmış. Ellaf Muhtar, “Heeeeyt!” diye nara atarak kamasını çekip kalabalığın oluşturduğu halkanın ortasına atılınca herkes kenara çekildi. Samet Han’ın diğer adamları tarafından yere çöktürülen Hacı Ahmet Nakkaş’ın saçlarından tutarak kaldırdı: “Bunu bana bırakın! Bu melunun başını burada kesmeyeceğim… Bu dinsize daha beter ölümler tattırmak gerek!” Kamayı tutan elini havaya kaldırarak çepeçevre duran kalabalığa bakarak devam etti: “Ahaaay! Herkes duysun beni! Kim ki Han’a karşı koya, kim ki dinsiz Settar’a yardım ede, kim ki Samet Han’ın hükümranlığına yardım eden Rus Saldat ve Kazak kardeşlerimize sırt çevire, bile ki sonu bunlardan daha beter olacak!”
Özgürlük savaşçıları liderlerinden Hac Ahmet Nakkaş, öfkeyle yere tükürdü. O anda saçlarını çekiştirip duran Ellaf, dört yıl önceki Tebriz Savaşları’nda görecekti onu; narası Ellaf’ın gırtlağını su görmemiş çöller gibi kuruturdu. Ellaf Muhtar, Osmanlıdan gelen Hafız Efendi’yi göstererek İsmal’a: “İşini bitir o kâfirin; gidiyoruz… Bu dinsiz Ahmet’in işi bu gece uzun sürecek!” dedi.
Hafız Efendi biliyordu ki durum bu kez farklı. Bir yıl önce, Acı Çay Köprüsü’nden geçmek isterken, köprüde siper alan Devrimci Hiyabani’nin güçleriyle yanlışlıkla çatışınca Ruslar hepsini yakalamış, Bağşumal Hapishanesi’ne atmış, ancak bir süre sonra onu Osmanlı olduğu için serbest bırakmışlardı.
İsmal, “Ellaf, bu adam gurbettedir burada… Osmanlıdır bu!” dedi.
Ellaf bağırdı: “Öyleyse ne bok yemeye gelmiş buraya? Memleketi karıştırmaya, milletin ırzına geçmeye mi?”
İsmal, kamasını kemerinden çekerek Hafız Efendi’nin üzerine yürüdü. Elinin tersiyle Hafız’ın fesini bir yana fırlattı. Hafız Efendi’nin bakışları Koyun Meydanı’nı taradı. Kar serpişiyor, rüzgâr dinmiyordu. O mırıldandı: “Bu meydanda serilir postumuz…”
İsmal, saçlarından tuttuğu gibi diz çöktürdü ona. Hafız’ın kolları arkadan bağlanmıştı, hiç bir şey yapamıyordu. Yanında başsız yatan Selmaslı Mirza Mahmud’a baktı. İçinden devam etti: “Çok şükür Mevla’ya gördük dostumuz…”
İsmal’ın sol elinin iki parmağı, Hafız Efendi’nin burnunun iki deliğine girip, boynunu geriye gerince, onun “Eşhedüna en la ilahe”si gırtlağında sıkıştı. İsmal, kamayı tuttuğu sağ elini yana kaldırdı. Hafız Efendi, belki İstanbul’u düşünüyordu o anda, belki de Sivas’ın Piri gelip oturmuştu kulağının dibine, sazının tellerine dokunuyordu: Bir gün kara toprak örter üstümüz, çürüdür de benli dilber çürüdür.
Hafız Efendi gözlerini kapadı: “Neredesin de dudu dillim nerede, Neredesin de kömür gözlüm nerede…”
İsmal’ın kamayı kaldıran sağ eli inmeden, Samet Han’ın adamlarından biri, soluk soluğa ileri atıldı: “Duruuun! Durun! Han’dan emir var… Osmanlı kesilmeyecek… Kesilmeyecek Osmanlı… Osmanlı hapsedilecek!”
Ve birkaç gün sonra, ta Osmanlıdan İran halkının özgürlüğü için gelip savaşan, Zünuz kentinde yaşayan Hafız Efendi, hapishanede gizlice öldürüldü.
Aynı akşam Samet Han, her gece olduğu gibi, şarap, esrar ve eğlence sofrasını sermiş, toprak ağaları ve askeri erkânla birlikte eğleniyordu. Askerler her zamanki gibi ağanın sofrasına kurulmuşlardı. Sofradakilerin kahkahaları geniş salonun pencerelerinin renkli camlarını geçerek hayata serpiliyordu.
“Mirza Memmed’e kaç kez söyledim! Krallığının krallık olması için reaya krala boyun eğmeli! Çapulcular başkaldırmaya cesaret etti mi artık krallık olmaz… Ya ağaların kralı olacaksın, ya çapulcuların rüsvayı âlemi…”
Misafirler, başlarını sallayarak Samet Han’ın kral Muhammed Şah’a karşı söylediklerini onayladılar.
Samet Han, şarap kadehini havada sallayarak kahkaha atıyordu: “Sonra da kalkmış bize şunu yapın bunu yapmayın diyor! Tüküreyim senin krallığına!”
Herkes kahkahayla ona katıldı. Samet Han, şarap kadehini daha sofraya koymadan uşaklarından biri kulağına bir şeyler fısıldadı.
Samet Han’ın içtiği şaraptan kan çanağına dönen gözleri öfkeyle aralandı: “Nerdeeee?” diye bağırdı.
Bastonunu alarak ayağa kalktı. Uşaklar, Han’ın kürkünü omuzlarına atınca, misafirlerle birlikte, nakışlı korkuluklu, iki yanlı merdivenle hayata inen taraçaya çıktılar.
Ellaf Muhtar’la İsmal, hayatta havuza yakın bir yerde Hacı Ahmet Nakkaş’a diz çöktürdüler.
Ellaf, “Ruhsatın olsun Han… Emrin olsun!” dedi.
Samet Han, acı acı gülmeye başladı: “Sıkıca bağlayın kollarını, bacaklarını…”
Uşaklar, savaş meydanlarında bir yıldırım gibi çakıp, düşmanları yakıp geçen Hac Ahmet’in ayaklarını da sıkıca bağladılar. Ellaf Muhtar tekmeyle onu yan devirdi. Hac Ahmet’in yüzü, avlunun buz tutan taşlarına çarptı. Samet Han hoşnut bir homurtuyla, taraçadan “Abbaşı getirin!” diye gürledi.
Az sonra, Han’ın Marağa’dan getirip evinde beslediği uzun tüylü kara köpeğini getirdiler. Köpeğin de gözlerinin içinde damarlar, kan ırmağı gibi kıvrım kıvrımdı. Herkes ürkerek geri çekildi. Hac Ahmet yerde kımıltısızdı. Emir Nizam Bağı’nın akkavakları arasından, kaç gündür dinmeyen soğuk rüzgâr dönüp duruyordu. O an sanki Hac Ahmet Nakkaş ile birlikte savaşıp da kara toprağa düşenler, mezarlarından kalkmışlar, gelmişler ve kavakların dalları arasına saklanmışlardı. Sanki Settar Han, “Şimdi yiğitlerim!” diye nara atacak ve onlar birer şahin gibi kanat açacak, akkavakların dallarından koparak gelip Hac Ahmet’i, buz kesilen taşların üzerinden alıp kaldıracaklardı. Ama Settar Han, Tahran’da daha büyük bir komplonun kurbanı seçilmişti. Devrimin başı uzaklardaydı, gövdesinin ise kolları bacakları bağlanmış Samet Han’ın önünde yere serilmişti.
Abbaş köpek, Hacı Ahmet’e yaklaştı. Burnunu onun yüzüne gözüne sürüp kokladı durdu. Hac Ahmet, kımıldayamıyordu. Köpek uzaklaşmak isteyince, Samet Han bağırdı: “Açın bu kâfirin tek kolunu!”
Açtılar. Abbaş yeniden Hac Ahmet’e yaklaştı. Yüzünü koklayınca o, bir eliyle köpeği uzaklaştırmak istedi.
O anda, fenerlerin ışığının aydınlatamadığı gölgelerin uğultusu arasından, kavakların çıplak dalları arasından akıp gelen Settar’ın sesi duyulmadı: Hac Ahmet! Keşke senin de kolun kırılaydı, kırılaydı da hiç kıpırdamayaydı… Ah, Hacı Ahmet ah, yiğit Ahmet! Ne yaptın, ne yaptın!
Köpek bir anda korkunç bir hırlamayla, dişlerini önce Hac Ahmet’in koluna, ardından gırtlağına geçirdi. Abbaş Köpek, Hac Ahmet’i parçalayıp yerken Samet Han boş şarap kadehini uşağına uzattı.
Hac Ahmet Nakkaş’ın ölümünden dört gün sonra, perşembe gününe kadar İsmal, fırsat buldukça Koyun Meydanı’na geliyor, ortalıkta dönüp duruyor ve bellediği yeri arayan bir it gibi, etrafı koklayıp duruyordu. Perşembe günü, yine kar çiseliyordu.
(Ölümü Gözlerinden Gördüm, roman, h.h., arkadaş yayınları)

-1394113662.jpg)