siyah saçların isyanı!

Suğra bu kez kendisi için koşmamıştı.

Kerim hayata çıktığında Suğra, Nahid’in başını kucağına almış çığlıklar atarak hüngür hüngür ağlıyordu. Kübra’yı, ama bu kez hiç tanıyamadığı Kübra’yı, yeniden kaybetmişti. İsmal, Suğra’nın omuzlarından tutup ne olduğunu sorarken Kerim, genç kadının parçalanmış başını Suğra’nın kucağından aldı.

Suğra dizlerini dövmeye başladı: “Attı… attı… kendini pencereden attı… vah yavrum vah… söylemedi derdi ne… söylemedi bu şerefsizlerin ondan istedikleri ne… söylemedi neden burada… pencereden attı kendini… akşamleyin attığı gibi… koşarken benim üzerime basınca uyandım… yere düştü… kalktı… koşarak döndü… çığlık attı… sonra da pencereye uçtu… vah yavru serçem vah… ”

İki adam buz kesmişlerdi. Onlar, bu genç kadının öyküsünü asla bilemeyeceklerdi. O, kendi çılgınlığının hükümranlığında, özgürlüğüne kavuşmak için bu kez kendi kararını kendi vermiş ve uçmuştu.

Nahid, son soluğunu Suğra’nın dizlerine bırakmadan ve Kerim onun başını avuçları arasına almadan önce yüzü soğuk taşların üzerindeyken, gözünün kıyısıyla bahçedeki ince kar örtüsüyle kaplı çalıları seyrediyordu sanki. Kolu kalkabilse gözünün köşesinden akan kanı temizleyecekti. O an Suğra’nın çığlıkları uğultulu ve çok uzaktan geliyordu. Suğra’nın hayata çıkışına kadar geçen ve Nahid’in kendi kaderini seyrettiği o birkaç saniye sonsuza kadar sürecek olan saniyelerdi:

Tebriz ılık bir bahar sabahına uyanırken o, kocası Celal’in koynunda uyuyordu. Kapı yumruklanınca Celal hızla yataktan çıktı. Nahid yer yatağından sessizce onu izledi. Kapının açılmasıyla Devrim Muhafızlarının eve saldırmaları ve Celal’i giyinmesine bile fırsat vermeden alıp götürmeleri bir oldu. Nahid’in kulaklarında Saddam’ın fırlattığı füzeler, hava saldırılarında yağdırdığı bombalar patlıyordu. Amerika ve diğer bütün büyük devletlerin silahları, paraları, medyaları, casusları ve her şeyleriyle desteledikleri Saddam’ın İran’a dayattığı savaş bitmişti; ama o savaş yıllarının bulutlarına benzeyen kara bulutlar, Sehent Dağı’ndan ihtiyar Tebriz’in üzerine iniyordu. O bulutların gölgesi Nahid’in şimdi kan perdesi arkasında saklanan gözlerinden geçiyordu. Nahid, o yaz yumruklanan bütün kapıları, sorgusuz sualsiz alınıp götürülen bütün kadınları ve erkekleri görüyordu. O, aynı yıl İran hapishanelerinde kurulan ve bir iki dakika süren binlerce mahkemelere girip çıkıyordu. Sorgusu bitmiş, cezaları bitmiş ya da yeni tutuklanmış bütün genç insanların hapishane avlularında asılışını ya da kurşuna dizilişini izliyor, genç ölüler sürüsünün yanından geçiyordu. O, bir rüzgâr gibi bütün toplu mezarların ıslak toprağı üzerinde esiyordu. Nahid, gözlerinin kıyısından o yıl işkencelere dayanamamış itirafçılardan işkenceci olan kadınları, erkekleri, kurşuna dizilenlere son kurşunu sıkan ve sonunda idam edilen gençleri görüyordu.

Celal’in götürülüşünün üzerinden üç hafta geçmişti. Celal’in yolunu beklerken Haziran’ın ortalarına doğru bu kez kendisini alıp götürdüler. İki gece Tebriz Hapishanesi’nde sorgulandıktan sonra, elliye yakın tutukluyla birlikte bir askeri kamyona konuldu, gözleri, kolları bağlı ve çömelmiş vaziyette Tahran’a getirildi ve cehennem zebanilerinin korkup kaçtığı Goherdeşt Hapishanesi’ne atıldı. O şimdi kendisini görüyordu ve tanıyamıyordu. Bir hafta içinde saçları kesildi, tırnakları çekildi, ırzına geçildi, ayakları, kabuğu soyulmuş kalın kabloların bakır telleri altında paramparça oldu ve bildiklerini itiraf etmesi istendi. Hücresine atıldığında, gözlerini tavana yakın pencere diye açılan delikten alamıyordu. Seyrek olarak çıkartıldığı kısa süreli “temiz hava” molasında da uçma fikrine düştü. Kimse ona akıl veremiyordu ve o giderek uçmayı daha fazla düşünür oldu. Neden sorgulandığını bilmiyordu; ancak sorgulayanlar her şeyi biliyorlarmış: “Adın Huriye, kuruyemişçi Celal’in karısısın, takma adın Nahid, komünistsin. Kocan kimlere yardım etti, hepsini biliyoruz. Ama bir de senden duymak istiyoruz. İsimleri bir de sen vereceksin!”

Başka ne biliyorlardı? “Sen Huriye! Daha Nahid olmadan önce sevdiğin erkeği neden bıraktın? Neden babanın emirlerine boyun eğdin? Baban, sevdanı dara çekerken neden sustun? Zavallı deyip acıdığın erkekten dünyaya getirdiğin çocukları emzirirken, sol döşünün üzerindeki pembe kelebek şeklindeki lekeyi öptürdüğün o erkeği düşünürken, Celal’e ihanet ettiğini neden ona söylemedin? Kendi içinde ihanetini kutsarken neden sustun?”

O, kendi hikâyesini bilmediği gibi kaldığı koğuşun acı hikâyesini de ona kimse anlatmamıştı: Bir yıl öncesinde, sıcak bir ağustos günü, kadın mahkûmlara eşyalarını toplamaları, gözlerini kapatmaları ve çarşaflarını örtünmeleri söylenmişti. Koğuştaki herkes büyük bir telaş içinde aynı blokta, başka bir koğuşa taşınmışlardı. Yeni koğuşa kapatılınca, kapının önüne tuğladan bir duvar örülmüştü. Neler olup bittiğini anlayamadan, duvar tamamlanmıştı. Topluca, ölüme mahkûm edildiklerinden kuşkuları yoktu artık. Bunu ilk söyleyen Ferzane olmuştu. Önce, alışkanlıkla sesini kısarak Feride’nin kulağına fısıldamıştı. Feride, o zaman neden hâlâ lambayı açık bıraktılar, diye sorunca, Ferzane bağırmıştı: “Hepimizi diri diri gömdüler.”

Ferzane yanılıyordu. Yurtdışından yabancı bir gözlemcinin hapishaneye geldiğini ve olup bitenleri mahkûmlar anlamasınlar diye tedbir olarak koğuşun önüne duvar örüldüğünü duyup görünce yanıldığını fark etmiş. Sonra bir öykü dillerde dolaşmaya başlamış: Güya yabancı gözlemci gittikten, duvar yıkıldıktan sonra, iki gardiyan uzun, ahşap, derin bir tabuta ya da bir yalağa benzeyen şeyi duvarın kenarına koymuş. Az sonra hapishanenin reisi Hacı Rahmani, her zamanki gibi kırbacı elinde içeri girmiş. Mahkûmlara, gözbağlarını kaldırmalarını söylemiş. Kaldırmışlar. Pişman olup, günahlarından tövbe eden itirafçı İffet’in yardımıyla beş kadın seçilmiş. Yalağın içinde, yüzleri duvara gelecek şekilde ayakta durmaları istenmiş. Üç adam, kadınların içinde durdukları yalağa, dizlerinden bir karış yukarısına kadar çimento boşaltmış. Çimento, beş kadının çığlıkları arasında donmuş ve duvar örülmeye başlanmış. Duvarı ören üç erkeğin küfürlerine ve yumruklarına aldırmadan ve Hacı’nın kırbaçlarına rağmen, beş kadın durmadan bağırmış, haykırmış. Örülen duvar göğüslerini aşıp baş kısmına geldiğinde, siyah, iri gözlü kızın uzun siyah saçları isyanı bırakmıyormuş. Tuğla duvarın dışına taşıp duruyormuş. Duvarı ören erkek memur İffet’e bağırmış: “Bacı gel de bu kâfirin saçını içeri sok… saçına dokunarak günaha girmeyelim!” demiş ve İffet, kadının saçlarını örülen duvardan görülmeyecek şekilde arkaya atmış. Duvar bitince çimento dökülmüş. Hacı bağırmış: “Kâfirler için bu bile az!” Olup bitenleri görmemek için gözlerini yuman kadınlardan biri de Ferzane’ymiş. Hacı, gözyaşlarıyla ıslanmış yüzüne indirdiği kırbaçla Ferzane’nin bakmasını istemiş. Bakmış. Sonra da bu faciaya tanık olan diğer kadın mahkûmlarla birlikte, aynı odada kalmaya mecbur bırakılmış.

Bu haber hapishane dışına, oradan yurtdışına taştı. Köln’de açlık grevindeki Kerim’in de kulağına geldi. O günden sonra duvardan taşan saçların kâbusu onun uykularını bırakmadı. Bu beş kadının öyküsü, o koğuşa yeni gelen kimi kadın mahkûmlar arasında giderek bir efsane ya da hayal ürünü bir öykü gibi algılanmaya başlandı. Nahid, şimdi sabahın bu soğuk alacakaranlığında, bu öyküyü yeniden duyuyor ve onun kapandı kapanacak gözleri önünde o beş kadının üzerine yeniden beton dökülüyor ve yeniden duvar örülüyordu. Nahid’in gözlerinde şimdi dünyanın bütün kadınlarının gözleri toplanmış ve o beş kadın için ağlıyorlardı. Nahid, gözünden süzülen kan damlasını silemedi.

Beş kadının öldürülmesi olayından bir yıl sonra, tekerlek işkencesi uygulanmaya başlandı. Nahid, şimdi kendisini görüyordu: Birkaç genç kadın gibi, o da bir tekerleğe konularak kırbaçlar altında koğuşta döndürülüyor. Bu işkenceden sonra saatlerce içi bulanır, kusar, midesi delinecek gibi olurdu. Nahid, karanlık hücrede, kelepçelenen kollarından gece boyu tavandan sarkıtıldıktan ve iki hafta süreyle kan ve pislik kokan tek kişilik hücre mahkûmiyetinden sonra delilik sınırına geldi. Durduğu çizginin öte yanından birisi kahkaha atsa, ya da “psssst” diye seslense, Nahid gülerek geçecekti o sınırı. Tekerlek işkencesinin üçüncü gününde, koğuşta durup dururken koşup dönmeye başladı.

Bu durum Nahid’in, işkencelerin aslında ondan bir şey öğrenmek için yapılmadığını anlamasını da önlemişti. Onlar, sadece öldürmek, yok etmek için sorguluyorlardı çünkü. Özgürlük düşmanlarının dayattığı, sekiz yıl süren, yenilgiyle biten ve yarım milyon insanın canına mal olan, evleri harabeye çeviren, ülkeyi kocaman bir ağıt yerine dönüştüren savaş sonrasında korku, herkesin yüreğinin, iliklerinin ta sonuna kadar işlemeliydi ki kimse bir daha başkaldırma hevesine düşmesin diye! Kimse kendi zaferinin hayalini kurmasın diye!

Nahid, delirmeden önce kocası Celal’e sormuş olsaydı, o hepsini açıklardı. Celal ne çok uğraşmıştı Nahid’le yakınlaşmak için. Gövdesine yanaşmış, ona dokunmuştu; ancak kadınının kalbine ve ruhuna giden yolda hep yenilmiş, bitkin düşmüş ve sonunda, sevdiği kadınını kendi haline bırakmıştı.

Bir hafta sonra koğuş, Devrim Muhafızları ve gardiyanlar tarafından basıldığında, herkes sopalarla, kablolarla, coplarla korkunç bir dayaktan geçirildiğinde ve Nahid’in de yüzüne gözüne kablo darbeleri geldiğinde o da diğerleri gibi neler olup bittiğini anlayamamıştı.

Koğuşa düzenlenen o baskının ertesi günlerinde bütün mahkûmlar, sadece çömelebilecekleri aralıkla, tabut dedikleri iki uzun ahşap parçası içine konuldular; yazın o sıcak günlerinde gözleri kapalı bir biçimde ve başlarında türban ve çarşaflarıyla. Sabah saat altıda başlıyordu tabut cezası ve gece saat ona kadar aralıksız sürüyordu. Günde üç kez bir, iki dakikalık tuvalet molası veriliyordu sadece. Hoparlörlerden daha yüksek sesle ezan, dua, ağıt, Kuran ve mahkûmlara yönelik vaazlar, aralıksız bir şekilde yayınlanıyordu. Ama tabutlarında çömelip çarşafları altında gözleri bağlı hareketsiz kalan bu mahkûmlar için belki de en acı vereni, düne kadar birlikte aynı saflarda yer alan ve şimdi pişmanlık duyup tövbe eden itirafçıların, yaptıklarına pişman olduklarını, kendilerinin ve eski arkadaşlarının birer hain, cani, aşağılık pislik olduklarını hoparlörlerde yinelemeleriydi. Saat ondan sonra gözleri kapalı ve koğuşlara baskın yapan erkek Devrim Muhafızları, sorgucular ve gardiyanlar onların saçlarını görerek günaha girmesinler diye başörtülerini sıkı sıkı kapatarak uyumalıydılar. Hapishanenin reisi Hacı Rahmani, yirmi dört saatte bir uğrardı. Bloğa ve koğuşa girişini, yeri kırbaçlayarak bildirirdi. Tabut işkencesinin ikinci ayından sonra dirençler kırılmaya başladı. Kimisi, sorgucuların istediği gibi mikrofona çıktı, kimisi akli dengesini kaybetti. Mikrofona çıkan pişmanlar, birer ispiyoncuya ve giderek direnen mahkûmlara karşı taciz elemanlarına, hatta sorguculara dönüştüler.

Önce Ferzane delirdi. Yemek yemeyi reddetmeye başladı. Bir gün, yemek yemediği için ona elli kırbaç vurdular. Hamama gitmeyi, kendini temizlemeyi de reddetti sonra. Hırçınlaşınca, kalorifer borusuna zincirlendi. Ölüm artık Ferzane’nin bir iki adım ötesinde duruyordu. Bir gün öğlene yakın, kadın işkenceci gardiyan Ekberi ile birlikte bir devrim muhafızı, koğuşun kapısını hızla açarak içeri girip, Ferzane’nin zincirlerini çözdüler, kızı alıp götürdüler. Kapıda, kendi gölgesinde duran, kepi başından kaymış emekçi babasının sırtına yüklediler ve gönderdiler. Ancak kısa süre sonra, evde durumu iyileştiği için yeninden alıp koğuşa getirdiler. Bu kez durumu hızla kötüleşince asla çıkmamak üzere akıl hastanesine naklettiler.

Ardından Raziye, işkencelere dayanamadı ve arkadaşlarının adını verdi. Akli dengesini yitirdi. Koğuşta hızlı voltalar atar, kollarını kaldırır oynatır, aniden çığlığı basardı. Çığlıkları yükselince, itirafçı İffet tarafından dayak yerdi. Kasım ayının ortalarına doğru Feride Kadın’ın aklı oynadı. İki çocuk annesi bir hasta bakıcıydı. Havalar soğumuştu ancak o giyinmeyi reddediyordu. Köhne, kenarları yırtılmış, kahverengi, çiçek desenli soluk çarşafını başına alır, yüzünü duvara çevirir, bir ayağını kaldırır durmadan dua ederdi. İçindeki şeytan ölsün diye yemek yemezdi. Nahid, Feride Kadın’ın çıldırdığını görmeyecekti. Kendisinin de kollarının, kalorifer borusuna bağlandığını bilmiyordu artık. Nahid, lise öğrencisi bebek yüzlü, mavi gözlü kızın, defalarca tecavüz edildikten sonra, kısa süre önce kendisine yapıldığı gibi, kollarının çapraz şeklinde arkasından kelepçelenip, mutlak karanlık ve mutlak sessizlik olan tek kişilik hücre cezasının ikinci gününde sığınmak için bebeklik dönemine geri gittiğini bilmeyecekti. Sessizce çıldıran ve kimseye eziyet etmeyen lise öğrencisi Ekrem Kız’ın da! Nahid, attığı çığlıklarının, kendini pisletmesinin, bitlenmesinin başka mahkûmlara işkence için kullanıldığını da bilmeyecekti.

Direnen mahkûm kadınların hücrelerine bırakılıyordu Nahid. On iki metrekarelik hücrelere tıkıştırılan yirmi beş, otuz kişi arasına bırakılan Nahid, gerçek bir işkence aletine dönüşmüştü. Tabut cezasının ilk günlerinde dizlerini bükmesi, çömelip oturması bir işkenceye dönüşmüştü. Ağrı dizlerinden beynine sıçrıyordu. Ve belki de tavandan sarkıtıldığı için, durup dururken sara nöbetlerine yakalanmıştı. Hapishanenin avlusunda genç ve çocuk yaştaki kızlar ve erkekler ipte salındığında o kendi gövdesinden kopmuştu.

Son aylarda göze çarpan bu yoğun telaşın içinde neler olup bittiği haberi nihayet koğuşlara geldi. 209.uncu binanın bodrumuna götürülen ilk doksan üç mahkûm ya asılmış, ya da kurşuna dizilmişti. Kadınlar artık yolun sonuna geldiklerini biliyorlardı. Kış bittiğinde, kendileri gibi mahkûm olan altı binin üzerindeki kadın ve erkek, kurşuna dizildi ya da asılarak idam edildi, toplu mezarlara atıldı.

Kış bastırmadan Nahid’in durumu ağırlaşınca, gardiyan kadın Ekberi’nin attığı dayakların ve saçlarından tutup duvara çarpmaları da işe yaramayınca babası çağrıldı. Ferzane’yi verdikleri gibi Nahid’i babasının sırtına verdiler.

Tebriz’in temiz havası Nahid’in aklını başına geri getirmedi. Kerim, Tebriz’de onların kapısını çaldığı gün Nahid’in babası, kızını alıp getirmiş, kendi eliyle vermiş gardiyanlara: “Siz delirttiniz kızımı, siz düzeltin, iyileştirin, ” demiş ve çekip gitmiş, kayıplara karışmıştı. Aralık ayının sonlarına doğruydu. Ocak ayının başında alınıp bu dört katlı binaya getirildiğinde Nahid hiçbir şey bilmiyordu, bildiği ve belleğine kazınan tek bir şey vardı belki; sadece koşmalıydı, sadece dönmeliydi, sadece uçmalıydı. Koştu, döndü ve sonunda uçtu ve Suğra, onun başını dizine aldığında son nefesini onun rengi solmuş eteğine bıraktı.

(Ölümü gözlerinden Gördüm, roman, h.h. arkadaş yayınları)

xaveran

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s